Ulema ve evliyâ-ı kiramın terceme-i hallerini okumakla meşgul olduğum her zaman, istisnasız, beni derin taaccübe sevkeden gayretlerine şahit oluyorum. Kimi zaman ahlâkları, kimi zaman cömertlikleri, kimi zaman talebeleri ayırdıkları vakit, kimiz zaman ilim adına yolculukları, ibadete düşkünlükleri olabiliyor şaşkınlığımın sebebi. Biliyor musunuz, “kimi zaman” diye sıraladığımız hasletlerin tek bir kişide topladığı vakıalar da az değil. Şimdi burada misaller ile detaylandıramayacağım bu meseleye dair Abdulfettah Ebu Gudde’nin iki muhteşem eseri var ki, ilim taliplerinin müstağni kalması büyük bir eksiklik olacaktır; “İlim Yolunda” ve “Zamanın Kıymeti”.
Sözünü ettiğimiz “hayat hikayeleri”ni, -ki içinde bulunduğumuz zaman diliminden bakılınca gerçekten birer hikâye gibi görünüyor- tabakat ve tarih kitaplarında bulabileceğiniz gibi, bazı eserlerin başına, eserin müellifine dair konulan biyografilerde de denk gelirsiniz. [1]
Beni bu yazıyı yazmama da Osmanlı’nın son dönemine tekabül eden zaman diliminde hayat sürmüş İmam Alusi’nin, yakın zamanda tercüme edilen “el-Ecvibetu’l-Irakiyye – Ashab-ı Kiram Müdafaası” isimli eserinin başında yer alan biyografideki şu satırlar sevketmiştir:
“Torunu Mehmed Şükri, Âlûsî’nin, dâhî bir kişilik, keskin bir zeka sahibi olduğunu ifade ederken onun tetkik ve tahkik gücünden de övgüyle bahsetmektedir. Sevimli kişiliği, kul hakkına riayeti, vefakarlığı, ibadete ve istiğfara düşkünlüğü, güzel ahlakı ve çok sabırlı oluşu da onu anlatırken bahsettiği özellikleri arasındadır.”
Küçük bir aramayla rahatça bulabileceğiniz biyografisine göre İmam Âlûsî için “Şayet bu şahıs İstanbul’da olsa, şüphesiz Şeyhu’l-İslam olurdu” diyen devlet adamları/vezirler vardır.
Gelelim beni düşünmeye sevkeden kısmına. Hepimizin hayatın belli döneminde tecrübe ettiği bir hakikat vardır : Eğer zamanın ekserisini ilim meclisinde, talebelerin arasında, tekkede, medresede, bir alimin yanında, ibadetle meşgul olanların arasında geçirirseniz duyduğunuz haz farklılaşır. Kulluk bilinciniz yerine gelir. Bunun sebebi gafletten uzak oluşunuzdur. Kalbi karartan, siyah lekelere sebep olan amellerden uzak kalışınızdır. Hiç şüphesiz İmam Âlûsî’nin de vakti böyle geçiyordu. Çocukluğundan itibaren bir nimet olarak böyle meclislerin müdavimi idi.
Fakat yukarıdaki satırlarda ondan bahisle “ibadete ve istiğfara” çok düşkün oluğu söyleniyor. İbadet malumunuz, ama bir insan nasıl olur da istiğfara düşkünlüğü ile temayüz eder? Nasıl olur da ondan bahsedilirken bu özelliği vurgulama ihtiyacı hissedilir?
Anlatmak istediğim şey ne İmam Âlûsi ne de şaşılacak bir özelliğini zikretmek. Zira yukarıda da ifade ettiğim gibi bu hususiyetler ona has değil idi. Ondan öncesinde ve sonrasında da böyle ömür sürenler olmuştu. O halde anlatmak istediğim şey nedir? Evirip çevirmeden bir sual tevcih ederek derdimi izhar edeyim:
Her yanımızdan gaflet fışkırırken, yolda önümüze bakmak bile haramlardan kurtulmaya yetmezken, modern zamanların karmaşası ve koşturmasında nefeslenmeye, küçük bir tefekküre dahi zaman bulamazken, teknolojinin getirdiği yeniliklerle düşünme biçimimiz değişmiş, Müslümanca yaşamaya engel her şey birer “imkan” olarak ayaklarımızın altına serilmişken, ilim meclisleri azalmış, hakiki alimler yok olmaya doğru giderken, sapıtmış ve saptırıcı olanlar etrafımızda kol gezerken, mümin ahlakına mugayir nice fiilin içinde şu ya da bu şekilde yer alıyorken, adeta nefsin ve şeytanın esiriymişçesine gafletin bilmem kaçıncı aşamasına dalmışken…
Aklımıza istiğfar etmek geliyor mu?
Ne yazık ahirete tertemiz ve iman ile gitmenin ilk gaye olduğu şu dünyada, her gün bize bahşedilen vaktin bir kısmını mutad bir şekilde istiğfara ayıranlarımızın sayısı çok az. Kul olduğumuzu, hata edebileceğimizi hep söyleriz, her hatamızın ardından dillendirir ve kalbimizi teskin etmeye çalışırız da aynı kalbin bir azığı olan zikir mesabesindeki istiğfarı evrâd haline getirmeyiz.
Masum (günahsız) bir kul olarak Efendimiz (s.a.v) bile günde en az 70 kere istiğfar ettiğine dair bize ulaşan rivayetlerin[2] bize fısıldadığı hakikati es geçmekle varabileceğimiz hayırlı bir netice yoktur. O halde hem peygamberî telkine kulak kabartıp istiğfarı hayatımızın mutadı haline getirmek, hem de bu vesileyle kulluğumuzu hatırlamak her birimiz için ferdî birer vazifedir.
[1] Bu hususta, yakın zamana mahsus bir hayranlık abidesi olan Allame Muhammed Zahid el-Kevserî’nin “Makalat” isimli eserine ait tercümenin başına konulan hayat hikayesini anmadan edemeyeceğim. Hususen hafızasıne ve ilmî dirayetine dair talebelerinin kaleme aldığı biyografisi mutlaka okunmalıdır.
[2] “Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’dan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim.” (Buhârî, Daavât 3.)
Cevapla