Modern dünyanın sağlı sollu darbelerle sendelediği ruhlarımız bulduğu bir dala tutunarak yeniden sahiplenmeye çalışıyor yitiğini. Onlarca/yüzlerce yılın birikimi ile edinilen sağlamlık başka kapılarda kolayca bulunacak zannediliyor da o kapıya meylediliyor. O kapının ardındakilerden olma gayreti başlıyor.
Bu gayret hayata bakışını değiştiriyor insanın, cümlelerine, kelimelerine, yürüyüşüne, kılık kıyafetine, önceliklerine, hassasiyetlerine, varlığıyla yokluğuna, “ruhuna” işliyor, derbeder ediyor her birini…
Müslümanların dünya telakkisi ile taban tabana zıt, onlardan epey ayrı fikir yapısıyla hayat süren Batı, artık zihinlerimizde net olmayan bir şekle sahip. Batı, birçok Müslüman coğrafya için ne “bizden” ne de “öteki” konumunda. Bir yanımız ona çağırırken diğer yanımızın “bizliğimiz”i koruma gayreti bizi zihin parçalanmasına götürüyor.
Ne tarafa benzediği tam olarak belli olmayan kılık kıyafetimiz, konuşmamız, yeme içme alışkanlıklarımız, hayatı idame şartlarımız, parçalanmış zihin kodlarının ürünü olarak bizi bir bilinmeze sürüklüyor. Kimliğimize yabancı bir hayat tarzını –belki- tamamen bizˈden yapmaya çalışırken sarf ettiğimiz efor, biz oluşumuzun detayları üzerine kafa yormamıza da engel oluyor.
Zayıf olanların güçlülere benzemek ve onları taklit etmek çabaları her şeyden önce kendine yabancılaşma ile sonuçlanır. Kendine yabancılaşan toplumların ise hayata katabilecekleri hiçbir şey olmadığı açıktır. Biz Müslüman bireyler olarak tarih boyunca bunun karşısında durmuş, benliğimizi, aidiyetlerimizi ve öz varlığımızı muhafaza adına çeşitli önlemler almış, gerek Hazreti Peygamber (sallallahualeyhivesellem), gerek ilk halifeler döneminde, gerekse birkaç yüzyıl öncesine kadar hem kendi kimliğimiz hem de diğer toplumların kimliklerinin muhafazası için bir kısım telkin ve tedbirleri hayata geçirmişiz.
Hassasiyetlerimizin tam aleyhine… Sünnet-i Nebevî’nin aksine…
Efendimiz (sallallahualeyhivesellem) “biz”den gayrisine muhalefet etmiş, Müslümanların ne Yahudilere, ne Hristiyanlara, ne de müşriklere benzememesi için çeşitli ikazlarda bulunmuştur.
Kimi zaman “Kim bir kavme benzerse onlardandır.”[1] ya da “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.”[2] buyurarak genel bir yasağı dile getirmiş, kimi zaman da “Müşriklere muhalefet edin, bıyıklarınızı kısaltın sakallarınızı uzatın.”[3] buyurarak amellerimizde onlara benzemememizin ehemmiyetini daha dar bir çerçevede vurgulamıştır.
Faziletli amel babından Muharrem ayında Aşure orucunu iki gün tutmayı bir gün oruç tutan gayrimüslimlere benzememek için tavsiye buyurması da[4] yine amellerde muhalefet etme usulünün örneklerinden birisidir.
Meselenin ehemmiyeti İslâm uleması tarafından uzun uzun konuşulmuş, hatta Zahid el-Kevserî’nin “basılmaya ziyadesi ile müstehaktır” dediği[5] “Hüsnü’t Tenebbüh li Ahkâmi’t-Teşebbüh”[6] isimli hacimli eser tahkikleri ile beraber 12 cilt olarak basılmıştır.[7]
Sahabe-i Kiram Dönemi
Hz. Ömer (radiallahuanh)’ın hilâfeti esnasında Irak ve İran’ın, Suriye, Ürdün, Filistin ve Mısır’ın fethi tamamlanmış, Müslümanlar büyük bir gayrimüslim nüfusla meşgul olmak durumunda kalmıştı.[8] Bu durum hiç şüphesiz karşılıklı etkileşimi doğuracaktı. Müslümanların gayrimüslimlere benzememesi için bir takım önlemler alınması icab ediyordu. Hz. Ömer (radiallahuanh) bunu ihmâl etmemiş “Şurut-u Ömeriyye”[9] olarak anılan bir dizi kurallar tespit etmiş, bunları gayrimüslimlerin yaşadığı bölgelerde uygulanmasını istemişti. Mezkûr kuralların konumuzla ilgilisi olan kısmını şu şekilde özetleyebiliriz:
- Müslümanların elbiselerine, takkelerine, sarıklarına ve nalinlerine benzer şeyler giymeyecekler. Saç şekillerini onlarınkine benzetmeyecekler; saçlarının ön tarafını tıraş edecekler.
