‘Tarihselci’nin Yol Haritası

Tarihselci okumada hermenötik okuma yöntemi merkezi bir konumdadır. Hatta hermenötik okuma, tarihselciliğin her şeyidir. Hermenötik okuma aslında yorum bilimi olarak bilinir. Yunan mitolojisinde tanrılardan aldığı emirleri insanların anlayabilmesi için yorumlayıp kendi sözleriyle aktaran elçi Hermes‘ten alır adını. Hermes, en büyük tanrı olan Zeus‘un oğludur; yarı insan yarı tanrı olduğundan bahsedilir. Küçük bir parantez açalım: Hristiyanlıktaki baba-oğul-kutsal ruh teslisiyle tanrı oğlu Hermes’in hikâyesi birbiriyle tıpatıp benzer. Günümüz Hristiyan teolojisinin Yunan mitolojisiyle ikiz kardeşler kadar benzerliği dikkatimizden kaçmamalı. Bu önemli ayrıntının farkında olarak Batı ve Hristiyanlığa bakarsak birçok taşı yerine oturtabiliriz.

Hermenötik okuma aslında yeni bir bilim dalı değildir. Kökleri Ortaçağ Hristiyanlığın’dan da önceye giden bir yöntem bilimidir diyebiliriz. Odaklandığı temel soru “acaba metni en doğru şekilde nasıl anlayabiliriz?” sorusudur. Bu soruya en çok Tanrı buyruklarının ne ifade ettiğini anlamakta ihtiyaç duyan Hristiyan Dünyası, İznik Konsili’yle meşru kabul ettikleri dört İncile hermenötik okumayı uygulamaya başladılar. Bu uygulama aslında Hristiyanlar açısından anlaşılabilir haklı bir çabaydı. Nitekim ellerinde yazılmış tek bir kutsal kitap yok; o kitabın anlaşılabilmesi için uygulanmış peygamber pratiği yok; gerek kutsal kitabın gerekse de peygamber pratiğinin sonraki nesillere aktarılması adına tevatürle güçlendirilmiş hafızlık, yazıya geçirme vb gibi uygulamalar yok. Son tahlilde ellerinde kalan tek şey, Hz. İsa’dan çok sonra yazılmış birbirleriyle birçok açıdan çelişen insan telifi dört İncildi. Din gibi insan davranışlarını belirleyen temel bir etkenin bir şekilde anlaşılabilir kılınması ve insanların kafalarındaki çelişkilerin giderilmesi şarttı. Hermenötik okuma, bu açıdan Hristiyan ruhbanlarının günü kurtarmak adına cankurtaranı oldu diyebiliriz.

Hermenötik okumaya göre metni en doğru şekilde anlamanın yolu, okuyucunun kendini metin sahibinin yerine koyarak ve onun gibi düşünmeye çalışarak metne tekrar bakmasından geçer. Bu bakış açısı metin sahibinin insan olduğu herhangi bir kitapta/metinde işe yarayabilir. Mesela muharref İncil yazarlarından biri olan Luka‘nın yerine kendinizi koyabilirsiniz. Onun yaşadığı dönemdeki şartları tarihten öğrenebilirsiniz. İlgili tarihlerde yaşanan olayların Luka’yı nasıl etkileyebileceğini tahmin edebilirsiniz. Bu sayede onun psikolojik durumunu tahmin edip metni tekrar okur ve bu sayede İncilini daha iyi anlayabilirsiniz. Batı, öteden beri bu okuma tekniğiyle ciddi bir yol kat etti kendince. Ancak unutmamak gerekir ki bu yöntem Hristiyanların kutsal metinlerini anlayabilme konusundaki çaresizlik sonucu ortaya çıktı. Zira ne ellerindeki İncil tek bir kitaptı ne de Hz. İsa’nın pratiğini kuşaktan kuşağa aktarabilmiş mütevatir gelenekleri vardı.

Tarihte İslam dünyası bu yorumlama yönetimine itibar etmedi. Çünkü metnin sahibi bizzat Allah’tı. Ve onu bize aktaran Peygamberimiz (s.a.v) en ufak bir değişiklik yapmadan bize aktardı. Aktarılan bu vahyi nasıl anlayacağımızı da yine peygamber anlattı ve gösterdi. Bu faaliyet de sahih sünnetle bize ulaştığı için başka yöntemlere ihtiyaç duymaksızın dini anlamayı kendi iç dinamiklerimizle en iyi şekilde halletmiş oluyorduk. Bu dinamikler tarihte bütün Müslümanlara çok büyük bir özgüven verdi. Çünkü alnımız açıktı. En küçük bir tereddüte yer bırakmayacak şekilde Kur’an’ın ve sünnetin tarihteki yolculuğunu biliyorduk. Karanlık noktalar yoktu. Oysa Hristiyanlığın ve İncilin karanlık ve kör noktaları, müntesiplerini her zaman yeni arayışlara itti.

