1957 yılında diyanet işleri reisi Eyüb Sabri Hayıroğlu adında bir zat idi.O günlerde imparatorluktan kalma pek çok liyakatli hocaefendi henüz hayatta olduğundan gerçek din alimi ölçüleri bu günkünden oldukça farklıydı. Pek öyle herkese din alimi gözüyle bakılmazdı.
O güne kadar ismi duyulmamış, eseri olmamış bir kimse bulunması dolayısıyla Eyüp Sabri Hayıroğlu‘da pek göz doldurmuyor ve Celal Bayar‘la eski bir maziye dayananan ahbaplığı dolayısıyla bu makama getirildiği söyleniyordu. O zamanlar Diyanet İşleri Reisliği’nin pek bir fonksiyonu yoktu. Lakin göze girmek kendinden bahsettirmek ve bu maksatla dinin ruhunu zedeleyecek tavizler vermek modasıda başlamıştı. Devlet içinde kapalı kutu gibi duran, kendisini hissettirmemeye çalışan bir tutum gelip geçmiş reislerin hepsinde müşahede olunmuştu. 50′li yılların başında bu durumu merhum Ahmet Hamdi Akseki biraz değiştirir gibi olmuşssada diyanet yine eski atalet ve kapalılık yeniden hakim olmuştu.
1950 yılından sonra ezanı aslınca irca, birkaç imamhatip mektebi açmak ve radyoda Kur’an okutmak gibi niyet unsuru müphem birkaç taviz yüzünden dini hayatta cüz’i bir canlılık belirmişti. Buna tahammül edemeyenlerce zaman “irtica yaygaraları” ile ortalık verilmiştirki bu tutumun zamanımıza kadar devam ettiği görülmektedir. Asıl sebep milletin hapsedilen imanına vurulmuş olan prangaları gevşetme istikametindeki en masumane hareketleri vatan ve millete ihanet gibi göstererek laikliğin İslam düşmanlığı suretrindeki tatbikatın değişen şartlara rağmen vazgeçmek istemeyenlerin inat ve ısrarıydı. Bunlar için Kemalizm ile mizan edildiğinde çirkin gösterilmesi mümkün görülen küçük bir hareket, Cihan Harbi çıkmışçasına yaygaraya sebep olabiliyordu ki hala daha öyledir.
1950 yılında Batı Trakyada İslam Harfleri ile Türkçe olarak Sebat adında haftalık bir gazete yayınlanmakta idi.Buz gazete, Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Reisliği’nden bir fetva sormuştu. Bu kuran ayetlerinin arapça asıllarının latin harfleri ile yazılıp okunmasının caiz olup olmadığına dairdi.
O sırada öteden beri alevi propaganda kitaplarını bastırmakla şöhret yapmış olan bir yayınevinin asli harflerilyle Kur’an okumasını bilmeyenler için latin harfleriyle bir Kur’an bastırmış olduğu duyulmuştu. Lakin sağda solda yeni alfabeyleKur’an-ı Kerim’in doğru olarak yazılıp okunmayacağı vaki olmuş ve bu kitap satılamayaıp kitapevinin deposunda kalmıştı. İhtimal bu nüshalardan biride Batı Trakyaya götürülmüş ve orada da bununla ilgili bir anlaşmazlık zuhur etmesi üzerine durum T.c Diyanet İşleri Reisliği’nden Sebat gazetesi vasıtasıyla sorulmuştu. Reis Eyüp Sabri Hayıroğlu‘da bunun asla caiz olmadığı yolunda bir fetva vermişti. Sebat gazetesi E. S. Hayıroğlu‘nun bahsi geşen fetvasını sütunlarına aktarınca her nasılsa bundan bizdeki ilerici takımın haberi olmuş, günün birinde günlük bütün gazetlerinden Eyüb Sabri Hayıroğlu‘na yaylım ateşine geçilmiş ve yapılmadık hakaretler bırakılmamıştı. Zavallı Hayıroğlu günlerce süren bu hucumlara cevap vermekten aciz kalmış onu vesile ittihaz ederek, hatta bazı kalemlerde müslümanlğa vaki tecavüzlerin karşılşıksız kalması günlerce mü’minleri dilhun etmişti.
O sırada islami cepheyi tutan hiçbir günlük gazete yoktu.Arada bri çıkıp batan haftalık ve aylık dergiler bakımından da büyük bir nedret devrine isabet ettiğinden bu tek taraflı salvo halindeki hucumlar ağızsız dilsiz müslümanların yüreğini sızlatıyordu. Gerçi arada bir süpriz nevinden bazı kimselerin umulmadık bir şekilde hakikati terennüm ederek inklapçıları kızdırdığıda görülüyordu. Mesele Vatan Gazetesinde yazı yazan ve o zamanlar Amerika’da ilahiyat tahsil ettikten sonra Türkiye’ye döndüğü söylenen Nebahattin Kırmacı adındaki bir şahıs kendisine bu yolda sorulmuş olan sualleri hiçde ilerici takımın istediği gibi cevaplandıramamıştı. Lakin böyleleri devede kulaktı.
