Siyasî, Hukukî ve Vicdanî yönleriyle
Osmanlı’da Kardeş Katli Üzerine
Çü şah baştır memleket ona ten
Yaramaz iki başlı olmak beden
Bir iklime sığmaz iki padişâh.
Kemalpaşazade
Başlarken
Yazıyı hazırlarken başvurduğum her kaynaktan aktaracak bir çok mesele ile karşılaştım. Şumüllü bir yazı olsun diye ümid ettim ancak yazı uzadıkça uzadı. Bu da okuyucuyu sıkıcı bir durum olacağı düşüncesini beraberinde getirdi. Bu sebepten açıkça söylemeliyim ki yazıda aktarmadığımız tarihi olaylar, meselelere dair görüşler, kimi yerlerde itirazlar, itirazlara verilen cevaplar vs. yazıya dahil edilmedi. Buna rağmen yazı nisbeten uzun oldu. Ancak yazıda sıkıcı ve doğrudan nakilci bir üslup kullanmadığımızdan okuyucuları sıkmayacağını ümid ediyorum.
Yazı ne salt olarak tarihi bir olay ne de hukuki bir mesele anlatılıyormuşçasına ele alınmaya çalışıldı. Okumak üzere sabır gösterenler hakikati yorumlarıyla takdir edecektir.
Giriş Niyetine
Mesele Osmanlı tarihi adına önemli; meseleye dair çok yazıldı çok konuşuldu. Çeşitli izahlar getirildi, söylendi, paylaşıldı. Kimi zaman yine/yeniden gündeme gelişinden insanlar sıkıldı. Ama çok defa aleyhte propaganda yapanlar için en büyük koz oldu ve günaşırı “Osmanlı Sultanları tahtları için kardeşini öldürmekten imtina etmedi” yaygarası aldı başını yürüdü.
Kabul!
Duyunca vicdanların sızladığı bir meseleye tek düze bakmak mümkün olmadığı gibi “olmasa olmuyor muydu?” diye sorgulamaksızın kabullenmek de kolay değil. Bununa birlikte vicdan ve genel kabullerin “olamaz” demesi ile de “olmaması gerektiğine” hüküm vermek de doğru değil.
Bunun için aşağıda sunmaya çalıştığımız izah ve bakış açılarını anlamaya gayret etmek, olayları yaşandığı zamana göre değerlendirmek, öncesi ve sonrasında bize ulaşan tecrübeler ile meseleyi anlamaya çalışmak ve tüm bunları yaparken ön yargılardan sıyrılmış bir ruh haline sahip olmak önemli.
Siyaseten Katl
Osmanlı’da şehzade ölümleri meselesini konuşmaya başladığımızda öncelikle bir tasniften söz etmek gerektiğini söylemek durumundayız. Şöyle ki;
Eğer bir kimse iktidarı ele geçirmek için meşru bir devlete karşı ayaklanırsa buna isyan denir. Cezası ise bütün hukuk sistemlerinde idamdır. Bir kısım isyan eden şehzadeler işte bu suçtan dolayı idam edilmişlerdir. (Savcı Bey’in babası I. Murad’a, Cem Sultan’ın ağabeyi II. Beyazıd’a, Şehzade Bayezid’in babası Kanuni’ye isyanı böyledir.)
Henüz ayaklanmamış ama ayaklanma hazırlığı içinde olanlara “sâî bil-fesâd” denir. Bu durumda da idam ile cezalandırılacağını söyleyen hukukçuların sayısı çoktur
Bir de üçüncü çeşit vardır ki bunda bir isyan emaresinden söz edilemez. Fakat ileride muhtemel bir ayaklanma endişesi söz konusudur. Nizam-ı âlem için idam tatbik edilir. Devletin birliği ve dirliği için yaşaması zararlı görülen kimselerin bu şekilde öldürülmesine siyaseten katl denir.[1] Fatih’in kanunnamesi buna dairdir ve ulemanın çoğu da buna cevaz vermiştir. İçtihad ile verilen fetvada başkalarının içtihad ile fetva vermemesi bunu geçersiz kılmaz.[2]
Kardeş Katli “lâzım” değil, münasiptir.
