İnsan münhasıran Hâlik”ının takdiriyle, keyfiyetine hiç bir şekilde müdahil olamadığı bir zaman ve zeminde imtihan meydanı olan şu dünya hayatına gelir. Şahsiyet kazanıp bir fert olarak cemiyete karışana değin ve hatta ekseriyet için mütemadiyen bu ictimâî vasatın adetleri, doğrular ve yanlışlar hakkındaki umumî kabulleri, iktisadî, hukukî ve siyasî sahalardaki müesseseleriyle kuşatılmıştır. Dolayısıyla ferdin maziye dair tarz-ı telakkîsi, hale müteallik meşguliyetleri, istikbale müteveccih hedefleri, zamanlar üstü kıymet hükümleri hep onu kuşatan bu sosyal yapının şuur ve şuuraltı algı dünyasına aktardığı telkinler ile şekillenir.
Küllî planda “Arzda seyr edin ve sizden öncekilerin akibetleri nasıl olmuş nazar edin” ayetiyle, ferdî planda ise “Nefis yarın için önceden ne hazırladığına baksın” ayetiyle ifade olunan mâzî, bütün teşriî emirlerin evvelen tanzimine yöneldiği hal, niyetler ve idealler açısından hayâtî olan istikbal ve her biri ayrı ehemmiyeti haiz bu üç zaman mefhumunu aşan zamanşümüllük elbette burada toptan ele alınabilecek kadar basit hakikatler değillerdir.
Bunlardan fiili hayatımız için en müessir olan tabular ise elbette hâl”e ilişkin olanlarıdır. Bu peşin kabullerin hiç şüphesiz mazî ve istikbale dair doğrudan belirleyiciliğinin söz konusu olduğu cihetler de vardır. Lakin bu iki sahada daha ziyade teorik ve zihnî bir etki icra ederler. Hale ilişkin tesir ise hem sahip olduğumuz yegane sermaye olan şimdi”yi alakadar etmekte hem de istikbâlin hangi yönde istikametleneceğine tesir eylemektedir.
Bizzat belirleme şansımızın olmadığı, ceddimizden tevarüs ettiğimiz ve kendimizi orta yerinde bulduğumuz bu sosyal vasatın zihnî kuşatmaları, doğruluğunu tartışmak aklımıza bile gelmeyecek tabuların girdabına bizi hapseder. Bu ölçülerle düşünür, bu ölçülerle tartar , bu ölçülerle hüküm verir hale geliriz. İşte tam olarak bu nokta bizim aklî faaliyetlerimizin tarihsellikle illetlendiği noktadır. Beşer için kaçınılmaz olan bu tarihselliğin dışına çıkabileceğimiz, halin kuşatmışlığından kurtularak onun murad-ı ilahiye ve fıtrata uygunluğunu mizan edebileceğimiz yegane mi”yar ise Kelâm-ı İlâhî ve onun tasvir ettiği fert ve cemiyettir. Yani insanın ve cemiyetin kurtuluşu için ilâhî kelamın tarihsellikten münezzeh olması zarurîdir. Belki de şeriatlerin neshinin online casino hikmetlerinden biri bu ilâhî kelamların tahrif ile tarihselleştirilmeleri ve zamanlar üstü ölçü olma vasfını kaybetmeleriydi. Zira bu tahrif ameliyesinin ilâhî kelâmı objektif ve mutlak ölçü olmaktan çıkaracağı, beşerî ve tarihsel olan insan aklının zan ve hevasına maruz bırakacağı aşikardır. Bu durumda müteakip nesle intikal edecek olanın hatadan münezzeh vahiy değil hiç bir tercih sebebi olmaksızın bir öncekilerin kabulleri olacağı da izahtan varestedir.
Mezkur zaviyeden bakıldığında Kelam-ı Kadîm”in tarihselliğini iddia etmek; insanları mutlak ve değişmez ölçüden mahrum etmek ve beşeriyeti yaşadığı ana nispetle hükümlerinde hayli izafî olan, adaleti değil menfaati celbe meyyal bulunan akla yani bizzat tarihsel olana esir etmek neticesini verir. Bu ise nasslarla beyan edilen imtihan hikmetine ve Hz.Allah”ın insanlığın her manada kemale ve nimete terakkî etmesi yönündeki muradına terstir.
Elbette tarihselcilik çok daha etraflıca tefsir ve kelam ilimlerinde belli bir seviyeyi tahsil etmiş olan ehlince ele alınmakta, eleştirilmekte, doğruları ve yanlışlarıyla kritik edilmektedir. Lakin yukarıda izaha gayret ettiğim basit akıl yürütmenin neticesi bile bu tezi zorlayabilecek kifayettedir. İnsanın tarihselliği ona hitabın tarihsel oluşunu beşer planında gerektirse de hitap edenin Hz. Zât olduğu düşünüldüğünde aynı tahdidin geçerli olduğunu düşünmek Kuran”ın ifadesiyle Allah”ı hakkı”yla takdir edememektir. Ayrıca bizim gibi vahyin tamamlanışı ve dinin kemale erdirilişi sürecine nispetle istikbalde gelen ümmetler için ahkâmın tarihselliğinin hiç ifade edilmemiş olması; tarihî olan hükümlerle, zamanlar üstü ahlak ilkelerinin ne Şârî-i Mutlak Hazretleri ne de Efendimiz (A.S)tarafından ayrı ayrı belirlenmemesi, dinin en hayatî alanı olan ahkam bahsinin bu meselesinin akıl ve idraklere yani ihtilafa havale edilmiş olması ve bin küsür yıldır da hiç mesele edilmemesi dinin mahiyetine, teşr-î hikmetine açıkça aykırı bir durumdur.
Hüsün ve kubhun, doğru ve yanlışın insanın aklediş ve hüküm verme ölçülerindeki tahavvül ve tebeddülata göre yer yer tam zıddına dahi evrilebileceği zamansal bir izafiyet sunan bu teorinin değişmez temel ilkelerini tespit de nihayetinde aklın hakemliğinde olmaya mecburdur. Bu durumda, vahyin; tarihsel aklın ona söyletmek istediklerini söylemek zorunda kalan ilahi bir yol gösterici seviyesine indirgenmesi kaçınılmaz bir netice olacaktır. Dînî neşriyat sahasında bir tek Ku”ran”a mukabil yüzlerce meâlin tedavülde olması gramer ve lugat tercihlerinden ziyade iş bu tarihsel aklın metinle olan izâfî temasıdır.
Tüm bu nedenlerle biz Kuran”ın her nevî ahkamıyla mutlak, cihanşümül ve zamanşumül olduğunu, kendisini şerh eden ve benzeri görülmemiş bir hassasiyetle zapt altına alınmış sünnet-i sahiha ile birlikte İlâ yevmil kıyam sırat-ı müstakimin yegane haritası olduğunu, aslî ölçülerinin her fert, cemiyet ve devir için değişime ve müdahale kapalı bulunduğunu düşünüyor, düşünmenin de ötesinde böyle inanıyoruz.
Hidayetten sonra kalplerimizin sapmasından Allah”a sığınırız.
Cevapla