- Nerede olurlarsa olsunlar kendilerine mahsus kıyafetleri giyecekler, bellerine zünnar bağlayacaklar.
- Müslümanların diliyle konuşmayacaklar.
- Onların künyeleriyle künyelenmeyecekler.
- Çocuklarına Kur’an öğretmeyecekler.
- Koşumlu (eğerli) hayvana binmeyecekler.
- Mühürlerine Arap harfleriyle ibare kazıtmayacaklar…[10]
Zikredilen maddeler yanında İslam Hukukunda gayrimüslimlerin durumunu inceleyen diğer metinlere[11] bakıldığında Müslümanların gayrimüslimlere benzemesine engel olmak esası ile birlikte gayrimüslimlerin de Müslümanlara benzememesine dikkat edilmiştir. Bu kim olursa olsun kimliğini muhafaza etmenin önemini göstermektedir. İslam sadece Müslümanların kimliklerini muhafaza edip asimile olmalarına engel olmamış, gayrimüslimlerin de kimliklerini muhafaza etmelerine katkı sağlamıştır.
“Benzeme”ye engel olunması amacıyla kimi zaman gayrimüslimlerin dillerini öğrenmenin bile yasak kılındığı görülebilir. Ancak bunun herkes için geçerli olmayacağına dikkat edilmelidir. Gayrimüslimlerin dillerini öğrenmekle asimile sürecinin hızla ilerleyeceği kimseler için tehlikeli bir anlam ifade eden bu durum, örneğin Efendimiz (sallallahualeyhivesellem)’in Zeyd b. Sabit’e İbraniceyi öğrenmesini emir buyurması ve onun on beş gün gibi kısa bir sürede İbraniceyi öğrenmesi[12] vakasına bakıldığında bunun genel bir yasak olmadığı görülebilir.
Osmanlı Döneminde
Hz. Ömer (radiallahuanh)’ın ilk olarak hayata geçirdiği yasa mahiyetindeki bu maddeler sonraki dönemlerde de benzer şekilde varlığını korumuştur. Meselâ İstanbul kadısına yazılmış bir hükümde şöyle denilmektedir: “Kefere taifesi ata binmeyüp ve samur kürk ve kalpak ve frengi kemka ve atlas giymeyüp…. çarşı içinde Müslümana mukabil geldiklerinde kaldırımdan inmeyüp…”[13]
Bu ve daha da ziyadeleştirebileceğimiz misaller gösteriyor ki benzemek meselesi tarih boyunca önemini korumuştur.
Yukarıdaki ifadeler sebebi ile zımmîlerin ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutulduğu fikri hâsıl olabilir. Hayati ihtiyaç ve sosyal yaşam açısından Müslümanlarla aynı hassasiyette yönetildikleri konu dışı bir izahı gerektirir. Yalnızca “benzememe” talebinin sadece Müslüman yöneticiler tarafından istenen bir şey olmayıp, gayrimüslimlerin de buna dikkat ettiğini göstermek adına 1526 yılında İstanbul Hahambaşısı Elie Mizrahi’nin Yahudilerin bir kısmının giydikleri cübbeleri, Hristiyanlara özgü kıyafetleri andırdığı gerekçesi ile yasaklamasını[14] hatırlatmakla iktifa edelim.
Gayrimüslimlerin yönetimi sadece kılık kıyafette değil, hayatın bütün alanlarında benzer hassasiyetle ele alınmış, hukukta adalet, sosyal hayatta özgürlük vb. hakları kısıtlanmaksızın gayrimüslimlerin gayrimüslim olduğu unutulmamış, mutlaka Müslümanlardan ayırt edilmiştir.
Benzemek isteyen onlardı!
Modern dünyada “izzetini yitirmiş” Müslümanların haline geçmeden önce küçük bir detay vermekte fayda var. Bizler bizi biz yapan tüm hassasiyetlerimizi hem yüreklerimizde, hem dış görünüşümüzde yaşamaya gayret ederdik. Kılık kıyafetimiz ruhumuzdaki maya ile bir olunca dünya gözümüze ufak gelir, koca dünyada dünyalık adına imrenilecek bir kıymet görmezdik.