Burada bir konuya açıklık getirelim ve bu hayati ayrıntıyı unutmayalım: Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yazdırılan kanunnamede taht sahiplerinin kardeşlerini öldürtmesi emredilmemiş, yapılması şart koşulmamış sadece cevazı ifade edilmiştir. Kardeş katlini tanzim eden ifade aynen şöyledir: “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşın nizam-ı âlem içün katl itmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmişlerdir. Anınla âmil olalar.”
Görüldüğü gibi vaciptir, farzdır ya da lâzımdır denmemiş, münasip olduğu ifade edilmiştir. Hakikattir ki her padişah da kardeşini katletmiş değildir. O halde tanzimi Fatih ile başlayan ve sadece cevaz ifade eden bu maddeyi tüm Osmanlı için zorunlu kılınmış bir ameliye telakki etmek ve bunun üzerinden aleyhte propaganda etmek doğru olmayacaktır.
Cümledeki “nizam-ı âlem içün” ifadesine gelince aşağıda somut örneklerle üzerinde durulacağı için şimdilik şunu söyleyip geçmek ile yetiniyoruz: Nizam-ı âlemin yerine gelmesi için önceden herhangi bir isme öncelik tanınmıyor, kimin bahtı ve dirayeti uygun düşerse onun tahta geçmesinin önüne bir engel konulmuyor. Dirayeti ve kabiliyeti bahtı ile birleşip tahta geçmeye muktedir olan kimsenin “hâkimiyetin bölünmezliği” ilkesini yerine getirmesi için elinden geleni yapmasına vurgu yapılıyor. Bunu yaparken âlem-i islâmın bütünlüğü esas alınıyor ve bu dava uğruna da vazgeçilebilecek kıymetlerin en büyüğüne işaret ediliyor. Mesele, nizam-ı âlem ile ümmetin kuvvet ve bütünlüğünün önüne geçebilecek arızaların def olunmasıdır. Şahsi menfaatlerin muhkem kılınması değil!
Fatih’in Kanunu Çıkarmasında Amil Bir Sebep
Bu olaya özetle de olsa değinmek faydalı olacak. Malumunuz Sultan Mehmet (henüz Fatih değil) tahta ilk geçtiğinde daha çocuk yaşta idi (14). Babası II. Murad’ın inzivaya çekilerek tahtı çocuk yaştaki oğluna bırakması Hristiyan âleminin gözünü döndürmüş, daha önce yemin ederek anlaşma sağlamış olmalarına rağmen kiliseden aldıkları fetva (!) ile yeminli anlaşmayı bozarak Osmanlı’ya saldırma hazırlıklarını yapmaya başlamışlardı. Sultan Mehmed’e paşaları tarafından tahtı bırakması telkini Sultan Mehmed’in sözünün dinlenmemesi gibi bir realiteyi de beraberinde getiriyordu. Sonuç olarak Sultan Mehmed babasını tahta çağırmış, belalar def edilmiş, Sultan Murad vefat ettikten sonra tahta yeniden Sultan Mehmed oturmuş ve sözünü dinlemeyen paşalara olan kızgınlığı ile birlikte onlarla iş tutmak zorunda kalmıştı. Bu durum iki taraf için de bir huzursuzluk vesilesi idi ve Paşalar, Sultan Mehmed’in hal edilip yerine çok daha küçük yaştaki kardeşinin geçirilmesi gibi fikirler taşıyordu. Sultan Mehmed bu planlardan haberdar olması ile kardeşini öldürtmüş ve kendinden başka bir varisin olmaması gerekçesi ile kendisinin hal edilemeyeceğini ortaya koymuştu.
Sultan Mehmed daha sonra adet halini alması muhtemel olan büyük bir tehlikeyi önlemiş idi. O da paşaların sözünün geçmesi, adeta devleti kendileri yönetmek için her zaman tevessül ederek küçük yaştaki şehzadelerin tahta oturmasını sağlamak olacaktı. Bunun büyük bir fitne olacağı aşikârdır. Fitnenin adam öldürmekten daha büyük bir vebal olduğu düşünülünce Fatih’in bu yaptığına hak vermek feraset sahibi kimseler için zor olmayacaktır.
