Müşahhas Bir Sahafîlik Örneği: Nasıruddin el- Elbânî

Ulema, isnat mefhumunu olması gerektiği kadar en yüksek mertebede lüzumlu görmüş ve ilmin muhafızı olan bu kavramı sahih bilgileri elde edebilme adına elzem kabul etmiştir. Anlattıkları güldürücü şeylerde dahi isnat zikredecek derecede nakil titizliği olan âlimler, Kur’an adına konuşma, Kâinatın Efendisine her hangi bir sözü nispet etme konusunda da misilsiz bir titizlik sergilemişlerdir.

Buna binaen nasihat babında “Mushafî olan kişiden Kur’an, Sahafî olan kişiden de hadis alma”[1] denilmiştir.[2] Abdullah b. el- Mübarek de “İsnad dindendir. Şayet isnad olmasaydı dileyen istediğini söylerdi” buyurmuştur.[3] Ebu’z- Zinad’ın “Medine’ de tamamı güvenilir olan yüz kişi tanıdım. Onlardan hadis alınmıyor ve (gerekçe olarak da) “Ehlinden değil” deniliyordu[4] şeklindeki sözü de konumuz açısından mühimidir.

Çünkü bu söz ehliyet mefhumunun selefte ne kadar mühim bir mevkii olduğunu yansıtması açısından konumuza ışık tutar mahiyettedir.

nasuriddin elbaniUlu orta herkesten hadis dinlenmeyeceğini, ders alınmayacağını ısrarla vurgulayan ve “Bu ilim dindir. Öyleyse dininizi kimden aldığınıza dikkat edin”[5] diyen geçmiş büyükler hocaları ilim şehrinin olmazsa olmaz kurmayları kabul etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel (Rahimehullah) “Kişinin elinde Resulullah Aleyhissalatü vesselam’ın sözlerinin, sahabe ve tabiinin ihtilaflarının bulunduğu kitaplar olsa, ehl-i ilme bunların hangisinin alınması gerektiğini soruncaya dek dilediğini seçip tercih ederek amel etmesi veya hüküm vermesi caiz değildir”[6] demiştir.

İlmi mahir olan hocalardan telakki etmeyi esas alan ulema, şeyhi olmayan ve kendi üniversitesinin mezun ettiği kişileri hiçbir zaman kâle almamışlardır. Bunun için Ahmed b. Hanbel’in oğlu babasının “İnsanlar ancak haddesena ve ahberena diyenlerdir” şeklinde bir sözünü nakleder.[7]

Ve yine oğlunun naklettiğine göre Halife Mu’tasım Ahmed b. Hanbel’e (hocası olmamakla meşhur olan) İbn Ebi Duad ile konuşmasını söylediğinde İmam yüz çevirip “Kendisini hiçbir âlimin kapısında görmediğim biriyle nasıl konuşabilirim” cevabını vermiştir.[8] Bu konuda verilebilecek misal çoksa da biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

Makalemizde bahsini yaptığımız kişi de tarihte zemmedilmiş bu sahafilik ameliyesinin bedene bürünüşüdür. el-Elbani asli mesleği saatçilik olan ve her hangi bir hoca ve üstattan ilim öğrenme yerine kendi kendini yetiştirme yoluna gitmiştir. Selefilik hareketinin ba husus hadis ilmindeki istinatgâhı olan bu şahsiyet, selefilik adına selefin asla tasvip etmediği ve etmeyeceği bu metodu benimsemiştir benimsemesine ama bu usulde yetişmesinin kendisinde büyük tesirleri olmuştur.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kendi üniversitesinden mezun olan bir kişilik olması münasebetiyle yer yer tezahür eden şuzuzatından mahza inadı sebebiyle dönmediği ve işi faklı mecralara taşıdığı müşahed bir meseledir. Buna misal olarak Ebu Gudde’yi gösterebiliriz.

Nitekim el-Elbani, “el- Akidetu’t- Tahaviyye”’nin İbn Ebi’l-İzz şerhine ta’lik yazmış ve müellifin Buhari ve Müslim’e nispet ettiği tüm hadislere dip not düşerek “Sahihtir” demişti. Bu usulün tahriç usulüne aykırılığı tartışılmayacak derecede açıktır. Zira böyle bir tavır Buhari veya Müslim’de ki bir takım rivayetlerin sahih olamayabileceğini düşündürmektedir.