Tarihimiz bize, başta “inanç” olmak üzere örf ve âdetimize bağlılığımızın kazandırdıklarını gösterir. Bunlar şimdilerde yitirmişliğin ızdırabını çektiğimiz izzetimizin vesilesi idi. Osmanlı’nın medeniyet ufkunu okumak, sanat, mimari, edebiyat, sosyal münasebetler ve daha nice pencereden bakınca hayranlık uyandıracak manzaralarla karşı karşıya bırakır bizi.
Maskeli balo geceleri düzenler gibi “Şark Gecesi” düzenleyen Avrupalılar, Osmanlı kıyafetlerini diktirir, onlarla gezelerdi. Çünkü o zamanın Şark’ı, bir bütün olarak Osmanlı topraklarıydı. Şimdiki gibi Batı’nin doğusu değil!
Avrupa saraylarının duvarlarını süsleyen tablolarda Osmanlı motiflerine sahip kıyafetlere bürünmüş nice Avrupalı görülebilir. Bir misâl olarak Fransa Versay Sarayı’nda kral ve kraliçenin Osmanlı kıyafetlerine büründükleri tabloları sunmak mümkün.[15] Evet, ressamlara çizdirdikleri tablolarında Osmanlı kıyafetlerine bürünen Avrupa kralları. Ya da nice gezginin hayranlık duyduğu sahneler.
Ya Şimdi?
Şimdi dünyamız garip. Şimdi ruhlarımız garip. Şimdi özenilen olmaktan çok uzak, özenti nesillerin türediği bir devirdeyiz.
Bilinen şeyler işte; okyanus ötesinden kimin hangi ruh hali ile çizdiği belli olmayan şeyler “moda” oluveriyor dünyamızda. Moda kavramıysa tam anlamı ile bir sihir. Koşa koşa gidilesi, tutulup asla bırakılmayası, tüm detayları ile hayata nakşedilesi talimatlar bütünü. Örf ve adetlerin bozuk paradan daha kıymetsiz bir eda ile harcanışına sebep…
Benzemek için kişiliğinden, kimliğinden vazgeçen, bunu büyük bir memnuniyet ile yapan, “benzemek” hedefine ulaşınca sosyal çevreye “fetihlerin muzaffer komutanı” edasıyla giren karmakarışık bir toplum…
Bir Müslüman evladı bu memleketten kalkıp Avrupa ülkelerine gidecek olsa, belki dil problemi dışında neredeyse hiçbir yabancılık çekmeyecek durumda. Kılık kıyafeti, eğlence anlayışı, yeme-içme tercihleri… Evet, hepsi öylesine benziyor ki nerede ise hiç yabancılık hissi almıyor bir Müslüman genç, bir Alman ya da bir Amerikalıdan…
El-Münavî’nin dış görünüşte benzemenin yasaklanmasında bir hikmet olarak öne sürdüğü şu tespit meselenin ehemmiyetini kavramaya dair önemli bir noktaya işaret ediyor:
“… dış görünüşte başkalarına benzemek, onlarla zahirde ihtilatı doğurur. Öyle ki hidayete ve rızaya nail olmuşlarla “kendilerine gazap edilmiş olanlar” ve “sapmışlar”ı zahiren birbirinden ayırt etmek mümkün olmaz.”[16]
Onlardan ayırt edilmeyeceksek ne hususiyetimiz kalır? Müslüman kimliğimizin onlarla olan farkımızı ifşa edecek kadar dahi tesiri olmayacaksa hayatımıza, “kimlerdensiniz” sualini sordurmayacak kadar onlardan oluşumuzun hesabını nasıl vereceğiz Allah’a?
Öylesine benzeyişimiz, öylesine onlar gibi oluşumuzun akla getirdiği bir de Nebevî haber var:
Ebû Saîd (radiallahuanh) rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahualeyhivesellem) şöyle buyurmuştur:
-Sizden öncekilerin yoluna adım adım, karış karış tabi olacaksınız. Hatta bir kertenkele deliğine girseler siz de gireceksiniz.
Derler: “Ya Rasulallah, Yahudi ve Hristiyanlara mı uyacağız?”