O günlerde İstanbul imamhatip mektebi olarak Fethiye‘de inşa edilmiş olan binanın açılış merasimi vardı. Daha evvvelki mektep vefa semtinde benim daha sonra kendisini Talebe Yurdu olarak çalıştırdığım eski ahşap bir konaktı.O günlerin şartları içinde, Fethiye semtinde yani patrikhanenin tepesinde müslümanların dini tedrisat yapacak bir mektebi dikmeleri fevkalade ehemmiyetli bir hadiseydi.Bu bakımdan büyük bir merasim tertiplenmişti. Merasime devrin başvekili Adnan Menderes‘te davet edilmişti. Fakat ihtimal ki merhum devrin o şartlarında böyle bir görüntüyü kendi için bazı çevrelere karşı kabili müdafa görmediğinden yerine zamanın maaarif vekili Celal Yardımcı’yı göndermişti.Davetliler arasında Diyanet İşleri Reisi E.S Hayıroğlu‘da vardı. Maarif vekilinin suya sabuna dokunmamaya gayret eden konuşmasından sonra vazifeliler misafirlere mektebi gezdirirlerken gazeteciler Hayıroğlu’nun üzerine üşüştüler ve onu sual yağmuruna tuttular.Suallerin ilmi gerekçelerle alkası yoktu.Zaten meselenin dini veya ilmi ciheti kimseyi alakadar etmiyordu. Kuran-ı kerimin latin harfleriyle yazılmayacağını söylemek, tersinden islam harflerinin ehemmiyetine tebarüz ettirmek demekti. Kemalistlerin afv edemediği cürüm (!) işte buydu. Umimiyetle ilmi kifayetiye şüphe ile bakılmış olan Hayıroğlu‘nun o günlerde bu meseledeki mukavemeti ve ısrarı cidden takdire şayandı.
Açılış merasimine bizde ünüversitedeki bir avuç mütedeyyin gençler olarak katılmıştık. Yanımızda üniversite dışından ve daima beraber olduğumuz avukat Ziya Nur, kitapçı Abdullah Işıklar ve mehur Ahıskalı Ali Haydar Efendinin oğlu Şerif Gürbüzler ve daha başkaları vardı.Gazetecilerin E.S. Hayıroğlu‘nu sıkıştırmalarını ve zaman zaman laubali bir şekilde konuşmalarını elemle müşahade ediyorduk. Hele bir mektep kaçkınının sigarasının dumanını hocaefendinin yüzüne savurarak “Son günlerdeki yayınlar dolayısıyla istifa etmeyi düşünüp düşünmediğini” sorması az kaldı gazetecilerle aramızda kavga çıkmasına sebep olacaktı.O sırada müslümanlara hucum etmek için bahane arayan bu insanlara aradıkları fırsatı vermemek lazım geldiği yolunda daha yaşlı ve tecrübeli kimselerin tavsiyesi üzerine işi ileriye götürmedik..
Merasim bitmişti, konuşa konuşa geri dönüyorduk. Herkes bu hadise üzerine fikir beyan ediyor ve müslümanalrın en basit bir mukabele vasıtasından mahrum oluşlarına hayıflanıyordu. Gurubumuzdan biri ortaya bir fikir attı. Acaba islam alimleri ile röportaj yapılsa, bu tezvirata ilmi bir surette cevaplar verilse, bunu yayınlayacak bir gazete bulunamaz mıydı.? ! beraberimizdeki arkadaşlardan Abdullah Işıklar,o sıralarda “Fetih” adıyla yarım gazete çıkarmaktaydı.Lakin bu gazete birkaç aydan beri mali imkansızlıktan inkıtaa uğramıştı. Bu düşünceye karşı O bir tekif yaptı.
“Gelin hep birlikte bizim Fetih Gazetesi’ni yeniden çıkaralım ve bu mel’unlara hak ettikleri cevabı verelim”
Lakin onbeş-yirmü günlük gazeteye karşı haftalık bir Fetih Gazetesi‘nin cevabı acaba ne ifade ederdi.Nede olsa hiç yoktan iyi olacağı düşüncesi galip göründü. Bu meseleyi konuşa konuşa Çarşamba‘dan Fatih Camiinin avlusuna kadar gelinmişti.Bu sırada ikindi ezanı okunuyordu.Topluluğa teklif ttim.