Evet, fitnenin engellenmesi adına Fatih’in bir kanun ile tanzim ettiği katl meselesini Fatih’ten önceki dönemlerde yaşanmış olaylarla somut olarak ele alalım.
Tek yürek olmak Osmanlı’nın ruhunda vardı
Osmanlı’nın kurucusu Osman beyin oğlu Orhan Bey’in vefatından sonra Hüdavendigar lâkabı ile anılan oğlu I.Murad babasının vasiyeti ve vezirlerinin ittifakıyla hükümdar olurken, saltanat davasına kalkışan iki kardeşi İbrahim ve Halil beyleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Bizans İmparatorunun oğlu Andronikos ile birlikte olup kendisine isyan eden oğlu Savcı Bey’i yine devletin sıhhat ve selameti için öldürttü. [3] Daha o zamandan gelecekte bu tür isyan fitnelerinin olacağı belli olmuş, bunun için de gerekli önlem alınarak evladı dahi olsa hak davanın sancaktarlığını yapacak bir devletin bölünmesine sebep olacak olan kimse ortadan kaldırılmıştır.
11 yıl fitnenin acısı ile kıvrandık
Sultan Orhan’ın dirayeti ile başlamadan engellenen olaylar olduğu gibi (ki ithamlar hep buradan gelir) ani gelen ölümler sebebi ile fitnenin engellenemediği de olmuştur. Bunlar içinde bizim için en büyük ve acılı örnek, 11 yıllık fetret devrine sebep olan Yıldırım Bayezid’in Anakara Savaşında Timur’a esir düşmesidir. Bu olayın ardından devlet adeta dağılmış, Çelebi kardeşler saltanatta hak iddia etmişler, 11 yıl boyunca kardeşler arasında savaşlar devam etmiş, binlerce Müslüman birbirini vurarak ölmüş, öldürmüş, devletin büyümesi durmuştur.
Devletin ikinci banisi olarak kabul edilen Çelebi Mehmed diğer kardeşlerini ortadan kaldırarak tek başına hâkimiyetini ilan edene kadar devam eden bu fitne ateşi feraset sahipleri için çok büyük bir örnektir.
Burada bir hususa dikkat çekmeden geçmeyelim: Bugün Edirne’de Eski Cami adı ile bilinen Edirne’nin en eski camisi Süleyman Çelebi tarafından fetret döneminde inşa edilmeye başlanmıştır. Daha sonra Musa Çelebinin eline geçmiş yapımını o devam ettirmişse de onun da ölümü sebebiyle Mehmed Çelebi tarafından ancak tamamlanmıştır. Şimdi Selimiye ve Üç Şerefeli Camilerin yapımından dolayı Eski Cami olarak anılan bu cami üç el değiştirmesine rağmen o vakte kadar adı değiştirilmemiş, Süleyman Çelebi adıyla anılmıştı. Bu bize kardeşlerin birbirleri ile olan savaşların kişisel kin, nefret ve adavet için yapılmadığını göstermek için küçük bir anekdot değil midir?
