Bizler Allah’ın “mümin” kulları olarak evvela İslâmı öğrenmek, sonrasında ise öğrendiklerimizle amet ederek İslâm’ın emir ne neyhlerini hayatımıza nakşetmekle mükellefiz.
Bu hayatı idame ettirirken âdem oluşumuz hakikatinin bir tecellisi olarak, kimi zaman hatalara düşer günahkâr oluruz. Peygamberlerden başka kimsenin masûm olmadığı gerçeği düşünüldüğünde bu, her kul için tabii bir olaydır. Peki mümin olarak ölmüş bir kimsenin ahiret yurdunda azaba düçar olmadan cennete girmesi mümkün değil midir?
Bu soru tabiiki akla “tevbe”yi getiriyor. Tevbenin tavsiye edildiği rivayetlerde “nasuh” ibaresinin dikkatimizi çektiğini görüyoruz. Peygamberimiz (aleyhisselam) nasuh tevbesini tarif etmişler ve şöyle buyurmuşlardır :
“Tevbe-i Nasuh, işlenen günahtan pişman olmak, Allah-ü Teâlâ’dan mağfiret dilemek, bir daha öyle bir günah işlememek demektir.” (Beyhakî)
Demek ki ilk şart samimi bir pişmanlıktır. Başka rivayetlerde “pişmanlık tevbedir” buyurulurken de bu hakikate dikkat çekilmektedir. Zaten hakiki bir pişmanlık ile edilmeyen tevbenin tutarlılığı mümkün değildir. Yakın zamanda aynı günaha tekrar dönüleceğine işarettir. Bu, rivayetteki son maddeye, yani “bir daha öyle bir günah işlememek” şartına tallauk eder. Kulun aynı günaha tekrar dönmemesi gerçek pişmanlığa en büyük delildir.
Kulun hakiki manada pişmanlık yaşamış olması, buna rağmen belli zaman sonra aynı günaha tekrar dalması ve yeniden derin pişmanlığa düşmesi gayr-i ihtiyarı bir hata olarak telakki edilir ve Allah’ın affına ümit kuvvvetlidir. Ancak kul hatayı da tevbeyi de alışkanlık haline getirmiş, “günah işleyelim, tekrar tevbe ederiz” modunda bir hayat sürmeye başlamış ise bu tevbenin nasuh tevbe şartlarından uzaklaştığı gerçeği açıktır.
Ne Zaman Tevbe Etmeli?
Başlıkta da işaret etmeye çalıştığımız hakikat olan, kulun günahı işlemeye gücü yettiği vakitte tevbe etmesi bir başka inceliktir. Camilerimizin başka iş yapmaya kudreti yetmeyen ihtiyar kimseler ile dolduğu günümüzde mesele biraz daha iyi anlaşılacaktır. Günahkar kimsenin “günahından fayda (!) edindiği” zaman günahını terk etmesi daha makbuldür, daha faziletlidir. Daha doğrusu böyle de olması gerekir.
Zina etmeye devam eden, günah olduğu ve tevbe etmesi gerektiği tekliflerini reddeden kimsenin zina edecek kuvvetten düştükten, ihtiyarladıktan sonra “mecburen” bu günahı bırakmasının ederi nedir?
Güzelliği ile övünen ve bunu ifşa etmekten çekinmeyen bir kadının bedeni artık şehevi arzuları körüklemez hale geldiğinde bu ifşaattan vazgeçmesi?
Ya da günah dolu bir ortamda çalışan bir kimsenin işten kovulduktan sonra -yeni hatırlamış gibi- günah dolu ortamı terketmekle övünmesindeki samimiyet? Bunların kullar nazarındadaki kıymetinin ne derece olduğu gerçeği ortadayken, her amelde samimiyet isteyen Allah’a böylesine kırık dökük tevbe sunmaktan ne derece ictinab etmemeiz gerekir?
Demekki günah bizi terk etmeden, elimizde onu terkedip Allah’ın rahmetine kavuşanlardan olmak imkânı varken bunu yapmamız gerekmektedir.
Vallahu A’lem..
“Günahlarından tevbe eden kimse sanki günah işlememiş gibi olur” müjdesine mazhar olabilenlerden olmak duasıyla..
Salih Kartal, Temmuz 2014
Cevapla