İsmâil Âleyhisselâm’a Müstakil Bir Kitap ve Şeriât Verilmiş midir?
Bayındır yazısında, bu meselenin devamında şöyle diyor;
“Bu âyetler, her resulün nebî olmadığını, açıkça göstermektedir. Ama eski âlimlerin çoğuna göre kendine kitap indirilen ve ayrı bir şeriatı olana resul, bir resulün kitabı ve şeriatı ile amel edene de nebî denir. Onlara göre İsmail aleyhisselama verilmiş kitap ve şeriat yoktur; öyleyse o, resul değil, nebîdir. Ama şu âyete göre o, hem nebî hem de resuldür.” diyerek “Bu kitapta İsmail’i de an, o verdiği sözde durmuştu; nebî olan resul idi.” (Meryem/54) ayetini örnek gösteriyor.
Yeri gelmişken, Ulemâ’nın bu ayrımını kabul etmek istemeyenlerin sıklıkla dillendirdikleri İsmail a.s.’a müstakil bir Kitap ve Şeriât verilmedi ise neden Resûl olarak zikredildiği meselesini de aydınlatayım;
Ehl-i Sünnet Ulemâ’nın “kendisine müstakil bir kitap indirilen ve ayrı/müstakil bir şeriatı olana Resûl, kendisine müstakil bir kitab ve şeriat verilmeyip bir Resûlün kitabı ve şeriatı ile amel edene de Nebî denir.” şeklindeki tasnifine uymayan, Meryem/54 ayeti dışında hiçbir ayet yoktur. Bu ayette zikredilen husus ise, İsmail a.s.’ın Hicâz yarımadasındaki “cürhümîler”(15) denilen kavme, bu kavim için yeni bir şeriat olan İbrahim a.s.’ın şeriatini getirmiştir. Dolayısıyla o kavim bakımından İsmail a.s. bir Resûldür. Fakat Cürhümîlerin ilk kez muhatap olduğu bu Kitab ve Şeriat, İbrâhim a.s.’a gelen/inen Kitab ve Şeriattir.
Nebî ile Resûl Arasında Fark Var mıdır?
Bayındır yazısının devamında; “Nebîlik unvandır; onlar 24 saat nebîdirler; ama 24 saat resul değillerdir. Âyetleri tebliğ ederken Allah ne indirmişse onu tebliğ eder, bir hata yapmazlar. Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler. Çünkü uygulama, tebliğden farklıdır. Onların hatalarını bildiren âyetlerde resul kelimesi kullanılmaz.” diyor ve bu iddiasını delillendirmek için örnek olarak Bedir esirleri ile ilgili olan Enfâl/67-68 (16) ayetini ve “Ey Nebî! Allah’ın özel olarak sana helal kıldığını, neden kendine haram kılıyorsun? Eşlerinin gönlünü etmeye çalışıyorsun. Neyse ki Allah bağışlar, ikramı boldur.” (Tahrim/1) ayetini zikrediyor.
Bayındır, kıymeti kendinden menkûl bu acâib tesbitlerinde “Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler” cümlesiyle aslında dolaylı olarak şunu ifade etmeye çalışıyor; “Hz. Peygamber(s.a.v.) Resûl vasfıyla ayetleri tebliğ ederken hiçbir şekilde hata yapmamış çünkü korunmuştur. Lâkin o ayetlerden hüküm çıkarırken ve uygularken hata yapmış olabilir ve bu hatalı hükümleri ve uygulamaları günümüze kadar ulaşmış olabilir.”
Çünkü Bayındır, örnek verdiği bu iki ayette Hz. Peygamber (s.a.v.)’den “Nebî” hitâbıyla bahsedilmek suretiyle uyarıldığı veya düzeltildiği hakikatinin, aslında Nebî’nin de –hatadan önce veya sonra- bir şekilde hata yapmaktan korunduğu anlamına geldiğini idrâk edebilecek basîrete sahip olmadığını, bu acâib tesbitiyle ortaya koyuyor.