Yukarıda Savcı Bey’in isyanından söz etmiştik. Şimdi aynı dönemde söz konusu olan başka bir isyan ve sonucu ile ilgili kıyas ile meseleye yakından bakalım:
I. Murad’ın oğlu ve taht naibi Savcı Bey ile Bizans Kralı V. Yoannis Paleologos’un taht naibi ve oğlu IV. Andronikos Palaiologos babalarına karşı ortaklaşa bir isyanda bulunurlar. Her iki baba da oğullarının isyanlarını bastırır ve gözlerine mil çektirirler. Osmanlı Padişahı oğlunun iki gözüne birden mil çektirirken Bizans Kralı, Osmanlı Hükümdarından daha insaflı (!) davranır ve oğlunun tek gözüne mil çektirir. Osmanlı Hükümdarı, oğlunun bir başka isyana araç olarak kullanıldığını görünce onu öldürtür. Bizan Kralı ise oğlunun mahpushanedeki bütün dalaverelerine rağmen ona kıyamaz ve nihayetinde bu oğul bir şekilde mahpushaneden çıktıktan sonra tekrar isyan çıkartır. Bu isyanda on binlerce kişi ölür ve sonuçta babayla kardeş zindana atılırlar. Sonra da dış bağlantılarla mahpustan çıkan bu şahıslarla isyanlar devam eder, kargaşalar böylece sürüp gider. Osmanlı’da ise bu padişah döneminde bir daha isyan yaşanmaz, I. Murad bu vesileyle hükümdarlığını ömrünün sonuna kadar iç problem yaşamadan yürütür. Ayrıca ‘’Sultan’’olarak anılan ilk Osmanlı Padişahı olarak önemli fütûhâta imza atar. Bizans ise Osmanlı’nın aksine, Venedikliler’in manipülasyonları ve yönlendirmelerine maruz kalmak suretiyle buhranlı dönemler yaşamaya devam eder.
Soru şu: Milletin(in) varlığı, huzuru ve Devletin(in) bütünlüğü-bekâsı noktasında kimin yaptığı daha isabetlidir? Kim haklı çıkmıştır?
Tarihi bir hakikat daha var: Malumunuz Osmanlı 600 yılı aşkın bir ömür sürdü, kimi zaman üç kıtaya hükmederek. Birçok tarihçi 600 yıllık varlığı hususen iki meseleye bağlarlar. Bunlardan birisi kardeş katlini gerçekleştirecek kadar nizam sevdasına sahip olması, diğeri evlendikleri kadınların çok büyük oranda yabancı uyruklu olması. Yabancı uyruklu kadın ile evlenmek bürokraside torpil isteyecek kimsenin olmaması, hanım tarafından hak iddia edecek nesillerin türememesi demek.
Tarihte çok büyük bir devlet olan Selçuklular’da siyaseten katl müessesesi Osmanlı’da olduğu gibi çalışmadığından ömrü bu kadar uzun sürmediği gibi, yıkılışı parçalanmışlıktan sebeptir. Evlatlar arasında bölünen topraklar bütünlüğün de yok olmasına sebep olmuş, “böl parçala yut” öğütücüsüne yem olmuştur.
Yine Bizans’ın -1058 yıllık ömrüyle- tarihin en soluklu devleti olmasına karşın birden çok hanedan tarafından yönetilmiş olması, yöneticileri bir aileden çıkan Osmanlı hanedanının tarihteki en uzun hanedan olması da akılda tutulması gereken bir başka hakikat.
Hukukî/Fıkhî boyutu ile kardeş katli
Kur’an-ı Kerim, fitnenin adam öldürmekten daha şiddetli ve büyük olduğunu[4] söyler. Şeyhülislâm İbn Kemal, Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendi, Kazasker Nişancazade Mehmed Efendi, Kazasker Bostanzade Yahya Efendi ve Kazasker Bosnevî Huseyn Efendi gibi âlimler şehzade idamlarını bu ayetlere dayandırır ve meşru görür. Gerektiğinde umumî menfaat için hususi zararın tercih edileceği, bir hukuk kaidesidir.
Fıkıh Kitaplarında konuyla alakalı bir misal de anlatılır: Düşman Müslümanların üzerine hücum etmiş ve bir takım Müslüman esirleri de siper yapmıştır. Atış yapılmadığı takdirde ülke düşman eline geçecektir. Bu sebeple, siper edilen esirlere, düşmana niyetle atış yapılır. Bunda umumun menfaati vardır. Eğer bu esirler ölmesin diye atış yapılmazsa düşman ülkeyi işgal eder; ülke halkıyla beraber neticede bu esirleri de öldürür.
Şeyhulislam Hâharzade, fesatçıların ortalık sakin iken bile öldürüleceğine fetva vermiş; zarureten geçici olarak fesatçılığı bırakarak gizlendiklerini söyleyerek “ Geri gönderilseler bile kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir”[5] mealindeki ayet-i kerimeyi delil göstermiştir.