Hz. Peygamber (sallallahualeyhivesellem) der:
-Ya kime? (Tabii onlara uyacaksınız)”[17]
Bilmeliyiz ki ne dünyada şeref bulmak için ne de başka bir sebeple Allah’tan başkasına güvenmek, ondan başkasının direktifleriyle yol çizmek, bir hayırla neticelenmeyeceği kesin olan son’a yürümektir. Kitabullah’da; “Allah’tan başka dost edinenlerin hâli, kendine bir ev edinmiş olan örümceğin hâli gibidir. Hâlbuki evlerin en zayıfı örümceğin evidir, eğer bilselerdi.” [18] ayeti ile ifade edilen, dünyada dahi huzuru garanti edemeyen bir güven hissi ve temayül iki dünya için de hüsran ile neticelenecektir.
Oysa örnek nesil tutumu hiçbir zaman bu olmadı.
Onlar Allah Rasulüne ittibada kıl kadar sarkmadılar. Abdullah ibn Ömer gibi sahabiler Peygamber (aleyhisselamın) adım attığı yerleri dahi ezberlemişçesine oralardan yürür, o nerede devesini durdurup namaz kılmışsa orada namaz kılar, o nerede uyumuşsa o şekilde orada uyumaya gayret ederlerdi.
Yazı boyunca ifade etmeye çalıştığımız üzere tarih boyunca korumaya çalıştığımız bir “kimliğimiz” var idi. Bu kimliğimiz “Müslümanca yaşamak” çatısında onurumuzu, farklılığımızı, haysiyetimizi korumayı, taklitçi seviyesizliğinden uzak kalmayı, yeri ve zamanı geldiğinde “ben varım” demeyi öğreten kimlik idi.
Yazımı daha önce kaleme aldığım bir yazıdan iktibas ile sonlandırırken “Müslümanca yaşamak” ve “izzetin yeniden kazanılması ve muhafazası” vazifelerinde o günlere özlem ile ziyade gayret temenni ediyorum… Olmasını temenni ettiğim şey “Amerikayı yeniden keşfetmek” değil! Zaten tarih boyunca yaşattığımız ruha geri dönmek.
Aksiyonumuz İzzetimizdi
Bir kamuoyu araştırması yapılsa “hareketlilik” diye tanımlanacak olan “aksiyon” kelimesi için Türk Dil Kurumu sözlüğünde ilk anlam olarak “Bir kuvvetin, maddi bir etkenin, bir düşüncenin ortaya çıkması” verilmiş. Aksiyon kavramının bize anlattığından çok daha derin bir mana ile, çok daha kıymetli bir gayretin neticesi olarak tanımlanmış.
İşte biz bu derinliği, bu kıymetli gayretimizi kaybettik.
Kuvvetimizi sarf edeceğimiz şeyleri iyi seçemedik. İzzetimiz üzerimizdeyken “dünyası tek olanlar” gibi yaşamıyorduk. İki dünyamız var idi; önceliğimiz ise ahiret! Varlığımızı, ta ki canımızı da bu yola feda edinceye dek harcardık hep o dünya için. Uğruna binler şehid verdiğimiz bu topraklar için savaşırken “Vatan sevgisi imandandır.” hakikatini unutmadık. Nice toprakları fethederken “i’lây-ı kelimetullah” davasını “Allah yolunda muharebe edin.”[19] emriyle perçinlemiş, bunlardan aldığımız heyecan ve huzuru yüreğimizde hissetmiştik. Gittiğimiz yerlerde “yeni hayatların” doğmasına vesile olmuş, ölü kalplere can vermiştik!
Maddi varlığımızı bizim olarak görmedik. Emanetçi gördük kendimizi ve emanetin sahibi olanın emri doğrultusunda, o yolda sarf etmekle mükellef olduğumuzu hiç unutmadık. Biz, dünyası tek olanlardan olmadığımız için, bu dünyamız için kullanmadık emanetleri. Dünyamız iki idi ve yatırımı ikinci dünyaya yaptık. Tüm maddi kazanımların nefsimizden değil, nefsimizi esir etmekten geldiğine inandık. Çil çil kubbeler serdik arza. Koca koca minarelere astık “hak davanın bayrağını.” Binler yavrular Kur’an-ı şakısın diye yan yana dizdik medrese odalarını. Ortalarına vasiyet ettik mezarımızı. Ölümün ardından bir fatiha bekledik belki yalnızca; binler şakirdin dinlediğimiz duasından sonra.