Bu durum Ebu Gudde’ye sorulduğunda Ebu Gudde Merhum da bu hakikati dile getirerek böyle bir tavrın tehlikeli olduğunu ve ilim talebelerinin zihinlerini karıştırmaktan başka hiçbir gayeye hizmet etmeyeceğini söylemişti. Ve bu görüşünü de kendisine bu soruyu soran üniversiteye yazılı bir biçimde göndererek deklare etmişti. İşte tüm olanlar bundan sonra oldu.

nasuriddin el elbaniZira bu olaydan sonra Ebu Gudde merhum’a atılan iftiraların ardı arkası kesilmediği gibi mezkûr iftiralar, sırf hakkını ve haklılığını savunmak için kendisini müstakil bir risale kaleme almaya dahi sevk etmişti.[9] Hocasızlığın îras edeceği kifayetsizliğinin zaman zaman bu gibi mahallerde tezahür etmesine tahammül edemeyen el- Elbani tüm bu olanlar karşısında ancak “Bu, taliklerimde bana ait bir usuldür” diyebiliyordu.[10]

Sîresine ve muasırlarının kendisi hakkındaki şehadetlerine baktığımızda el-Elbânî’de yine hocasız yetişmesinin kendisine ilkâ ettiği gereksiz bir aceleciliğe ve peşin hüküm verme hasletine tanık oluyoruz. Bu söylediğimize de şahitlik edecek bir hâdiseyi asrımızın değerli âlimlerinden Muhammed Avvame hoca, H. 1398 yıllarında konuştuğu hocası Abdülaziz Uyun es- Sud’dan naklediyor.

“Öğle ezanından az bir vakit önce kendisini tanımadığım biri mescitte yanıma girdi. Sonra bana onun Nasır el- Elbani olduğu söylendi. Ezanı beklemek için oturdu. Müezzin “ Allahu Ekber Allahu Ekber” i geçiş yaparak üstünlü okuyunca bu kişi ( el- Elbani) hemen itiraz edip kızarak “Bu hatadır, bu bidattir” dedi. Hocamız ona “nedir bidat olan?” diye sorunca o da “Bu, Müslim’ de bulunan rivayete zıttır” dedi. Hocamız “Nedir Müslim’ deki rivayet?” diye sorduğunda o “ Allahu Ekberullahu Ekber” diye cevap verdi. Bunun üzerine hocamız ona “Siz bu rivayeti İmam Müslim’e varan bir senetle hocanızdan o da hocasından bunu Müslim’in “ra” harfinin ötresiyle rivayet ettiğini okudunuz mu, yoksa bu dediğinizi matbaa zaptına göre mi söylüyorsunuz” dediğinde el- Elbani’nin bu yanıta karşılığı sadece sükût olabilmiştir.[11]

Bizler bu makalede Selefî kesimin “Muhaddisu’l- Asr/ Asrın Muhaddisi, müceddidi” gibi amigovârî sloganlarla göklere çıkarttıkları el- Elbanî’nin Akîde’den fıkha Cumhura muhalif olan bazı görüşlerini beyan edeceğiz. Maksadımız her hangi bir şahsı veya bu şahıs üzerinden belli bir kesimi hedef almak değildir. Bilakis, makalenin kaleme alınış maksadı “İnsanları menzilelerine indiriniz”[12] şeklindeki Nebevî sözün muktezasınca menzilesinden çok daha yukarıda gösterilen bir şahsiyeti olması gerektiği konuma yerleştirmekten ibarettir.

Şimdi el- Elbânî’nin bir kısım şaz görüşlerine yer verelim:

Akidevi sorunlar:

Makalemizde konusunu yaptığımız Nasıruddin el- Elbani, özellikle selefi kesimin hüccet kabul ettikleri ve neredeyse müçtehit makamında değerlendirdikleri bir şahsiyettir. Aslında bu tavır onlar adına garipsenecek bir tutum da sayılmaz. Zira aynı kesimin İbn Teymiyye ve İbn Kayyım gibileri hakkında da tutumları farklı değildir. Burada zikrettiğimiz üç şahsiyetin İslam’a faydalı hizmetlerinin de olduğunu tabiki inkâr ediyor değiliz.

