Meselenin aslı ne Nepal’dir, ne Himalayalar ne de Tibet… Söz konusu edilen, dün Haiti olmuştur, Çin olmuştur, Şili, Sumatra, Samoa, Andoman ve Nikobar ile Japonya olmuş, Hindistan olmuştur, bugün ise Nepal! Dünya durduğu müddetçe, üstte gök kubbe çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe yarın da başka başka memleketler olacaktır. Mesele, insanlığın yaşadığı dram, bu dünyada maruz kaldığı ıstıraptır. Bazen yangındır, bazen sel, bazen çığdır, bazen göçük, bazense heyelan. Bela inip de Çernobil faciası gerçekleştiğinde dramın konusu Kiev olmuş, Pripyat olmuştur. Sebepler değişmiş, dramsa değişmemiştir. Belaya duçar olup çileyi çekenler çağdan çağa, yöreden yöreye değişirken, tuval üzerindeki figürler ve nesneler yer değiştirip deveran ederken tuval sabit kalmış, tabloysa değişmemiştir.
Nepal… Bir yandan dünyanın zirvesini toprakları içerisinde, döşünde barındırırken, diğer yandan açlık ve sefalette istatistikleri, dipleri zorlayan, Hindistan ve Çin arasına sıkışmış vaziyette, tarih boyu siyaset ve ekonomi başta olmak üzere her alanda, her türlü manipülasyona maruz kalan, İngiliz müdahalesini böğründe hissedip Mao zulmünü sonuna kadar yaşayan, dünya rezaletinin tecessüm edip mana bulduğu garip mi garip bir memleketten başkası değil!
Nepal ve açlıkla, sefaletle, yokluk ve yoksullukla pençeleşen diğer bütün memleketlerin durumunun müsebbibi, menfaat davası güden, kuru hâkimiyet kavgalarına bütün dünyayı mesken ve zemin eden, bütün insanlığı bu işe alet etmekten imtina etmeyen şer odaklarıdır. Parayla, güçle, siyasetle ve silahla dünyayı zulme boğup kan gölüne çeviren beynelmilel haydutların yaptıkları yanlarına kâr kalacak değildir asla!
Tavır mı Yoksa Aymazlık mı?
Kadim medeniyetler örgüsünün bağrı konumundaki Anadolu’da hayat imkânı bularak birtakım olumsuzluklara karşın rahat koltuğuna halen yaslanmakta olup da sırf Hindu oldukları gerekçesiyle Nepal diyarında mukim bulunanların aleyhinde atıp tutan şehir çocukları, Nepal’e değil de, bu medeniyetler beşiğinde yaşayıp yetişmelerine rağmen insanlıktan bir pay alamayışlarına, nasipsizliklerine yansınlar!
İnsanlarda can ve mal bağlamında yoğun tahribata sebep olan tabii hadiselere bakışta, ne kader perspektifi göz ardı edilmelidir ne de insan sorumluluğu, insanın iradesi ve ihmaller. Gerçekçi olunmalıdır fakat salt realist ya da salt pozitivist değil. İnsancıl olmalıdır fakat salt hümanist değil! ‘’Orada Müslüman, Hindu, Budist vs. yoktur, insan vardır. Bu hadiselere insani bakılmalıdır, din penceresinden değil’’ misali sloganik söylemlerden de uzak durulmalıdır. Mesele insanlık ve insan onuru olduğunda, insana verilecek değer, insanın şerefi ve kıymeti olduğunda bu hususun, İslâmiyet’in haberinden daha açık bir deklarasyonu, daha açık bir manifestosu vaki olmuş mudur ki insanlık tarihinde, biz insana bakarken ‘’müslüman kimliği’’mizi bir kenara bırakalım? Boşuna uğraşmayınız; insana, Allah’ın mükerrem kıldığı bir varlık olarak değer veren İslâmiyet’in, insana saygı ve muhabbet okyanusu, insana insan olduğu için kıymet iddiasında bulunan Hümanizmin kahve fincanına sığmaz, sığdıramazsınız!
