İnsan hayatında nasıl ki belli zamanlarda med ve cezirler, kıtlıklar, zorluklar, bolluklar ve kolaylıklar, ıstıraplar ve hicranlı zamanlar olduğu gibi, belli zamanlarda da sürur ve huzur hayata hâkim olur.
Cemiyet hayatı da tıpkı insan hayatı gibi, hep aynı minval üzere devam etmez, çalkantılı dönemleri de olur, durulduğu dönemleri de olur.
Altı asır gibi bir süre üzerine güneş batmayan, hak ve adaletin hüküm sürdüğü, ancak her yükselenin inmesi, her yaratılanın ölmesi hikmeti gereği yıkılan ve dağılan bir imparatorluktan yeni bir filiz vererek bir devlet kuruldu. Kurulan bu devlet, önceleri tıpkı bakiyesi olduğu devletin inancını, kültürünü ve değerlerini benimser görünürken, belli bir süre geçtikten sonra yönünü ve gönlünü bu toprakların yabancısı olduğu fikirlere yöneltti.
Her zerresi imanla ve maneviyatla yoğrulmuş topraklara, baharın geldiği sanılırken kışın en zor zamanı olan zemheri yaşamaya başlandı. 1930’lu yıllar, bu ülkede yaşayan inançlı insanların zihinlerinde ve gönüllerinde ağır sarsıntıların yaşandığı dönemler oldu.
Yeni kurulan devlet hem otoritesini sağlamlaştırmak, hem de yönünü döndüğü fikri yapı gereği uygulamaya koyduğu bazı düzenlemeler, toplum zemininde olumlu cevap bulmuyor, aksine şiddetli tepkilere sebep oluyordu. Bu tepkilerin merkezi olarak da kanaat önderleri, hocalar ve Şeyh efendiler sorumlu tutuluyor, bu mübarek insanlar ağır bir bedel ödemek zorunda bırakılıyordu. Bu büyük zatlardan birisi de, dönemin getirdiği şartları en ağır şekilde yaşamış ve inancının bedelini canıyla ödeyerek şehitlik mertebesine yükselmiş Kelâmî Dergâhı şeyhi ve Meclis-i Meşâyıh Reisi Muhammed Esad Erbili (r.aleyh)dir.
Dünyanın en zor işi nedir diye sorsanız, insan yetiştirmek diye cevap verilir. Zira çok gayret isteyen, gösterilen gayretten daha fazla da sabır isteyen bir iştir. Şunu da ifade etmek gerekir ki, rahat dönemlerde insan yetiştirmek mümkün olmazken, zor zamanlarda çok kaliteli insanların yetişmiş olması dikkate şayandır. Zor ve çetin şartlarda yetişen insanlar, o zor şartlar içerisinde nasıl hareket edileceğini öğrenmiş, deyim yerindeyse o zor şartlara karşı aşılı duruma gelmişlerdir.
İşte bu zor şartlarda Esad Efendinin (k.s) Koca Mustafa Paşa semtindeki dergâhına bir genç gelir. Kendisi tahsil için İstanbul’a gelmiş ve Daru’l Fünun’u (hukuk fakültesi) bitirerek memleketi Adana’ya dönmek üzeredir. Yolda karşılaştığı zat ona, tamamladığı bu tahsilin kâfi olmadığını, şayet arzu ederse kişiyi iki cihanda saadete götürecek asıl tahsili vermek amacıyla dergâha gelmeye ikna etmiştir.
İnsanın kıymetini o işin mütehassısı olanlar anlar misali, Esad Erbili hazretleri gelen bu genç ile yakinen ilgilenir. Dergâha misafir olan genç, 1892 yılında Adana’da dünyaya gelmiş, o bölgenin tanınmış ve zengin ailelerinden birisi olan Ramazanoğlu sülalesine mensup, Mahmud Sami Efendidir. İlk ve orta tahsilini memleketinde, yüksek tahsilini de İstanbul’da tamamlamıştır.
Dergâhın yeni ve genç müridi Sami Efendi (k.s) hem mürşidi Esad Efendiye, hem de dergâha tam manasıyla teslim olur ve bağlanır. Dergâhı öylesine benimser ki, artık dergâhtaki tüm hizmetler ondan sorulur. Dergâh bahçesinin tanzimi, gelen ziyaretçilerin sıraya sokulması, ikramlar ve Pir Hazretlerine gelen mektupların cevaplanması gibi çeşitli hizmetler artık onun uhdesindedir.