Biz, düşüncelerimizi de aynı yolun yolcusunu arttırmak için koşturduk. Tüm zihinsel eforumuzu hakkın yolcusu çoğalsın diye sarfettik. Ahmed Cevdet Paşa’nın sosyoloji ilimlerini “İslâma hizmet” potasında eritmesini de bu vecheden okuduk, Necip Fazıl Kısakürek’in aydınlatmaya çalıştığı gençliğin peşinde koşmasını da. Said Halim Paşa’nın hakkı müdafaasından memnunduk, İskilipli Atıf Hocanın akan masum kanına üzüldüğümüz kadar. Asırlardır batıla dur diyen ulemanın izzetini bu davada bulduğundan da emindik, nice büyüklerin kendini küçük göstermeye çalışırken “hikmetin” onları büyüttüğünden de.
Aksiyona dönüşmesini murad ettiğimiz fikirlerimize İslâm’ın cephanesini yükledik her daim. Biz mü’minin ferasetinden sakınmayanların durumu seyrettik tarih boyunca. Ta ki mü’mince bakış ferasetimizi kaybedip, dün “kasabamız” olamayacakların karşımızda olanca heybeti (!) ile kestiği pozları görünceye dek.
“Asıl üstünlük, ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir”[20] kavlini unuttuk unutalı, izzetimizi korumak için tüm aksiyonlarımızı terk ettik edeli zelil olduk. İzzetli iken zelil oluşumuzun verdiği sarhoşluk ile toparlanamadık bir türlü.
Dipnotlar:
[1] Ebu Davud; Libas, Ahmed b. Hanbel,
[2] Tirmizi, Taberâni; el-Mu’cemu’l-Evsat
[3] Müslim, Teharet, 16; Buhari, Libas, 62.
[4] Müslim, Sıyam. Efendimiz (sallallahualeyhivesellem) aşure günü (10 Muharrem) oruç tutmuş, kendisine o güne Yahudi ve Hristiyanların da büyük tazim gösterdiği bildirilmişti. Bunun üzerine O (sallallahualeyhivesellem), “Gelecek sene inşaallah 9. gün de tutacağız.” buyurmuş lâkin gelecek sene muharrem ayına yetişemeden dar-ı bekaya irtihal etmişlerdi.
[5] Makalâtu’l-Kevserî,I,267, Tercüme: Ebubekir Sifil
[6] On birinci hicri asır Şâfi’îlerinin büyük âlimlerinden Necmu’l-Ğazzî’nin “Hüsnü’t-Tenebbüh fî Ahkâmi’t-Teşebbüh isimli eseri, bu ve diğer kendini başkalarına benzetme mevzû’larında çok mühim bir eserdir. Abdülğeni en-Nablüsî, el-Hadîkatü’n-Nediyye’de bu eserden bir çok kıymetli nakillerde bulunmaktadır. Bkz: Huseyin Avni Kansızoğlu, Elbisede Aranan Vasıflar-2 başlıklı makale.
[7] Nuruddin Talib başkanlığında bir heyetin tahkiki ile Daru’n-Nevâdir tarafından 12 cilt olarak basılmıştır. Bkz: Makalâtu’l-Kevserî,I,267, Tercüme: Ebubekir Sifil
[8] DİA, “Şurut-u Ömeriyye” maddesi
[9] Şurut-u Ömeriyye’nin farklı rivayetlerden derlenerek 28 madde ile oluşturulmuş ortak metni için Bkz: Ebubekir Sifil, Hz. Ömer ve Nebevî Sünnet, s.43, ( Ebubekir Sifil ilgili naklin dipnotunda rivayetler hakkında bir kısım tartışmalara da yer vermiştir.)
[10] Rıhle Dergisi, Sayı 11, 9
[11] Örneğin Bkz: İmam Ebu Yusuf, Kitabu’l Haraç, s.207, Özek Yay., İsanbul, 1973.
[12] Prof. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usûlü, s.81: (İbn Hacer, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahabe’den)
[13] Ahmet Hikmet Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler, s.22
[14] Ahmet Hikmet Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler, s.23.
[15] Talha Uğurluel, Dünyaya Hükmeden Sultan Kanuni, s.184.
[16] El-Münavî, Feydü’l Kadir. Bkz: Rıhle Dergisi, Sayı 11, s.12
[17] İbn Mace, Fiten
[18] 29/Ankebut-41
[19] 2/el-Bakara-244
[20] 63/el-Munafikun-8
Cevapla