Tabii hadiseler gerçekleştikten sonra gelen haberlerin değerlendirilmesi noktasında, hadiselerin gerçekleşmiş olduğu bölgede yaşayan hakim kesimin Müslüman olup olmadığı yönünde bir ayrıma gidildikten sonra, hakim kesimin gayr-ı Müslim oluşuna dair tespitle birlikte, birbirinden farklı üç tavra şahit olmaktayız genellikle.
Bir kesim konuya; ‘’belalarını buldular, inançsızlıklarının, aşırılıklarının ve de hayat tarzlarıyla hayvanları maruz bırakmış oldukları zulmün vebaline duçar oldular’’ şeklinde kokuşmuş ve insafsız bir tavırla yaklaşırken diğer bir kesimse, konuyu önemsemekten uzak, tamamen kayıtsız bir tavır sergilemektedir. Bir de seküler tavır vardır ki bu tavır; konuyu kader perspektifinden, Allah Teala’nın izni ve iradesinden tamamen ayırıp sıyırmak suretiyle tamamen bilimsel gözle bakan, yüzeysel ve sığ bir tavırdır. Burada zikretmiş olduğumuz üç farklı tavır da, bir Müslümanın takınabileceği türden, İslâm ahlakına ve Müslüman olgunluğuna, mü’minin kemâlâtına yakışacak türden tavırlar değildir. Ayrıca Nepal’de gerçekleşen bu afetin yegane sebebi olarak o ülkede Müslümanlara yapılan zulüm ve haksızlıkları zikretmek de yine doğru bir yaklaşım değildir.
Bu tür hadiseler karşısında bir Müslüman evvela, Allah Teala’nın azametini hatırlayıp O’na iltica etmeli, bu hadiseyi korku ve ümit dengesini sağlama noktasında bir delil, bir ibret vesikası, muhasebe vesilesi, tevbe ile yeni bir arınış noktası olarak değerlendirmeli, bütün bu yaşananların, imtihanın bir kesiti olduğunu zihninin bir köşesinde her an tutmalıdır. Kısacası konu edinilen hadisenin sadece etki ettiği kimseler için bir uyarı olmayıp bütün insanlık için bir uyarı niteliği taşıdığı düşünülmelidir.
Üzerinde durduğumuz olayların çok yönlü olarak insanoğlunun şer’î düzenle birlikte kevnî düzeni de tahribi karşılığındaki uyarı doğrultusu da muhakkak dikkate alınması gereken bir ayrıntıdır.[1]
Özetlemeye çalıştığımız bu yaklaşım, bu bakış açısı, esasında Ümmet şuurunun bir tezahürü niteliğindedir. ‘’Ümmet’’ kelimesi genel ve tikel olarak muhtelif anlamlarda kullanılsa da umum manasıyla Efendimiz Aleyhissalatu Vesselamın belli bir kavme değil de, bi’setinin başlangıcından itibaren (Nûr-u Muhammedî ve Hakîkât-i Muhammediye meselesine girmiyoruz) kıyamete kadar yeryüzünde bulunan/bulunacak bütün insanlığa gönderilmiş[2] olması hasebiyle, bugünkü anlamda yerkürede yaşayan insanların bilaistisna tamamını kapsamaktadır. Bu kapsam içerisinde Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam’ın risâletine tabi olup ittiba edenlere ümmet-i icabet, henüz ittiba etmemiş olanlara ise ümmet-i davet[3] denilmektedir.
Kur’ân ve Sünnet’e bütüncül bir şekilde baktığımız vakit, insanların zümreler halinde belli başlı işleri yüklenmeleri yönünde farz-ı kifâye bazı amellerin vaz edilmiş olduğunu görmekteyiz. Tefakkuh özelinde zikredilmiş olsa da genel olarak ilimle iştigal etmek, Emr-i Bi’l-Marûf ve Nehy-i Ani’l-Münker, Cihad ilh. gibi ameller burada örnek olarak zikredebileceğimiz belli başlı amellerdir. Emr-i Maruf’un içerisinde bir de ‘’Davet’’ mefhumu vardır ki bu mefhum, bir Mü’minin gayr-ı Müslim cenaha bakışı noktasında son derece önemli bir ayrıntı konumundadır.
