Mü’mince Bir “Duruş” : Tevakkuf
Nasreddin hoca, kültürümüzün güldürürken düşündüren kahramanı. Yine bir gün çarşıya gitmiş, bir kuş satıcısının etrafındaki ilgiyi görmüş. Kuşun fiyatını sorunca duyduğu yüksek fiyat hocayı şaşırtmış. Nedenini sormuş. “Bu papağandır, konuşur” diye cevap alınca evine gitmiş. Bir hindi kapıp tekrar pazar yerine gelmiş. Hindiyi, normal bir hindi fiyatından daha yüksek bir fiyatla satışa sunmuş. Fiyatının neden yüksek olduğunu soranlara da şöyle cevap vermiş: “Bu da hindidir, düşünür.”
“Hindi gibi düşünmek” deyimine de atıf içeren bu fıkrada Nasreddin hoca bir şeye işaret ediyor sanki: Kendisinde sırf insanî bir özellik olan “konuşma”nın olduğu gerekçesiyle değerli katlanan papağana mukabil, insanın ayırd edici bir vasfı olan “düşünme” yetisine sahip olduğu iddiasıyla hindinin değerini yükseltti.
Hocanın bu tavrına etrafındakiler şüphesiz güldü geçti. Fakat hoca, papağanın aslında sadece insana benzer sesler çıkardığını, gerçekten insan gibi konuştuğunu zannedenlere “insan gibi yapmakla” bu işin olmadığını, hindinin yaptığının düşünmek olmadığı gibi, papağanın yaptığının da aslında konuşmak olmadığını anlatmış oldu.
Düşünmek ve konuşmak insan için birbirini tamamlayıcı çok hususi iki haslet. Konuşmak derken, aktarmak için bir vasıtayı işaret ediyoruz. Yani “konuşmak” dediğimizde bundan kastımızın “yazmak” eylemini de içine alan “düşünceleri aktarma” vasıtaları olduğunu hemen belirtelim.
Evet, düşünmek insanı diğer canlılardan ayıran ve onun sorumlu bir varlık olmasına kapı aralayan çok hususi bir haslettir. Ve fakat düşünebiliyor olmanın da kendi kendine bir kıymeti olduğunu söylemek zor. Şunu söylemek istiyorum; düşünmek bir şeyleri doğru yapabilmek, bir tercihte bulunabilmek, bir vazifeyi yerine getirebilmek için olmazsa olmazdır. Ama düşündükten ve bir karara vardıktan sonra gereğini yapmadıkça, düşünme eyleminin meyvelerini insanlara aktarmadıkça, doğru tercihi yapmadıkça bir kıymeti yoktur. Aynen bunun gibi, konuşabilmek ve yazabilmek yani aktarabilmek de, düşüncenin faydalı hale gelmesini sağlayacak olan şeydir. Buradan anladığımıza göre, aktarılmayan düşüncenin kıymeti olmadığı, hatta ona kıymet biçmenin mümkün olmadığı gibi, doğruya yaklaşmayan düşünme eyleminin de kıymeti yoktur.
O halde, düşünmek ve konuşmak eylemlerinde dikkat edilmesi gereken bazı hususların olduğunu söylemek durumundayız. Belli bir usul çerçevesinde düşünmek, varılan sonuç kat’i bir hakikatmiş gibi davranmamak, farklı düşünceleri yok saymamak düşünme eyleminin olgunluğuna işaret ederken, konuşmadan önce iyice ölçüp biçmek, kısa ve öz konuşmaya gayret etmek, faydalı şeyler konuşmak hususunda itinalı davranmak gibi hassasiyetler de konuşma/aktarma eyleminin gereklerindendir.
Şüphesiz bu maddeler farklı sahaların usul çerçevesi dikkate alınarak arttırılabilir. Bunlar arasında öyle birisi var ki, içinde bulunduğumuz zaman diliminde tamamen unutulmuş ve bu sebeple hatalar ve mesuliyetler çoğalmıştır. Bir “haddini bilme” tavrı olarak da okuyabileceğimiz, ıstılahtaki adıyla “tevakkuf”tan söz ediyorum. “vakafe” kökünden türeyen bu kelime sözlükte durmak, beklemek anlamına gelir. İslami ilimlerdeki yeri ise apayrı…
Bilginin kutsandığı, her meseleye dair çok şey konuşmayı marifet sayanların arttığı, bunu yapanların da itibar gördüğü bir zaman dilimindeyiz. Bilgisizliğin mutlak kötü olduğu vurgusu yapılınca sonucun bu olmasını yadırgamak mümkün değil elbette. Ne okuduğunu, ne amaçla okuduğu sorulmaksızın, okumanın telkin edilmesinde de yine bu arka plan gözümüze çarpmak zorunda.
Oysa tüm bunların yanında herkesin kabul ettiği ve fakat pek azının gereğine uygun davrandığı bir hakikat var: herkes her şeyi bilemez. Talebelere “bilmiyorum” demeyi öğretmeye çalışan ulemanın yaptığı şey onları bu gerçeğe hazırlamaktan başkası değildir. Bu gerçeğe hazır olmak, mevzuya dair asıl bilgi sahibi olanlara karşı bir sorumluluğun yerine getirilmesinin yanında, hiç şüphesiz kişiyi vebalden de kurtarır. Kendisine sual edilen bir meselede, “bilmeyen” olmaktansa, üzerine imal-i fikretmeye dahi vakit bulamadan, bir cevap ile mukabelede bulunmak cazip olduğu kadar tehlikelidir. Şüphesiz bu bir vebaldir.
Müslümanca bir hayat yaşamak, Müslümanca karar vermeye, o da Müslümanca düşünmeye bağlıdır. Müslümanca düşünme eyleminin bir safhası olan “tevakkuf” ise Müslümanca karar vermenin, dolayısıyla Müslümanca yaşamanın olmazsa olmazıdır.
Ulema da böyle yaşamış:
Fakihler, fıkhi bir meselede istidlal edilecek delillerden herhangi birini seçmekte zorlanınca, meseleyi halletmeye yarayan diğer usuller işe yaramazsa tevakkuf etmişler. Yani beklemişler. Doğru sonuca varmak için Allah’a yalvarmış, bir kapı aralamasını istemişler.
Muhaddisler birbiriyle çelişik görünen iki rivayet arasında, kuvveti yönüyle bir tercihte bulunamamış ve cem etmeye muktedir olamamışlarsa, hoşlarına giden birini tercih edip diğerini yok saymamışlar; tevakkuf etmişler. Yani beklemişler.
Öyleya; onların manevî hocası Hazreti Peygamber (s.a.v)’di. O da kendisine bir sual sorulduğunda, gerektiğinde Rabbimizden bir vahiy bekliyor, cevap vermiyordu.
Peygamber-i zîşanın ahlakıyla ahlaklanmak, ulemanın izini takip edebilmek, vebalden kurtulmak, işi ehline teslim etmek adına, tevakkuf etmeyi âdet edinmeye ne dersiniz ?
Cevapla