Bu kadar hizmet ve koşturmaya rağmen çok az uyur, akşam yatakları serdikten ve dergâh ahalisi yatağına girdikten sonra kalkar, yeniden bir abdest alır ve seccadesinin başında uzun müddet tespih, tehlil, zikir tefekkür ile meşgul olurdu. İmsakten evvel uyanarak dergâh kazanını yakar, sıcak su hazırlayarak banyo ihtiyacı olanlara haber verirdi.
Dergâhta yaptığı samimi hizmet ve tasavvuf yolunda gösterdiği ciddi gayretler neticesinde nail olduğu manevi kemalat ile mürşidi Esad Erbili hazretlerinin gözdesi olmuş ve büyük bir muhabbetle birbirlerine bağlanmışlardı. Öyle ki Sami Efendi (k.s) memleketi Adana’ya döndüğü zaman mürşidi Esad Erbili hazretleri, onun İstanbul’a dönmesini arzulayan buram buram hasret ve muhabbet kokan şu mektubu gönderir.
“Muhterem evlâdım! Arzu ve iştiyakım sabır ve tahammül çemberini çok fazla zorlamakta olduğundan, kışın şiddetine mukavemet edemeyen bu ihtiyar pederinizi o güzel simanız ile bahtiyar ederseniz çok memnun olurum… Şâh-ı Nakşibend Efendimiz Hazretleri’nin; «Bizim tarîkımız sohbet iledir.» şeklindeki hikmetli sözünü şüphesiz duymuşsunuzdur. Ömrünüzün baharının ter ü tazeliği ihtiyarlık hazânı ile tarumar olmadan, yüce tarikatın füyûzât çiçekleriyle ruhunuzu ve kalbinizi kokulayıp güzelleştirmek, bendenizin biricik arzu ve emelidir. Allah sizi muvaffak eylesin…” [M. Es ‘ad Efendi, Mektûbât, s. 52-53, no: 25. ]
1931 yılı bu muhabbeti yarıda keser. Zira tekkeler kapatılmış, inançlı insanlar üzerinde akla hayale gelmeyen zulümler denenmeye başlanmıştır. Kelâmî dergâhı şeyhi Muhammed Esad Erbili hazretleri de uydurma bir dava ve tiyatro bir yargılama neticesinde Şehid edilir. 39 yaşında Sami Efendi (k.s) hazretlerine manevi irşad vazifesi tevdi edilir.
Hem dergâhların kapalı olması, hem de dönemin ağır şatları bu emanetin icaplarını tam manası ile ifaya müsait değildir. Ancak zaman durma zamanı değildir, zira memleket yanmaktadır. Bu yangını sinesinde hisseden Sami Efendi (k.s) imkân buldukça iç Anadolu’da yakın şehirlere giderek irşad sohbetlerine başlar. Hem Esad Efendiden geriye kalan müridanın, hem de sevenlerinin talep üzerine takriben 30 yıl ikamet edeceği İstanbul’a taşınır.
Sami Efendi (k.s) İstanbul’a gelince, ticaretin merkezi olan Tahtakale’de kereste ticareti yapan bir işyerinde muhasebe defteri tutarak hem geçimini sağlar, hem de irşad hizmetlerini buradan devam eder. Fırsat buldukça Anadolu yollarına düşer, bir şehirde iki müridi dahi olsa onları ziyaret ederek sohbette bulunur, böylece kuraklaşan toprakların yeniden ilim, irfan, takva ve hizmet tohumları ekmeye başlar.
Sami Efendi itidal ve temkin ehli bir zat idi. Dönemin şartları ağır ve hassas olmasına rağmen, dikkat çekmeden büyük bir irşad faaliyeti yürütmüştür. Müridanı ile kurduğu gönül bağı ile adeta küllerinden yenden doğmuş ve bugün dünyanın birçok ülkesinde hizmet eden, mazlumların ve mağdurların yaralarını saran bir cemaatin oluşmasını adeta ilmek ilmek dokuyarak tesis etmiştir. Sami Efendi, kendisi ile temas eden ne kadar mühibbanı varsa hemen hepsinde imanın heyecanını ve tasavvuf yolunun getirdiği ince hassasiyeti görmek mümkün. Bu zatlar, talebe hocasının meyvesidir misali, kendilerini yetiştiren üstatlarının hem hayatından, hem de İslami hassasiyetinden büyük örnekler almışlardır.