Bayındır’ın iddiasının aksine, Nebî ile Resûl arasında vazife bakımından ve dolaylı olarak kendilerine itaat bakımından bir fark olmadığını ortaya koyan “İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra Allah müjdeci ve uyarıcı olarak Nebîler gönderdi.” (Bakarâ/213) ve Hz. Peygamber(s.a.v.)’e hitâben “Ey Nebî, Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik”(Ahzâb/45) ayeti ve yine “Müjdeci ve uyarıcı olarak Resûller gönderdik.” (Nîsâ/165) ayeti, Kur’ân’ın bütünlüğü açısında değerlendirildiğinde, ayetler arasındaki açık ve net münasebet te göz önüne alındığında, bu ayetler Resûl’e itaat ile Nebî’ye itaat’in birbirinden farkı olmadığını ortaya koymaktadır.
Ayrıca yine; “Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî…” şeklinde başlayıp devam eden Â’raf sûresinin 157. Ve 158. ayetlerinde Resûl ve Nebî kelimelerinin arada atıf harfi bulunmadan bir arada zikredilmeleri yani müterâdif kullanılmaları, itaat ve bağlayıcılık açısından aralarında bir fark olmadığını ortaya koymaktadır.
Yine Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ; “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûl’ünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir”(17) diyerek Allah’a ve Resûlüne isyanı nehyettikten sonra “Ey iman edenler! Seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Nebî’ye yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın Resûlünün huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır”(18) buyurarak Nebî’nin sözünü dinlememenin cezasının ne kadar ağır olduğunu haber vermiştir. Nitekim nasıl Resûl’e imanla mükellef isek, Nebîye iman etmekle de mükellefiz.
Bakarâ/177 ayetinde geçen “…men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyîn(nebiyyîne)” lafzından bildirilen Nebîlere İman, onların varlığına ve Nebî olduklarına iman etmekten ziyâde Nebîlere inanmayı yani itaati vurgulayan bir uyarıdır. Resûle veya nebîye iman, onların Allah’tan getirdiği mesaj veya Allah adına verdiği hüküm hakkında onlara güvenmeyi ve teslim olmayı gerektirir.
Bir tarafta “Uyarıcı olarak sizlere Nebîler gönderdik”, “Ey Nebî, Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik” buyuran Allah Teâlâ (c.c.) var, diğer tarafta ise “Uyarıcı olarak gönderilmiş olan Nebîlere itaat yoktur” diyerek Allah’ın emirlerini ve yasaklarını, şeriati uygulamak ve insanları uyarmak ile vazifeli olan Nebîlere isyanı câiz gören arızalarla mâlul bir anlayış ortaya koyan Bayındır (ve Bayraktar) var. İnsan aklının korunmuş ve mâsum olmadığının, tek başına ölçü alındığında her daim doğru kararlar veremeyeceğinin en güzel örneği olsa gerek Bayındır’ın (ve Bayraktar’ın) bu ahvâli…
Tahrîm/1 ayeti ile ilgili hususa da değinmek gerekirse;
Bayındır’ın Tahrim/1 ayetinden anladıklarına yaslanarak iddia ettiği gibi; Hz. Peygamber (s.a.v.) Nebî olarak Allah’ın helâl kıldığı birşeyi haram mı kılmıştır (hâşâ) ?
Allah Teâlâ (c.c.)’nın helal kıldığı herhangi birşeyi haram kılanın (ya da haram kıldığı birşeyi helal kılanın) kâfir olacağı, dinden çıkacağı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Nebî olarak böyle bir hata yapmış olabileceğini (hâşâ) imâ bile etmenin nasıl bir cinâyet olduğu hakikatini gözden kaçıran Bayındır’ın, bu iddiasıyla ya da imâsıyla büyük bir cehâlet örneği ortaya koyuyor oluşunu bir kenara bırakırsak, bu ayetteki durumun Din ile, Şeriat ile, hüküm koyma ile bir alakası yoktur. Bu ayette kasdedilen, vurgulanmak istenen husus; Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in helal olduğuna i’tikâd ederek bal yemekten kendi adına imtina etmesinden ibarettir.