Ümmet şuuruna sahip bir Mü’min, gayr-ı müslim topluluklara isabet eden bu tür hadiseler karşısında ayrıca, onlara erişememiş/ulaşamamış olmanın, üzerinde taşıdığı tebliğ/davet sorumluluğunu yerine getirememiş olmanın, risâletten hakkıyla haberdar olamamış o insanların helâka sürüklenişine[4] seyirci kalmış olmanın üzüntüsünü ciğerden hissetmelidir.
Canı gönülden inanıyoruz ki bugün, bahsettiğimiz kifâye farzı, davet ve tebliğ vazifesini o topraklarda da ifâ eden belli bir zümre vardır. Nitekim Nepal’de, Diyobend destekli birtakım sûfi-davetçi grupların varlığından da haberdarız.
Bundan gayrı meseleyi anlamakta güçlük çekenlere, insanın hassalarından, kendisini hayvanlardan ayıran en temel unsurlardan biri olan ‘’empati’’ olgusunu harekete geçirmeleri, kendilerini bir an için bu doğal afetlere maruz kalmış kimseler arasında tahayyül etmeleri yönünde bir tavsiyeden başka yapabilecek bir şeyimiz yoktur…
Dipnotlar:
[1] Konuya dair söylenecek elbette çok şey vardır fakat kaynak olarak işaret edeceğimiz şu video konuyu detaylı bir şekilde sindirebilme açısından yeterli olacaktır. Geniş malumat arayışında olanlar için yararlı olacaktır. Tabii hadiseler karşısında olgun bir Müslümanın tavrının nasıl olması gerektiğine dair bkz. 2 Kasım 2011 tarihli Talha Hakan Alp ve Ebubekir Sifil ile İlm-i Hâl Programı: Tıklayınız
[2] Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’ın Risâletinin Evrenselliğine dair geniş malumat için bkz. Hz. Peygamber’in ‘’Risâletinin Evrenselliği’’ başlıklı tebliğ/Muhammed Said Ramazan el-Bûtî, Ebedî Risâlet Sempozyumu/İstanbul (1991), terc. Mustafa Altundağ.
[3] Ulema, Efendimiz s.a.v.’in beyanlarından yola çıkarak “Ümmet-i Muhammed” tabirinin iki kısım insanı anlattığını söylemiştir:
1- Bütün insanlık/ Ümmet-i davet
2- Müslümanlar/ Ümmet-i icabet. (et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, 1/262)
Ebu Nasr el-Kelâbâzî ise bu taksimi biraz daha dakik bir şekilde şöyle ifade etmektedir:
1- Ümmet-i davet,
2- Ümmet-i İcabet,
3- Ümmet-i itaat. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 11/411)
[4] Mâtüridî ve Eş’ârîlerin ihtilaf noktalarından biri olan, kendisine tebliğ ulaşmış olan insanın sorumluluğu ve tebliğ ulaşmamış kimselerin mâzûriyetine dair görüşler ve detaylar için bkz. Ömer Nasûhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, Fatih/İstanbul, ‘’Ehl-i Fetretin Aksâmı’’ s.111-112. Ayrıca bkz. Fadlullah Şihâbüddîn Ebû Abdullâh b. Hasen el-Türbüştî, el-Mu’temed Fî’l-Mu’tekâd (Sağlam İtikad/Türpüştü Risalesi), s.194-195. Ayrıca el-Fıkhu’l-Ekber Şerhi/Molla Ali el-Kârî ve Nesefî Akîdesi Şerhi/Allâme Teftazânî, ilgili bölümler.
Cevapla