Ne var ki; mezkûr kişilerin ehl-i sünnet akaidine ters düşen bir takım akideleri, kendi adlarına benimsemeleri yetmiyormuş gibi, bunları telif etmek suretiyle yayma çalışmaları da faydalı hizmetlerini tabi ki perdelemektedir. Burada ümmetin itikadı söz konusudur.

Hazır konusu gelmişken hemen şu hakikatin üstünü çizelim: el- Elbani’nin, ilmi hayatında çizgi olarak İbn Teymiye ve İbn Kayyim’in izlerini sürdüğü izaha gerek duymayacak kadar açık bir husustur. Bununla beraber el-Elbani bir kısım Akidevi konularda onlarla aynı kanaati taşımamaktadır. Bu ihtilaf bazı kere “Allah Teâla için hareketin sabit olması, maiyyetullah meselesi” gibi hususlarda İbn Teymiye’lerin ehl-i sünnet dışı görüş belirtmelerine karşılık el- Elbani’nin ehl-i sünnetin görüşünü savunması şeklinde tezahür eder.

Bazı kere de İbn Teymiye’ler ehl-i sünnet gibi düşünürken el-Elbani ehl-i sünnetin sınırını aşar.[13]

Fakat ne gariptir ki her birerleri bu fikirleri savunurlarken ehl-i sünnet adına savunurlar. Hatta İbn Teymiyye’nin, görüşlerini “bu selefin icmaıdır” vs. gibi sözlerle desteklemesi bilenler katında meşhurdur.[14]

Şimdi el- Elbani’nin bir takım akidevi ve fıkhî şuzuzâtını tek tek zikredelim:

el elbaniTecsim akidesine delalet eden ifadeleri:

el- Elbani Akide-i Tahaviye üzerine yazdığı şerh ve ta’lik çalışmasında bazı Müşebbihenin “Allah hiçbir cihette/ yönde olmaksızın görülecektir diyen aklına müracaat etsin” dediklerini naklettikten sonra “Buradaki cihetle yokluğa ait bir şey kastediliyorsa ki o da âlemin yukarısındadır. Orada Allah’tan başka kimse yoktur” demektedir.[15]

Görüldüğü üzere Elbanî’ nin şu ifadelerinde açık bir tecsim inancı yatmaktadır.

Aslında Elbanî bu ifadelerinde yalnız da değildir. Zira kendisini birçok konuda taklit ettiği ve yolunda yürüdüğü İbn Teymiye de Allah’ın Arşın üzerine cülûs/ oturma anlamında istiva ettiğini, Dünya semasına kendisinin minberden aşağıya inmesi gibi indiğini[16] söyleyerek Mücessime mezhebinin yeniden temellerini sağlamlaştırma operasyonunun altına imza atmıştı.

Elbani de, Allah Teala’nın Arş’ın üzerinde olmadığını, mahlukatına ne mübayin, ne de mücanib olmadığını, âleme dâhil veya hariç olmadığını söyleyenlerin Kitabı ve sünneti bilmediklerini ve bunların Allah Teâlâ’nın kendisini “Rahman Arş’ın üzerine istiva etti”[17] ayet-i kerimesiyle vasıfladığı sıfatla vasıflamadıklarını belirtmektedir. [18]

Elbânî, başka bir mahalde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in Allah Teâlâ’nın (mescidde kıbleye yönelik vaziyette durduğu müddetçe) kulun yüzünün istikametinde olduğunu ifade eden “قبل وجهه” ifadesini de yorumlarken Allah’ın kulun yüzü istikametinde olmasının Arşın üzerinde olduğu gerçeğiyle çelişmeyeceğini ispat etmeye çalışmaktadır. Bu hadis bu gerçekle çelişmemelidir. Zira Elbânî’ye göre Allah’ın arşın üzerinde olduğu Kur’an, ve Sünnet naslarıyla, sahabe kavilleriyle tevatüren sabit olmuş bir meseledir.[19]

 

Kelamullahta harf ve ses konusu:

Hz. Peygamberin döneminden sonra hevasına uyan bir takım kişilerin çıktığını ve nasları te’vil ettiklerini belirterek Kelamcıları hedef alan Elbânî yeri geldiğinde kendi tecsim itikadını müdafaa etmekten ve tıpkı mukteda bihi olan İbn Teymiye gibi şaz görüşüne Selefin kavli damgasını vurmaktan hiç de imtina etmemektedir. İmam Zehebî’nin “Muhtasaru’l- Uluvv” una yazdığı mukaddimesinde bir takım matbaa yanlışlıklarını eleştiren Elbanî bu sadette Hanbelilerin Kur’an’ın harf ve ses ile olduğuna” inandıklarını ve Eş’ arilerin hilafına hak olan görüşün de bu görüş olduğunu iddia etmektedir.[20]