Bebek iken Mûsa (a.s.)’a sütanaların sütünün haram kılınması gibi “bir şeyi elde etmekten imtina etmeyi” ifade etmektedir. Şer’î bir haram kılma olmadığı gibi zelleden kaynaklanan bir kınama ve nehyetme değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), helali haram kılmaya i’tikâd etmediği gibi, ümmete de helal olan bir şeyi haram kılmamıştır. Birilerini memnun etmek için helal olan bir şeyden imtina etmek normalde bizim hakkımızda kınanmayacak bir durum iken, Peygamber misyonu taşıyan Nebîde Ğayri metluv bir vahiy zannedilme ihtimalinden dolayı uyarılarak Kur’ân’da özellikle zikredilmiştir. Ayrıca yanlış anlaşılma ihtimali olan bize nazaran küçük meselelerde bile Nebînin uyarılması, Nebînin de korunduğuna işarettir. Risâlet yönüyle hata yapmadan önce korunmak söz konusu iken, nübüvvet yönüyle hata yaptıktan veya unuttuktan sonra düzeltilerek korunmak söz konusudur. Bu nedenle Üsve-i Hasene özelliği muhafaza edilmiştir. Bu ayette vurgulanan bu önemli husus es geçilerek, “Bakın bu ayette Nebî helâl olan birşeyi haram kılmıştır ve bu hatasından dolayı uyarılmıştır. O halde Nebîlerin helâl-haram koyma yetkisi yoktur, Nebîlere itaat te yoktur.” gibi Nebîye de “helâli haram kılma” nisbet edilmek suretiyle Peygamberimize (s.a.v.) dolaylı yoldan küfür isnâd etmek, böyle arızalı bir yorum/anlam çıkarmak en hafif tabiriyle ahireti hebâ edecek bir akıl tutulmasıdır.
Vahiy Almayan Resûl Var mıdır?
Bayındır yine, bu iddiasına meşruiyet devşirmek için “Vahiy almadığı halde, sadece Nebî’ye inmiş ayetleri tebliğ eden Resûller de vardır. Bu önemli bir husustur” diyerek, “Nuh’un halkı resullerini (ayetin orijinal lafzında ‘resûlleri’ olarak geçmektedir) yalancılıkla suçlamıştı”. şeklinde meallendirdiği (Şuarâ/105) ayeti ve “Ad halkı da resullerini (ayetin orijinal lafzında ‘resûlleri’ olarak geçmektedir) yalancı yerine koydu”. şeklinde meallendirdiği (Şuarâ/123) ayeti zikredip, bu ayetlerden çıkardığı manaya şöyle bir yorum getiriyor; “Nuh’un kavmine nebî resul olarak sadece Nuh aleyhisselam, Ad kavmine de Hud aleyhisselam gönderilmişti. Yalanlanan diğer resûller, o iki nebîye inen âyetleri tebliğ edenlerden başkaları değildir.”
Bayındır, bu ayetlerden bu anlamı çıkarmayı nasıl başardı merak ediyorum açıkçası. Ayetlerde geçen “mürselîn” kelimesini “Resûlleri” yerine “Resûllerini” şeklinde meallendirerek ayetlere anlam sipariş etmesi apaçık bir alicengizdir. Bu ayetlerde geçen “el-Mürselîn” kelimesinde mecâz-ı Mürsel olduğu apaçık bellidir. Zirâ cins nev’inden “el-Mürselîn” kelimesi kullanılarak Nuh a.s. kasdedilmiştir. Yani yalanladıkları kişi Nuh a.s.’dır fakat inkâr ettikleri Nübüvvet ve Risâlet makâmıdır. Çünkü birçok müfessir, bu ayet ile ilgili bazı rivâyetlere göre Nuh a.s.’ın kavminin zındıklardan ya da brahmanlardan olduklarını zikretmiştir. Bu kelimenin kullanılmasının sebeb-i hikmeti Nuh a.s.’a tâzim olması ve bir peygamberi yalanlayan kimsenin bütün peygamberleri yalanlamış olduğunu bildiren Fatır/4 ayetine ve Âl-i İmrân/184 ayetine atıfta bulunmak içindir. Nuh a.s.’ın kavmi hem Nübüvvet hususunda, hem de kendilerine kendisinden sonra Resûllerin geleceğine dair vermiş olduğu haberler hususunda Nuh (a.s)’ı yalanladılar. Nitekim bu ayetlerde kasdedilenin bu anlam olduğuna dair bütün müfessirler ittifâk halindedirler.