 Müslümanlardaki bu özgüven maalesef Batı’nın Sanayi İnkılabıyla elde ettiği ivme ve sonrasında gelişen modernizm akımıyla geriledi. Hatta bazı Müslüman aydınlarda aşağılık kompleksine yol açtı. Hal böyle olunca bir takım Müslüman ilim adamlarımız, aşağılık ve eziklik psikolojisiyle Hristiyanlığın günü kurtarmak adına geliştirdiği hermenötik okumadan medet ummaya başladılar. Bu medet umma hareketi zamanla gelişerek “tarihselcilik” akımı olarak karşımıza çıktı. Tarihselci okumada metin, belirli bir tarih, coğrafya, sosyoloji ve psikolojide yazıldığı için okuyucu, zihin olarak o döneme gitmeli ama o dönemi kendi dönemine getirmemelidir. Yani metni doğru anlamak için o döneme gittik, metni doğru anladık ve bitti. O metin, o döneme ait olduğu için günümüzde herhangi bir geçerliliğe sahip değildir. Metin, belli bir tarihe aittir ve o tarihin reçetesidir. O reçete günümüzde geçerli olamaz çünkü şartlar değişmiştir. “Biz en fazla o metinlerden bazı evrensel ilkeler çıkarabiliriz. Ama daha ötesi yoktur” der tarihsel bakış açısı.

 Artık karşımızda kendi kaynaklarına güvenmekten aciz, Batı’nın yaptığı her şeyde bir hikmet arayan modernist bir ilahiyatçı tiplemesi var. Sanki 1400 yıldır Kur’an hiç tefsir edilmemiş, hiç anlaşılmamış gibi o da hemen hermenötik okumayı kendi kitabı olan Kuran-ı Kerim’e uygulamaya çalışıyordu. Yalnız büyük bir sıkıntı vardı. Hadisleri “beşer sözü” diyerek kendilerince tarihe gömebiliyorlardı ama Kur’an, bizzat Allah’ın kelamıydı. Yani metnin sahibi Allah’tı. Allah için zaman mefhumu söz konusu olmadığı gibi, kelamı için de bu hakikat geçerliydi. Kur’an, Dünya durdukça her dönemde geçerli hükümler içeriyordu. Kur’an, Allah’ın olduğu için hermenötik okuma yapmak mümkün değildi. Zira insan, kendini O’nun yerine koyup metni yeniden yorumlayamazdı. Öyleyse bizim aşağılık kompleksli ilahiyatçı ne yapacaktı?

“Acaba diyorum. Allah, ayetleri Peygamberin aklına, gönlüne ilham etmiş de Peygamber de o ayetleri kendi cümleleriyle yazdırmış olmasın?” gibi son derece kurnazca bir soruyla metnin sahibini Peygamber yani bir insan yaptı. Bu sayede kendini artık insanın(peygamber) yerine koyabilirdi. 1400 yıldır hiç anlaşılamamış İslam, artık anlaşılabilirdi! Kur’anı hermenötik okumayla yeniden yorumlayıp Batı’dan büyük bir aferin alabilirdi artık. İşte tarihselci ilahiyatçımız bunu yaptı. Artık Kur’an bir “beşer sözü!” olduğu için rahatlıkla ameliyatını yapabilirdi metinde. Mesela “Musa-Hızır kıssasını bu zamanda kimseye anlatamayız. Bunların değişmesi lazım” diyebilecekti. “Tanrı çok merhametlidir oysa Kur’an’da insanları tehdit ediyor. Ben bunu Tanrı’ya yakıştıramıyorum!” diyerek Hristiyan teolojisindeki Tanrı kavramına göz kırpabilecekti. Ve daha nice hezeyan ve iftiraya kapı açılabilecekti.

 Önümüzdeki süreçte ameliyata kalkıştıkları Kur’an-ı Kerim hakkında daha neler neler söyleyeceklerini Allah bilir. Onlar aşağılık kompleksiyle misyonlarını yerine getirmeye çalışırken bizim boş durmamamız şarttır. Kur’an’ın sahibi Allah’tır ve kendi kelamını koruyacağından en ufak bir tereddütümüz yoktur. Bize düşen en acil ve öncelikli görev, İslam’ı sahih kaynaklardan öğrenmek ve yaşamak olmalıdır. Belli bir düzeye geldikten sonra bu tarz sapık fikirleri de tanımalıyız. Herkes bu derde düşüp çaba gösterirse teveccüh bulamayan malum şahıslar, Allah’ın izniyle tarihin tozlu sayfalarında kaybolup gidecektir. Öncelikle kendimizi yetiştirip ıslah etmeye çalışacağız. Zira kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.

 Selam ve dua ile…

Feyzullah Akdağ yazdı..

Editör
Musellem.net editörü...