“Buyurun şurada namazımızı kılalım. Namazdan sonra bizim yurda gidelim ve bu işi müzkare edip bir karara bağlayalım”
Ben o zaman Kirazlı Mescid Sokağı 7 numarada Seyhan Talebe Yurdu adıyla çalıştırdığım bir yurdun sahibiydim.Müdiriyet odası olarak kullandığım oda onbeş-yirmi kişiyle toplantı yapmaya müsaiddi.Teklifim kabulk edildi. Namzdan sonra doğruca yurda gitttik.Önce bir mali komite kurduk. Gazetenin çıkması için herşeyden önce para lazımdı.Aramıza tücccarlardan da birkaç kişi katılmıştı. Bunlardan biride merhum Nazif Çelebi idi.Seyh Ali haydar Efendinin oğlu Şerif Gürbüzler bizden yaşlı olmasına rağmen bir genç gibi heyecanlıydı.Mali komite hemen orada faaliyete başladı.
“Kim ne verecekse burada versin, önce buradan başlayalım” dediler. O odada umulmadık birşey oldu. Tam altıbin türklirası toplandı.Üstelik aramızdaki tek tüccar Nazif Çelebi para vermeyerek:
“Siz toplayın, ne kadar toplarsanız, onun bir katınıda yarın ben vereceğim” demişti.
Lakin O’ndan para almaya ihtiyaç. kalmamıştı.Çünkü bu para, Fetih Gazetesi’ni çıkarmaya yetmişti.Hemde o gün hayal edilemeyecek bir trajla.!.. Sanırım 200.000 nüshadan fazla olarak basılmıştı.
Gazete o günü islami neşriyatın tek matbası görünen rahmetli Sinan Onur‘un “Hür Adam” isimli matbaasında günlerce basılmaya devam etmişti.Çünkü 57-82′nin yarı ebadındaki bu gazetenin düz baskı bir makinada saatte ikibin adetten fazla basılması mümkün değildi.
Mali komitenin yanı sıra bir komite daha kurduk: Yazı toplama komitesi. Bu komidtedeki arakdaşlar hemen o akşamdan itibaren herbiri bir hocaefendiyi ziyaret ederek Kuran-ı Kerimin orjinal metninin, ancak kendi asli harfleriyle yazılabileceğine, bunun dışındaki iddaların ilmi değerinin bulunmadığına, bunların safsatadan ibaret olduğuna dair gayet kıymetli makaleler ve röportajlar temin edip gelmişlerdi. Fikirlerine müracaat edilmiş insanlar arasında o gün gerçekten imparatorluk bereketi olan alimler vardı.. Ömer Nasuhi Bilmen, Celaleddin Ötken, Hasan Basri Çantay ve Ali Rıza Sğman gibi sahasında söz sahibi pek çok kimse diyanet işleri Reisi Eyüp Sabri Hayıroğlu‘nu teyid eden mahiyette fikirler ortaya koymuşlar ve bunları avukat Ziya Nur redaktör olarak bir şekle sokup Fetih Gazetesi‘ni ortaya çıkarmıştı.
Lakin bu gazete nasıl dağıtılacaktı. Ortada dini gazeteyi dağıtacak bir müessese yoktu. Dindar üniversite talebelerinden bir satıcı ekip oluşturduk. Bu ekip en az onbeş gün boyunca cami avlularından tutunda vapuır iskelelerine kadar devamlı bir surette heryerde sattılar.Geç kalan yazılar için ikinci bir Fetih Gazetesi çıkarıldıysada bu birincinin tesiri müthiş oldu. Verilen ilmi cevaplar karşısından şarlatan gazeteciler yavaş yavaş seslerini kıstılar.
Bu, büyük bir gösteriydi. Dost düşman herkes bu gösterinin belli ölçüde tesiri altında kalmıştı. O zaman açıkgöz bir İmam hatip talebesi olan Mü’min Çevik de bu yazıları “Türkçe Kuran Okunmaz” başlığıyla kitap haline getirmişti ki, yayın hayatının temeli bu kitap olmuştur.
Bu yazı Tarihçi Yazar Üstad Kadir Mısıroğlu‘nun “Geçmiş Günü Elerken” adlı otobiyografi kitabında da yer almış olup ayrıca Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri II adlı eserinde tekrar kaleme alınmıştır. Ben de meselenin ehemmiyyetine ve istendiği takdirde birkaç müslümanın bir araya gelerek aşk ile çalışması karşısında binlerce batıl fikrin bir balon misali sönebileceğine vurgu yapmak üzere kitaptan buraya aktarmış bulunmaktayım.. Umarım emekler boşa gitmeyip, okunur ve tesiri yüce Mevladan şiddetli bir şekilde tecelli eder..
Salih Kartal
Cevapla