Şuarâ sûresinin devam eden ayetlerinden 117. Ayette Nuh a.s. “Rabbim, kavmim beni yalanladı” dediği bildirilmektedir. Eğer Bayındır’ın kasdettiği anlam doğru olsaydı 117. Ayette Nuh a.s.’ın “Rabbim, kavmim kendisine gönderilen resûlleri yalanladı” demesi gerekirdi.
Bayındır, Kur’ân’da çoğul eki gördüğü her kelimede birden fazla kişi kasdedildiğini düşünüp “Nuh’un halkı resulleri yalanladı” ayetinde “resulleri” kelimesi geçiyor diye “ o halde Nuh (a.s.)’ın kavmine Nuh (a.s.) dışında başka resuller de gönderilmiş olmalı” mantığını yürütebiliyorsa; “Size şunlarla evlenmek haram kılındı; analarınız, kızlarınız, halalarınız…” lafzıyla devam eden Nisâ/23 ayetinde geçen “ummehâtukum/analarınız” kelimesinde kişinin birden fazla annesi olabileceğinin kasdedildiğini ya da mü’minlerin bazı vafıslarından bahseden Ra’d/21 ve Nahl/50 ayetinde “yahşevne rabbehum/rablerinden korkarlar” kelimesinde çoğul eki kullanıldığına göre birden fazla rab kasdedildiğini (hâşâ) düşünüyor olabilir Allahu âlem…
Tüm ayetleri lafızları üzerinden anlama hastalığına tutulmuş ve her kelimeyi lügat anlamı üzerinde değerlendirerek sürekli “Resûl, sözlük anlamı ile elçi yani mesaj/vahiy ileten demektir, Resûle itaat te o’nun getirdiği mesaja/vahye itaattir” diyerek, bu anlam üzerine elinden geldiğince abanarak Allah Resûlü’nü aradan çıkarmaya azm-u cezmû kasd eylemiş olan Bayındır (ve Bayraktar) “Muhammed, içinizden her hangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın elçisi ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir”.(Ahzab/40) ayetine göre Hz. Muhammed (s.a.v.)’den sonra nebî gelmeyecektir ama Resûl gelecektir, gelmek zorundadır” diyor.
Kur’ân’da geçen her ayeti lafız üzerinden anlamayı ve Kur’ân’da geçen her kelimeyi de lügat anlamı üzerinden değerlendirmeyi bir metod edinen bu zevâta soralım o vakit;
Hindistan’da ortaya çıkan meşhur “Kadıyânîlik” akımının kurucusu olarak bilinen Mirza Gulam Ahmed Kadıyânî, 1902 yılında vahiy aldığını ilan edip bir Nebî ve Resûl olduğunu iddia etmiştir (bu konudaki itirazlara karşı da 1902 yılında “Tuhfetü’n-nedve” ve 1907 yılında “Hakîkatü’l-vahy” adıyla iki eser telif etmiştir).
