Çok değil, bir asır öncesine kadar gittiği her yere medeniyet götüren, dünyaya adalet dağıtan bir toplumduk. Kendi ülkelerinde zulümden şikayet edenler Kardinal başlığı görmektense ecdadımızın sarığını görmeyi tercih ediyordu. Olay doğru ya da yanlış ama binlerce kişi ile bağların arasından ordumuz ile geçerken bir salkım üzüm alırsak yerine kese ile o üzümün bedelini asacak kadar kul hakkına riayet ediyorduk.
Mahallemizde bulunan hasta, yaşlı, ihtiyaçlı kim varsa bilir, ocakta pişen aşımızı onlarla paylaşır, devletten yardım veya iaşe beklemezdik.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen sadaka taşları ile zengin ile fakir birbirini görmeden ihtiyaçları giderilir, birisi vermenin kibrini, diğeri almanın ezikliğini yaşamazdı.
Ailenin en büyükleri, o evin en değerli varlığı gibi görülür, sıhhat ve afiyetleri için çaba sarf edilir, üzerlerine titrenir idi. O büyükler bayramlarda ve özel günlerde kalabalık aileleri bir araya toplanmasına vesile olur, dolayısıyla toplumu bir birine kaynaştıran en büyük etken olurdu.
İnsanlar her ihtiyaçları için devlete el uzatmaz, hayır sahipleri toplumun ihtiyacını karşılayacak vakıflar kurarak sadece insanların değil hayvanların bile ihtiyaçlarını giderirlerdi.
Esnafımız sadece kar etmek için değil, helal rızık kazanmak amacıyla ticaret yapar, kendisi siftah yapmışsa gelen müşterisini aynı işi yapan komşusuna gönderecek kadar ali cenap şahsiyete sahipti.
Sonra ne olduysa oldu tılsım bozuldu. Bu milletin damarlarında gezen asalet, zarafet ve nezaket gitti, bambaşka bir toplum çıktı ortaya.
Adalet sistemimiz çözüm üretmek ve ıslah etmek yerine, günü birlik çözümler ile en büyük adalet sarayları (!) ve hapishaneleri yapmakla övünür oldu.
Namaza giden esnaf satış yaptığı malların üzerine bir bez parçası örter, namaz bitince hiçbir malına zarar gelmeden işine devam ederken, ileri teknoloji ürünü güvenlik kameralarının, çelik kasaların ve türlü güvenlik önlemlerinin durduramadığı hırsızlar yetiştirdik.
“Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” ilahi buyruğunu unutan, en küçük meselede bile birbirinin kanını heder etmekten geri durmayan, sadece öldürmekle kalmayan kesen, parçalayan vahşi insanlar yetiştirdik.
Aile büyüklerini, yeni nesle ayak bağı olarak görüp, yaşlandıkları zaman ya huzur evi diye tabir edilen “terkedilmişler evine” veya evlatlarının oturdukları apartmanın en alt katında kendilerine “lütfedilen” bodrum katlarda yaşamaya terk ettik.
Muhtaçları aramak ve onların ihtiyaçlarını gidermek yerine, yardım isteyeni Belediye ve Kaymakamlık gibi devletin yardım yapan kurumlarına yönlendirir olduk.
Esnaflık ahlakını terk edip on tane esnafın sattığı malzemeyi tek bir işyerinde toplayarak komşu esnafımızın belki batmasına belki büyük zararlara uğramasına sebep olduk. Bunu da “ticaret kuralları” ne yapalım diye savunduk.
Niye bu hale geldik diye sorgulamadık, çünkü değerlerimizi yavaş yavaş kaybettik. Ama artık neyi kaybettiğimizi sormanın ve kaybettiğimizi aramanın vakti geldi. Çünkü kaybettiğimiz şeyi eğer bulamazsak çok değil kısa bir süre sonra yaşadığımız onca olumsuz ve korkunç şeylerin daha fazlasını görmeye başlayacağız.
Yazımızın başında neyi kaybettik demiştik ya, işte cevabı: Bizce hakiki imanın ilk meyvesi olan “merhameti” kaybettik.
“Merhamet nedir?” diye sorup Efendimiz (s.a.v)’e kulak veriyoruz:
Ashabıyla otururken bir gün:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennet’e giremezsiniz.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.
Allah Rasûlü -sallallahü aleyhi ve sellem-:
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlukata şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular.[1]
Yine Hakk dostlarından Mevlânâ Hazretleri merhameti şu güzel örnekle ne kadar güzel anlatıyor.
Mevlana hazretleri der ki:
“Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti: «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!”
Yazımızın en başında verdiğimiz örneklere baktığımız zaman ecdadımızın şahısların kendisinden ziyade başkalarını düşünmesinin sebebini, yani hakiki imanın gereği olan merhamet duygusunun ne kadar yüksek oranda yaşandığını görüyoruz.
Tarihimiz bu istikamette yürüyen insanların binlerce örneği ile dolu, bu istikâmet üzere yaşayan Hak dostları, huzuru ve hakiki imanı kısaca şu iki hususla ifade etmişlerdir:
- Tâzîm li-emrillâh, yani Allâh’ın emirlerini hürmetle yerine getirmek,
- Şefkat alâ halkillâh, yani yaratılanlara Yaratan’dan ötürü şefkat ve merhamet göstermek.
Yeniden kaybettiğimiz değerlere dönmek, toplum olarak bir arada ve huzurlu olarak yaşamanın en başat unsuru kaybettiğimiz bu en büyük duyguyu yani “merhamet” unsurunu hayatımızın her anına yayarak olacaktır.
Gayret bizden, netice Allah’tan.
Raif KOÇAK
[1] Hâkim, IV, 185/7310
Cevapla