Hazreti Ömer, fitne ve fesada sebebiyet vermesinden endişe ettiği Nasr b. Haccac’ı henüz suç işlemediği halde Medine’den Basra’ya sürgüne göndermiş; “Senin suçun yoktur. Ama ileride senin yüzünden burada bir fitne doğarsa o zaman ben suçlu olurum” demiştir. Raşid halifelerin tatbikatı İslâm hukukunda delildir. [6] Siyaset-i şeriyye kabilinden vuku bulan bu tür olayların Mecelle’den kendine dayanak bulabileceği maddeler için dipnota bakınız.[7]
Bunlarla birlikte Kaab b. Eşref’in öldürülmesini Efendimiz (s.a.v) bizzat emir buyurması da siyaseten katl meselesinde kimi tarihçiler tarafından şer’i delil olarak öne sürülmüş ve siyaseten katli buna dayanarak caiz görmüşlerdir. Kaab b. Eşref bir şair idi ve sözleri ile Efendimiz (s.a.v)’i hicvederdi. Aynı zamanda azılı Yahudilerden olması hasebiyle Yahudiler ve diğer gayrimüslim kabileleri de Müslümanlarla savaştırmak için sözler ederdi. Bu minvalde Efendimiz (s.a.v)’in şahsı ile birlikte Müslümanlara ve islama da zarar vermesi sebebi ile öldürülmesi emredilmiştir.
Yahudiler tarafından onun masum olduğu, öldürülmeyi hak etmediği gerekçesi ile Efendimiz (s.a.v)’e itiraz gelince aldıkları cevap şöyle olmuştu:
“O, bizi hicv ve Müslümanlara (diliyle) eziyet etti; müşrikleri de bizimle harbe, bizimle uğraşmaya teşvik etti.”[8]
Burada da görüldüğü üzere, bir fitneye ve Müslümanların zararına olacak olaylara sebebiyet vermesi ihtimaline binaen Kaab b. Eşref öldürülmüştür. Bu olay akılda tutulmalı ve Osmanlı Devletinde meydana gelen kardeş katli olaylarına da aynı pencereden bakılmalıdır. Böyle bakıldığında çok zaman hak verilmesi gerektiği görülecektir.
Tüm bu gerekçeler kardeş katline tevessül eden herkesi tebrie etmek amacına matuf değildir. Bu gibi delillerin ıskalanması, başka sebeplerle katle tevessül edilmesi pek tabi mümkündür. Osmanlı padişahlarının da masum insanlar olmadığı göz önünde tutularak hata etmiş, isabetsiz karar vermiş olabileceklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
Vicdanlar rahat mıydı?
Tarihi nakillere geçmeden önce okuyuculardan bu katl meselelerine bir baba, bir ağabey, bir anne, bir insan olarak bakmasını istiyorum. Yani bir baba, ne gibi bir gerekçe ile evladını öldürmek zorunda kalır da bunu haz duyarak yapabilir? Hele ki imparatorluk yönetecek güçte iken! Kendi koltuğu için gerçekten bunu yapabilecek kim vardır? Bir ağabey olarak günahsız yavruyu öldürme teşebbüsünü de aynı açıdan düşünelim? Hangi ruh hali bundan ızdırap duymaksızın bu işi gerçekleştirme emri verir?
Bedir günü baba ile oğulu, kardeş ile kardeşi birbirine karşı savaştıran dava ne ise Osmanlı padişahları içinde evlatlarının öldürülme emrini veren dava odur demek belki de çok yanlış olmayacaktır. Zira dava ila-ı kelimetullah davasıdır, dava ila-ı kelimetullah davasını güden devletin nizamını muhafaza etme davasıdır.
Kanuni devrinde Türkiye’ye gelen İmparator Ferdinand’ın elçisi Busbecq bu anlayışı şu sözleriyle ifade etmektedir: “Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir.”
Bu hanedanın dağılmasına göz yummak, Müslümanların dağılmasına sebep olmak demektir. Evlat dahi bunun önüne geçecek olsa halledilmesi gerekir!