Tahâvî akaidine yazdığı şerhte ise Kelam sıfatının nevi itibarıyla kadim olduğunu, fakat harf ve ses anlamında kadim olmadığını söyleyerek hakeza Allah’ın kelam sıfatıyla ilgili görüşünün harf ve ses anlamında olan bir kelam olduğunu belirtmiş olmaktadır. Bu inancın Müşebbihe’nin kelamullah’ın mahiyetiyle ilgili görüşü olduğu kelam ilmine vakıf olanlarca malumdur.

Te’vil Meselesi:

Tevil meselesi kökeni itibarıyla tartışması eskiye dayanan bir konudur. Selef müteşabih olan nasları icmâlî bir teville tevil etmiş halef de daha sonra ortaya çıkan bir takım nevzuhur itikatların önüne geçebilmek için tafsîlî tevile başvurmuşlardır.

Selefî kökenli akımların karşı çıktığı tevil meselesi hakkında görüş beyan eden el-Elbânî, “Biz tevil edenlerin zındık olduklarına itikat etmemekle birlikte onların bu görüşleriyle zındıkların görüşünü savunduğuna inanmaktayız” demektedir.[21] Ayrıca tevilin “tatil”in bizatihi kendisi olduğunu söylemekle birlikte cumhur ulemanın görüşünden ayrılmaktadır.[22]

el-Elbânî’nin bu tavrı, itikadî istikametindeki birçok noktada ayniyet arz ettiği selefi çizgiyle bu noktada da örtüşmektedir.[23] Tevil konusundaki görüşünün Allah ve Resulü’nün, ayrıca sahabenin de görüşü olduğuna vurgu yapan el-Elbani, kelam ilminde tasrih edilen “Allah âlemin ne dâhili ne de haricindedir” şeklindeki nazariyeyi şiddetle eleştirmekte ve bunu ilmine ve salahına güvenilen hiçbir âlimin söylemediğini ifade etmektedir.[24]

Ayrıca İmam el-Buhari’nin Kasas süresindeki “Onun veçhi dışında her şey helak olucudur” ayeti kerimesinde yer alan “onun veçhi” şeklindeki ifadeyi “onun mülkü” şeklinde tefsir etmesini bir türlü kabullenememektedir. Bu konuda kendisine tevcih edilmiş olan soruya “Bu bir mümin ve Müslümanın söyleyebileceği bir şey değildir. Bu ifade Buhârî’nin bazı nüshalarında mevcuttur. Ve Buhari’de aslen tatil olan böyle bir ifade bulunmamaktadır”[25] şeklindeki ifadelerle cevap veren el-Elbânî bu konuda da geçmiş ulemadan ayrılmaktadır. Zira kendisine kadar hiçbir Buhari şârihi mezkur hadis üzerinde böyle bir yoruma gitmemiştir.

Konunun en merak uyandıran noktası böylesine şaz bir görüşü gayet iddialı bir şekilde savunan el-Elbânî’nin bu görüşüne her hangi bir delil getirip getirmeyeceğidir. Elbanî’ye göre bu tevil Buhari adına uydurulmuştur ve bunun en bariz ispatı da “mülkehû” ifadesinin bazı Buharî nüshalarında olup bir kısımlarında olmayışıdır.

Peki, bu ifadenin olmadığı bir musahhah nüsha var mıdır? Varsa nerededir? İddia sahibi Elbânî’nin bu noktada somut bir delil ortaya koyduğu söylenemez. Ayrıca işin aslı incelendiğinde böyle bir nüshanın mevcudiyetinden bahis yapılamayacağı rahatlıkla söylenebilecektir.

Geriye bir de Elbânî’nin tevili inkâr sadedinde iddiasına delil kıldığı “seleften hiç kimsenin tevil yapmadığı” şeklindeki iddia kalıyor. Biz burada konu hakkındaki örnekleri serdederek bu iddiayı cevaplandırmak yerine okuyucuyu, İmam et-Taberî’nin “Camiu’l-beyân”ı gibi tüm rivayet tefsirleri, İmam el-Beyhakî’nin “el-Esmâ ve’s-Sıfât”ı, Zeynuddîn el-Makdîsî “Ekâvîlu’s-sikât”ı gibi eserlere yönlendirmekle iktifâ edeceğiz.