Gulam Ahmed ve Kadıyânîler, Türkçe olarak neşredilmiş bir meallerinde Ahzâb/40 ayetinde geçen “Hâteme’n-Nebiyyîn” kelimesini ise –tıpkı Bayındır’ın ve Bayraktar’ın lafızları anlama/yorumlama ameliyesine paralel bir benzerlikle- lügat anlamı üzerinden meallendirerek yorumlamışlar ve ayeti şöyle meallendirmişlerdir;
“Muhammed, sizler gibi erkeklerin hiçbirinin babası değildir. Ancak o, Allahın Resûlüdür, hatta daha da üstündür. Yani o, Peygamberlerin mührüdür. Allah herşeyi çok iyi bilendir.”(Ahzâb/40)
Kadıyânîler, meallerinde bu ayete şöyle bir not düşmüşler;
“Bazı ulemâ ‘hâtemen nebiyyîn’ kelimelerini ‘Peygamberlerin sonuncusu’ olarak tercüme ederler. Aslında ‘hâtem’ kelimesi Arapçada ‘mühür’ anlamına gelmektedir. Mühür ise ancak tasdik etmek, onaylamak için kullanılır. Yani Hz. Resûlullâh (s.a.v.)’in mührü yani tasdiki olmadan hiçkimse peygamberlik mertebesine ulaşamaz. Bu ayetteki ‘hâtemen nebiyyîn’ sözü bu anlama gelmektedir. Bir diğer anlamına göre ise ‘hâtemen nebiyyin’ Peygamberlerin en üstünü ve en iyisi demektir. ‘hâtem’ kelimesinin bir diğer anlamı da bir süs eşyası olan ‘yüzük’tür. Bu anlama göre ise ‘hâtemen nebiyyin’ sözü ‘Bütün Peygamberlerin süsü’ ya da ‘Bütün peygamberlere süs veren’ demektir.” (19)
Şimdi;
Eğer Bayındır’ın (ve Bayraktar’ın) kendilerine aslî bir metod edindikleri “Kur’ân’daki kelimeleri, lafız ve lügat manası üzerinden anlama” ameliyesi ile ortaya koydukları bâtıl ve mesnedsiz bir te’vil olan “Ayette Nebîlerin sonuncusu diyor, Resûllerin sonuncusu demiyor, o halde Kur’ân’ı tebliğ eden herkes bir Resûldür. Ben de bir Resûlüm” iddiasına göre, Kadiyânîlerin bu yorumunu değerlendirirsek, Bayındır’a (ve Bayraktar’a) göre bu lügâvî te’vil/yorum da tamamen doğru olmak zorundadır.
Şimdi Bayındır’a (ve Bayraktar’a) soralım; Kadıyânîlerin lügat üzerinden bakıldığında –doğru şekilde- ortaya koydukları “Nübüvvet devam etmektedir” şeklindeki bu yorumu/te’vili sadece Kur’ân’a dayanarak kat’î bir şekilde çürütebilir misiniz? “Çürütebiliriz” derseniz, buyrun meydan sizin…
Ezcümle;
“Nebî’ye itaat yoktur. Res’ûl’e itaat te O’nun tebliğ ettiği ayetlere itaattir. Dolayısıyla Kur’ân ayetlerine itaat’tir. Resûl’ün bizâtihi kendisine, açıklamalarına, beyânına, örnekliğine, tefsirine, Sünnete itaat yoktur” diyerek, Peygamberi (s.a.v.), Sünneti, Sahabeyi, Ulemayı, Usûl ilimlerini tamamen devre dışı bırakıp Dini sadece Kur’ân’ın salt metnine indirgeyerek, daha sonra da o metni şahsî, sübjektif, indî, metodsuz, usulsüz bir okuma/anlama faaliyetine tâbî tuttuğunuzda, Allah’ın Kur’ân’da ne demek istediği yani murâdullah doğru bir şekilde tesbit edilemez. Ve tabii ki böyle bir ameliyenin sonucunda, Yahudilerin ve hıristiyanların kutsal kitapları ellerinde iken o kutsal kitapları şahsî yorum ve te’villerle tahrif ederek sapıtmaları tecrübesinin tekerrürü kaçınılmaz olacaktır.
