Ecdâdımız, sefere çıktığı zamanlarda fethedeceği topraklarda şehirlere, meskûn mahallere, ormanlara, ekili arazilere, diğer canlılara zarar verilmemesi ve bunların tahrip edilmemesi için ehemmiyet gösterirdi. Bu konuda ‘savaş hukuku’na dair birçok klâsik metinde müeyyideler ve haddini aşmamaya dair ikazlar, ihtarlar vardır. Bu mânâda âlimlerin en meşhurlarından birisi olan İmam Ebu Yusuf Kitab-ül Haraç’ta fethedilen yer sahiplerinin “malları, canları, arazileri, meskenleri… her şeyleri koruma altındadır” şeklinde Peygamber ölçüsünü nakleder ve bu yönde uygulamalardan örnekler verir.
Osmanlı kronikleri de, fethedilen topraklarda öncelikle şehirlerin imarı için Padişahın buyruklar verdiğini ve kısa süre içerisinde şehirlerin eskisinden daha mâmur hale geldiğini yazar. Meselâ; XV. yüzyılda fethedilen İstanbul, Saraybosna, Trabzon… Çünkü, şehrin eski sakinleri kim olursa olsun, fetihle birlikte artık o şehir kendilerinin emanetidir. Emanet de emanet edilenin korumasına tevdi edilmiştir.
Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever de İstanbul’un 550. Fetih yıldönümü için düzenlenen bir sempozyuma “fetih nice kapıları açar”başlığıyla sunduğu tebliğinde, fethin mânâsı üzerinde derinlemesine durur ve şehirlerimizin siluetine dair “adım adım, bir evvelkine dayanarak vücuda getirilmesi ile oluşmuştur” diyerek “Bu eşsiz oluşum; mutlak bir tarih bilincinin, mutlak oluşumun bir süreç olduğu idrakinin ve geleceğini bu idrak içerisinde güzelleştirmek iradesinin bir yansımasıdır…” tespitini yapar. Anlamak isteyenler için bu tespit, insan ve şehre dair mükellefiyet ve mes’uliyetimizin ihtarıdır.
Peki bugün??? Modern zamanların, mesela İsrail’in Ortadoğu’da tarihte benzerlerine az şahit olunan şehir katliamlarını bir yana bırakarak söyleyelim ki; üzerinde yaşadığımız topraklara rant ve şehvet cinnetiyle saldıran, gökdelen, AVM, rezidans, iş kuleleri cinnetiyle gözü dönmüş ve yeryüzüyle birlikte gökyüzünü de ifsat edenlerin tarihin Haçlı ve Moğollarından, günümüzün istilâcılarından ne farkı vardır?
Yaratılmış her canlıya “merhamet”, cansızlara da “emanet” gözüyle bakılan bir medeniyet ikliminden koparak hafızanın yok edilip masum bir bünyenin câni haline gelmesi gibi bir haldir bu.
Tarihçi Naima’nın “fesadın lezzeti” dediği, yok etme şehvetine tutulmuş olanların şehirlerimizi ne hale getirdiklerini görebiliyor muyuz?
Tarihî bağlamda biraz daha geriye giderek, bin yıl önce şehirlerimizin imar ve ihyâsı için yapılanlardan bir örneğe göz atalım…
İlk Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, İsfahan’ın fethinden sonra yıkılıp harap olan şehrin imarı için 500 bin dinar sarf eder. Binalar, mescitler, medreseler, hankâhlar, evler yaptırır. Bununla da yetinmeyen Tuğrul Bey, Isfahan halkını üç yıl müddetle vergiden muaf tutar. Şehrin gelişmesine tahsis edilen bu oldukça yüksek meblâğ ve alınan tedbirler altı yıl içinde muhteşem sonuçlar verir ve Isfahan mâmur bir şehir haline gelir.
Nâsır-ı Husrev 1052 yılında Isfahan’ı ziyaret ettiğinde gördükleriniSefernâme’sinde şöyle anlatır:
“İsfahan şehrinde akarsular, güzel ve yüksek binalar; şehrin ortasında büyük bir Cuma mescidi gördüm. Şehrin içi tamamiyle mamur. Bunlar içinde hiç harab ev görmedim. Birçok çarşılar var. İçinde 200 sarraf bulunan bir sarraflar çarşısı gördüm. Her çarşının bir ‘derbend’i ve bir kapı dervâzesi bulunuyordu… Temiz kervansaraylar vardı. ‘Kû-Tırâz’ denen bir mahalle’de 50 güzel kervansaray bulunuyordu; her bir kervansarayda satıcılar (beyyâ’an) ve birçok ‘hücredâr’lar oturmuşlardı. Bizim beraber yolculuk ettiğimiz -1300 yük hayvanından gelen- kervan ile şehre girdik; bu kadar büyük bir kervanın nasıl yerleştiği hiç belli olmadı. Çünkü, hiçbir yerde ne yer darlığı, ne de oturma ve yem güçlüğü çekildi.
Tuğrul Bey, İsfahan’ı alınca, buraya Nişapur’lu hâce Âmîd adlı güzel yazısı olan, iyi yüzlü fazilet sever, hoş sözlü, ihsanı bol bir kâtibi Vali olarak tayin etmişti. O, üç yıl halktan hiçbir vergi almamasını emreden Sultan’ın emrini yerine getirdi. Şehirden dağılanlar tekrar vatanlarına döndüler… Ben Farsça konuşulan hiçbir yerde Isfahan’dan daha derli-toplu ve daha mamur bir şehir görmedim…”
Tuğrul Bey’in Isfahan’ı üç yıl içinde nısf-ı cihan (cihanın yarısı) haline getirmesi adeta mucizevi bir şehir imarıdır. Bizde, Tanzimat’la başlayan, Meşrutiyet’le devam eden, erken cumhuriyet’le büyük kırılma yaşayan; devam eden süreçte tedricen imhasına devam edilen, son 12 yılda da (müthiş imkân ve fırsatlara rağmen, şehir idrak ve tasavvuru olmayanlareliyle( Şehircilik Bakanlığımız, yerel yönetimler ve TOKİ), bırakınız yeni şehirler kurmayı, var olan kadîm şehirlerimizin dokusunu, mekânlarını yeni zamanlarda dönüştürerek devam ettirebilmeyi) şehirlerimizi ifsat ve imhâda cedlerimizin ruhlarının muazzep edilmesini izledik.
Şehir imar etmeyi ontolojik bir mükellefiyet (varoluş hikmetinin gereği) bilen bir zihniyet, şehir imha etmeye nasıl dönüşür?
“Hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmeyi” unutmuş, hiç kimseye hesap verme gibi bir sorumluluk hissetmeyen kifayetsiz muhterislerin siyasetçi, bürokrat, şehir plancısı, belediye başkanı, mimar, müteahhit, vs. olduğu bir devrin imhacılığı karşısında “Şehrim!” diye feryâd etmenin karşılığı ne yazık ki yok! Bu feryâda dönüp bakan, aldırış eden de yok. Tıpkı modern zamanların büyük şehirlerinde cadde ortasında yığılıp kalan-can çekişen bir insanın çığlıklarına aldırmayan, yanından duygusuzca, ruhsuzca gelip geçenler gibi…
Tarihte “Şehir nasıl ihya edilir?”e kemâliyle cevap vermiş bir iklimden, “şehir nasıl imha edilir?”e cevap vermeye devam eden bir iklime geçmek;imara, ihyaya, inşaya ve idrake ihanettir.
Yahya Düzenli
Yazarın Blogundan iktibastır.
Cevapla