Sami Efendi (k.s) zor dönemlerde olmalarına rağmen, ellerindeki bütün imkânları, ihlas ve samimiyetle tebliğ için kullanmış, Mevla Teâlâ’da bu gayreti boşa çıkarmamıştır. En olumsuz şartlarda bile kaliteli insan yetiştirmeyi başarmış olan Sami Efendinin en önemli özellerinden bir tanesi, en ince detayına kadar hassas ölçülerle İslam’a olan bağlılığı, bir diğeri de hiç terk etmediği edep halidir.
Sami Efendinin sahip olduğu bu özelikler, kendisinde muhteşem etkiler meydana getirmekte, manevi hali birçok insanı müspet manada etkileyebilmektedir. Sahip olduğu bu manevi güçten dolayı kesinlikle herhangi bir kibir ve ucup hali sadır olmamakta, aksine müthiş bir mahviyet ve tevazu hali ile gönülleri cezbetmekteydi.
Hazret, temiz ve sade giyinmeye dikkat eder, aşırılıktan hoşlanmazdı. Sakalı bir tutam geçmez, saçlarını ise ya tamamen kısaltır veyahut kulak memelerine kadar uzatırdı. Gayet sakin ve ağır ağır yürür, az yer, az uyur ve az konuşurdu. Konuşmanın zaruri olduğu haller dışında sürekli sükût halinde bulunurdu. Konuştuğu zaman, kısa ve öz ifadeler ile muhatabına cevap verir, sorulan sorulara Kur’an ve hadislerle örmek verir, mümkün mertebe şahsi fikrini söylemezdi. Kul hakkına aşırı riayet ederdi. Hiç kimse ile cebelleşmez, kalp kırmamaya dikkat ederdi. Devrinde yaşayan Allah dostlarını ziyaret eder, onlarla irtibatını sıcak tutardı. Sürekli vermeyi ve fedakârlığı severdi. İş için Karaköy’den Tahtakale’ye bazen yürür, dolmuşa vereceği parayı bir şükür nişanesi olarak tasadduk ederdi.
Yediğine içtiğine aşırı dikkat ederdi. İnsanın yediği her lokmanın, maneviyatına müspet ve menfi manada etki ettiğini düşünürdü. Bundan dolayı hem kendisi, hem de çevresindeki insanları sürekli olarak helal lokma hassasiyeti hususunda ikaz ederdi. Dışarıdan herhangi bir şey yemez, pazar alışverişini kendisi yapar, meyve ve sebzelerin insanların görmediği arka taraflardan seçerek bu yiyeceklerdeki olumsuz nazarlardan korunmaya çalışırdı.
Sami Efendi Hazretleri 1976 yılında kendisinden sonra halefi olan Musa Efendiye (rahmetullahi aleyh) hayatının son günlerini, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz ’in nurlu beldesinde, O’nun manevi huzurunda geçirmek istediğini ifade etmiş ve bir daha dönmemek üzere mübarek beldeye hicret etmiştir.
Nurlu beldeye hicretlerinden sonra da mevcut rahatsızlıkları devam etmiş, tıbbî müdahale ve ihtimamlar da semere vermediği gibi, pek nazik ve naif olan bedenleri âdeta erimeye başlamıştır. Bu gaile ve rahatsızlıklarında bile daimî olarak dua ve istiğfara devam etmişlerdi.
Sevenleri yirmi beş sene kadar evvel, Eyyüb Sultan Hazretleri’nin kabristanında kendileri için bir mezar yeri temin etmişlerdi. Bundan pek memnun olmayan Muhterem Üstad Hazretleri:
«–Bizim reyimizi sorarsanız, gönlümüz Cennetü’l-Bakî’yi ister!» buyurmuşlardı.
10 Cemâziyelevvel 1404 / 12 Şubat 1984 sabaha karşı saat dört buçukta, fâni dünyadan ebediyet âlemine intikal etmiştir. Gasl ve tekfinini müteakip cenaze namazları Mescidi Nebevide eda edildikten sonra, salih bir topluluğun elleri üzerinde, Cennet-i Baki’de Osman Zinnûreyn ve Ebu Saîd el-Hudrî (radıyallahu anh) Hazretleri’nin kurbundaki mukaddes toprağa defnedilmiştir. Bütün hayatı boyunca Âlemlere Rahmet olan Sevgili Peygamberimiz’in izinde yürüyen bu Allah dostunun kabri de Efendimiz ‘in tam ayakucu tarafına nasip olmuştu. Aziz Ruhuna hediye olmak üzere üç ihlas bir Fatiha okunmasını arz ederiz.
Cenâb-ı Hak cümlemizi şefaatlerine nail eylesin! Âmin!
Allah rahmetiyle muamele etsin, bizi de şefaatine erdirsin..