Tevessül ve istiğâse

nasuriddin AlbaniNasıruddin el-Elbânî’nin akidevî konularda selefi ekole yakınlık arz ettiğini geride belirtmiştik. Tevessül ve istiğase konusunda mezkûr camianın tevessülün üç nevisini (Esma-i hüsna, amel ve dua) kabul ettikleri halde dördüncü nevi olan zat ile tevessülü kabul etmediklerini de biliyoruz. Elbânî’nin konu hakkında kaleme aldığı müstakil risalesine göz attığımızda onun da tevessülün ilk üç çeşidini kabulle karşıladığını ve zat ile tevessüle karşı çıktığını görmekteyiz.

“Et-Tevessül envâ’uhû ve ahkâmuhû” isimli eserinin baş taraflarında; uzun asırlardır Müslümanların çoğunluğunun dualarında “Allah’ım nebinin senin katındaki hakkı, şerefi ve kadr-ü kıymeti hürmetine beni affet” demeyi adet haline getirdiklerini ifade eden el-Elbânî, asırlardır bütün bir ümmetin meşru tevessülü yanlış anladıklarını söylemektedir.[26]

Tevessülün lügavi ve Kur’andaki manasını açıklayarak devam eden el-Elbânî vesileyi kevnî ve şer’î vesile olarak iki kısımda inceler. Daha sonra kendisince meşru’ olan vesilenin ilk üç çeşit vesile olduğunu tasrih eden el-Elbânî, ulemanın tecviz ettiği zat ile tevessülü ret etmekle yetinmeyip bu konuda serd edilen delillerin bir bir tahlilini yaparak hiç birinin zat ile tevessülün meşru olması konusunda yeterli olmadığını ifade etmektedir.[27]

İstiska ve darîr rivayetleri gibi hadislerin zat ile tevessülün meşruiyetini ispat etmekte kâfi olmadığı ve hatta bu rivayetlerin bahsi yapılan konuyla alakalı olmadığına yönelik uzun uzadıya izahlarda bulunan el-Elbânî, aslında lisan-ı hâliyle bize bu eseri yazmasındaki gayenin meşru olan tevessülü ortaya koymaktan öte, zat ile tevessülü tecviz eden âlimleri tamamıyla dalalete nispet etmek olduğunu göstermiş olmaktadır.

Zat ile tevessülü inkar sadedinde el-Buti’nin “Fıkhu’s-Sîre”sinde kendisini tenkit ettiğini belirten el-Elbâni, görüşünü birden bire bütün bir selefe nispet ederek, Buti’ye hitaben “sen bana ret yapmakla eslafın tamamına ret yapmış ve İmam Ebu Hanife gibileri tekfir etmiş oluyorsun” demek suretiyle dudak uçuklatan iddialı cümlelere de yer vermektedir.[28]

Zat ile tevessül yapanlara “hak yoldan sapanlar (dâllîne ani’l-hak) ifadesini kullanmakta her hangi bir beis görmediğini ifade ederken bu görüşünü delillendirme babında Cenâb-ı Hakk’ın da Peygamber’ine vahiyden önceki haline binaen “dâll” ifadesini kullandığını söyleyen el-Elbânî bu noktada da tabirlerini örselemeyi başaramamaktadır.[29]

Görüldüğü gibi tevessül edenlere bakış açısıyla Peygamber (Aleyhissalatü vesselam)’in vahiyden önceki halini kıyas etmektedir.