Yine aynı duyguyu Kanunî’nin evladı Şehzade Bayezid’e yazdığı name de görmek mümkün:
“Cenab-ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din-i İslamın yegane istinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdir.”
Oğlu ile mektuplaşmasında “Bîgünahım deme bari tevbe kıl canım oğul” dediği evladını öldürmesini Kanunî için hunhar zalimlik olarak okumak doğru olmasa gerek.
Hem şair sultanların mısralarında dünyaya değer vermediklerini görmek, katl emirlerini taht için verdiler demenin önünde dimdik duran engellerden değil midir?
Padişahı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş
(Yavuz Sultan Selim)
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Olmaya baht-ü saadet dünyada vahdet gibi
(Kanuni Sultan Süleyman)
Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasın
Kâm alırsan adl ile ol dem be-câdır saltanat
(II. Selim Han)
Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihad
Hamdülillah var gazâya sad hezârân rağbetüm
(Fatih Sultan Mehmed)
Sonsöz yerine
Konuya dair söyleyecek çok şey olduğu yazıyı hazırlarken benim, okuyucu olarak da sizlerin takdir edeceği bir hakikat olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Tarihi olayları okurken realiteyi göz önünde bulunduracağız ancak vicdanları bir kenara bırakmayacağız. Vicdanımız ile sorguladığımızda hem bu nasıl yapılır diye soracak, hem de bunu dahi yapabilen ruhların muazzam bir davası olsa gerektir diye düşüneceğiz.
Birilerini kayırmak için olmadığı da aşikâr olan kanunname, yukarıda da belirttiğimiz gibi dirayeti ve bahtı bir araya gelip idare edici olmayı hak eden kimseleri işaret etmektedir. Kimi zaman yürekler el vermedi, kardeşler öldürülmedi. Sonraki dönemlerde varis olabilecek kimselerle tehdit edilen padişahlar oldu. Nihayetinde Sultan IV. Mehmed zamanında kardeş katlini ortadan kaldıracak Ekberiyet sistemine geçildi. Bu sistemde hanedan üyelerinden en büyük olanı tahta geçecekti.
Bunun da siyaseten doğru olup olmadığı bir tartışma konusu olarak önümüzde duruyor. Zira devlet yönetmek hamle yapmayı gerektirir çok zaman. 60 yaşında tahta geçen padişahlar oldu. Gece gündüz çalışan, gayret eden, at koşturan 20-25 yaşında padişahlar yerine yaşlı sayılabilecek yaşlarda saraydan ayrılmak için imkânları kısıtlı padişahlar var oldu belkide!
Tarihin, davası uğruna bin bir türlü fedakârlıkla gayret sarf eden yüreklerini unutmamak, olanlardan ders çıkarmak boynumuzun borcu iken yaygara koparmak isteyenlerin asılsız aleyhte propagandalarına aldanmamak elzemdir.
Bu minvalde gösterdiğimiz gayrette hata bizden, güzellikler Allah’tandır.
Salih Kartal
Mart 2015
DİPNOTLAR
[1] Bu taksimatı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz de ifade eder ancak son madde için br takım itirazlar öne sürer. Bunun caiz olamayacağını ve Osmanlı’da bu maddeye girerek uygulandığı iddiası olan bir kısım olayın aslında vuku bulmadığını ispatladığını söyler. Bununla birlikte gerçekleşmiş katllerin de var olduğunu kabul eder hatalı hükümler olduğunu söyler.
[2] Ekrem Buğra Ekinci, Ama Hangi Osmanlı, s.72
[3] Ahmet Şimşirgil, Kardeş Katli makalesinden
[4] Bakara, 191.
[5] En’am, 28.
[6] Ekrem Buğra Ekinci, Ama Hangi Osmanlı, s.74
[7] Zarar-ı âmmı def’ için zarar-ı hâss ihtiyâr olunur,
Zarar-ı eşedd zarar-ı ehaf ile izâle olunur,
İki fesad teâruz ettikde ehaffi irtikab ile a’zamının çaresine bakılır,
Ehven’i şerreyn ihtiyâr olunur,
Def-i mefâsid celb-i menâfîden evlâdır.
[8] Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı
Cevapla