Bunca sene delalet mebhasleri ile haşır-neşir olmuş olması gereken birisi, böyle “küllî” bir meseleyi hiçbir usûl zeminine oturtmadan, kat’i aklî ve naklî delillere dayandırmadan, bilhassa ilgili naklî delillerin tamamını bahse konu etmeden sadece bir-iki kelimenin zahir anlamı üzerine bina etmekte hiçbir sakınca görmüyorsa hem ortaya koyduğu bu arızalı nübüvvet ve risâlet anlayışı hem de bu arızalı anlayışın semeresi olarak Efendimiz (s.a.v.)’e itaatin, ittibânın ve iman etmenin herhangi bir pratik neticesi ve mantıklı bir anlamı olmaması sebebiyle bu arızanın bir sonraki durağının arızalı bir “ilâh tasavvuru” olması sonucu, hem kendisi için hem de takipçileri bakımından son derece ciddî sıkıntıların ortaya çıkması tabiî bir durum olacaktır.
Yazımın bundan sonraki bölümlerinde; Zeki Bayraktar’ın konu ile ilgili görüş ve iddialarına, hem konu hakkında te’lif ettiği kitabı, hem de konu hakkındaki konuşmalarının, açıklamalarının yer aldığı videoları baz alarak değineceğim inşallah.
Şükrü Yaşar
Dipnotlar:
15- Cürhümîler için bknz; http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=080138
16- Enfâl / 67, 68; “Savaş alanında düşmanı etkisiz hale getirinceye kadar hiçbir nebinin esir alma hakkı yoktur . Siz, dünya malını (hemen elde edeceğinizi) istiyorsunuz. Allah ise Ahireti (sonrasını) istiyor. Üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır. (Rumların yenildiği gün Allah’ın yardımıyla sevineceğinizi) Allah önceden yazmasaydı, aldığınız esirlerden dolayı başınıza büyük bir felaketin gelmesi kaçınılmazdı”.
17- Hucûrat / 1.
18- Hucûrat / 2.
19- Kadiyânîlerin Ahzâb/40 ayeti hakkındaki yorumları/te’villeri, Ebubekir Sifil Hoca’nın ilgili bir konuşmasından iktibastır.
İtikad ve siyer; itikad ve sahabe; itikad ve sünnet anlayışı mühim konular. Toplum konu hakkında çok şey bilmediğinden çok yanlışlara sevkedilebiliyor Çok sakatatı olanlar sırttığındna tespiti daha kolay. Benim konu hakkında çekincem ehl-i sünnet çizgide bilinmekle beraber yayın bünyesinde ehl-i sünnet dışı görüşleri ciddi tenkide tabi tutmadan esas alan modernist düşünce sahiplerine yer vermeleri. Son zamanda Siyer Yayınları’ndan yayınlanacak İslam Tarihi yazarlarının durumunu bu sebeple merak etmekteyim. Mehmet Azimli’nin eserlerinde siyer ve ashabı kiram hakkındaki tutumu belli. Arkadaşlarından olup son birkaç senede ön plana çıkan Adnan Demircan ve Şaban Öz’ün eserlerinde de şaz görüşler görülmekte. , bunun eserlerine yansımasını bilmemekle beraber Adem Apak’tan çok kişi yararlanmakla beraber kendisi mutezile olduğunu ifade etmekte… Yayın kadrosunda bu isimler varsa yayınevinin ismi eser için yeterli midir? Keşke daha hassas olunsa.
Elçilik ve nebilik Allah tarafından bahşedilen görev ve makamlardır. Allah tarafından kendisine nebi olduğu vahyedilmeyen kişi nebi olamaz. Allah’ın göndermiş olduğu her rasul nebidir, her nebi de rasuldür. Aksi yönde hiç bir delil veya karine yoktur. Kur’an’da açıkça görülmektedir ki, rasul ve nebi kavramları iki farklı statüyü ifade etmektedir. Problem, iki farklı statütü ifade eden bu iki kavramın, farsça olan peygamber kelimesi altında birleştirilmiş olmasından kaynaklanıyor. Bayındır her rasul nebi değildir derken yanlış bir noktadan hareketle yanlış bir yargı ortaya koymakta, buna karşılık, nebinin her sözü vahydir ve mutlak itaat gerekir diyenler de (belki farkında olmadan) büyük bir tahrif ve hata yapmaktadırlar.