Ömer Faruk Korkmaz


Dipnotlar: 

[1] لا تأخذ القرآن من مصحفي ولا الحديث من صحفي şeklindeki söz. Mushafi; Kur’anı mushaftan öğrenerek her hangi bir hocadan öğrenmeyen kişidir. Sahafi de hadis ilminde aynı tavrı sergileyene denmektedir. Bkz. Mahmut Tahhan, Teysiru Mustalahi’l- Hadis, s. 213 Mektebetu’l- Mearif, Riyad 2011, B.X

[2] es- Sehavi, Fethu’l- Muğis, ıı/ 262 Daru’l- Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut- Lübnan, 1403 B. I

[3] Ali el- Kari, Şerhu Şerhi Nuhbeti’l- Fiker, s. 157 Daru’l- Erkam, Beyrut- Lübnan

[4] Tahir el- Cezairi, Tevcihu’n- Nazar, I/ 89 Daru’l- Beşairi’l-İslamiyye, Beyrut- Lübnan 2009, B.II

[5] Muhammed b. Alevi el- Maliki, el- Menhelu’l- Latif, s. 27 el- Mektebetu’l- Asriyye, Beyrut 1428

[6] İbn Kayyimi’l Cevziyye, İ’lamu’l- Muvakkiin, I/ 44 Daru’s- Saade

[7] Kadı İyaz, el- İlma’, s. 28 Daru’t- Türas, Kahire, el- Mektebetu’l- Itkiyye, Tunus 1970

[8] Kadı İyaz, a.g.e. a.y.

[9] Abdülfettah Ebu Gudde, Kelimâtun fi Keşfi Ebâtîl ve’ftiraât, Mektebu’l- Matbuati’l-İslamiyye, 1411

[10] Ebu Gudde, a.g.e., s. IV

[11] Muhammed Avvame, Eseru’l- Hadisi’ş-Şerif, s. 51 Daru’l- Minhac, Cidde, 2009, B.VI

[12] Ebu Davud, Sünen, Edeb 42, No: 4844

[13] Hasen b. Ali es- Sekkaf, el- Bişare ve’l- İthaf bima beyne İbn Teymiyye ve’l- Elbani fi’l- Akideti minel İhtilaf, el- Mektebetu’t-Tahassusiyye, 2007, B.III

[14] Saib Abdülhamid, İbn Teymiye Hayatuhu ve Akaiduhu, s. 129 Mektebetu’l- ğadir, Beyrut- Lübnan 2002, B.II

[15] el- Elbânî, Şerhu’l- Akideti’t- Tahaviyye, s. 182, Daru’l- Fikri’l- Arabî

[16] İbn Battuta, Rihletu İbn Battuta, S. 68, el- Matbaatu’l- Hayriyye, 1322, B.ı

[17] Kur’an, Taha 5

[18] el- Elbânî, Şerhu’l- Akideti’t- Tahaviyye, s. 185

[19] Abdullah el- Hererî, Dalâlâtu’l- Elbânî, s. 12 Daru’l- Meşari’, 2007, B.III

[20] ez- Zehebi, Muhtasaru’l- Uluvv, s. VII, el- Mektebu’l-İslamî, Dımeşk, 1981, B.I

[21] Muhammed Nasıruddin el-Elbânî, Fetâva’l-Elbanî, Mektebetu’t-türâsi’l-islâmî, 1994, b.I s. 522-23

[22] el-Elbânî, a.g.e., s. 523

[23] Mesela İbn Baz “Fetava”sında ehl-i sünnet ve’l- cemaat’dan ehl-i ilim olanların tevile gitmediklerini ve tevile gidenlerin bir kısım Cehmiye ve Mu’tezile olduklarını söyleyerek tıpkı el-Elbani gibi kendi itikadını doğruluk anlamında mutlaklaştırıp cumhur ulemaya etiket arama peşine düşer. Bkz. Abdülaziz b. Abdullah b. Baz, Fetava Nurun ale’d-derb, Müessesetu’ş-şeyh Abdülaziz b. Baz el-Hayriyye I/50, Benzer ifadeler için bkz. İbn Baz, Fetava ve Tenbihat ve Nasaih, Daru’l-Cil, Beyrut, 1991, B.I s. 20, Muhammed b. Salih el-Useymin, Mecmuu Fetâvâ ve resâili’l-Useymin, Daru’l-vatan, Riyat, 1407, B.I, I/115

[24] el-Elbânî, a.g.e., s. 522

[25] el-Elbânî, a.g.e., s.523

[26] Muhammed Nasıruddin el-Elbânî, et-Tevessül envâ’uhû ve ahkâmuhû Mektebetu’l-Meârif, Riyat, 2011, B.I, s. 9-10

[27] el-Elbânî, a.g.e., s. 51 vd.

[28] el-Elbânî, a.g.e., s.77

[29] Muhammed Nasıruddin el-Elbânî, Fetâva’l-Elbanî, s.432