Peygamber Efendimiz (s.a.v) daha önceki peygamberlere verilmemiş beş şeyin yalnızca kendisine verildiğinden haber vermiş, “Her peygamber kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise kızıl ve siyah bütün insanlara gönderildim.”[1] buyurarak tüm zaman ve mekânların efendisi olduğunu bildirmişti.
Aleyhissâlâtü vesselam Efendimiz peygamberlik ile vazifeli kılındığı zaman Arabistan yarımadasında türlü ahlaksızlıklar, haksızlıklar, canilikler kol geziyordu. Vakit hiç olmadığı gibi o zaman da durmamış, 23 yıllık peygamberlik vazifesinde de zaman geçmiş, ömrünün sonlarına yaklaştığı bir dönemde 120 bine yakın ashabına bir hutbe irad ederek, vazifesini ifa ettiğine dair onlardan şehadet almış idi.[2]
Efendimiz (s.a.v) vefatı ile arkasında binlerce yıl devam edecek koca bir ümmet bırakmıştı. Ümmet-i Davet ve Ümmet-i İcabet tanımlarıyla taksime tabi tutulan Ümmet-i Muhammed’den vicdan sahibi herkes O’nun insanlık tarihinde eşsiz bir konumda olduğunu kabul ve tasdik etmek zorunda kalmıştı. Ümmet-i Muhammed’den İslam ile şereflenmek payesine erişenler ona olan muhabbetlerini dile getirmekte kifayetsiz kalmışlar, İslâm ile şereflenmeyenlerden vicdan sahibi kimseler ise onu methetmek, hakkını teslim etmek istemişlerdi.
Peki, insanlık tarihi için eşsiz bir kıymet-i haiz Allah Rasulüne olan muhabbet nasıl idi? Ona olan muhabbetin sebebi ne idi? Asırlar sonrasında “muhibbânın hikayesi” bize ne anlatır? Bizler asırlar sonra o yüce Peygamberin ümmeti olarak muhabbetimizi nasıl muhafaza eder, nasıl ispat ederiz? O’na muhabbet ve ona olan sevda neden önemlidir?
Hz. Ömer kıssasından imanî bir vecibeye..
Bir gün Hz. Ömer (r.a) peygamberin huzurunda idi. Hz. Peygamber (s.a.v)’e onu çok sevdiğini söylemişti. Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Annenden, babandan, evladından, eşinden, malından ve mülkünden de mi çok?” sorularına hep “Evet” diyerek cevap vermişti. Allah Rasulü (s.a.v) bu defa “Nefsinden de çok seviyor musun?” sorusuna evet diyememişti. “Hayır Ya Rasulallah, seni nefsimden daha çok sevmiyorum” diyerek mukabele etmişti. Bunun üzerine Allah Rasülü’nün “Eğer ben sana nefsinden bile daha sevimli olmazsam kâmil bir imana ermiş olamazsın.” cevabı Hz. Ömer’i (r.a) derin hüzne gark etmişti. O kimseyi kandırmazdı zira. Karşısındaki de yüce peygamberdi. Bu vakte kadar hayatının birçok parçası ile kıyaslamış, O’nun için nelerden vazgeçebileceğinin cevabını vermişti kendisine. Ancak nefsini hiç o kıyasa dâhil etmemiş, bunun cevabını o vakte kadar almamıştı. Bu defa bu soruyu Allah Rasulü sormuş, bunun üzerine sorunun cevabı için gerekli muhasebeyi yapmış ve karar vermişti. Allah Rasülü’ne cevabını “Ya Rasulallah şimdi seni nefsimden de çok seviyorum” diyerek yenilemişti.
Şimdi belki hepimizin daha önce duymuş olduğu bu olay üzerine biraz düşünelim. Bir peygamber ki Âlemlere Rahmet olmasına rağmen hayatının her anı tevazu örnekleri ile dolu. Bir peygamber ki dünyalık adına hiçbir şey istememiş ama kendisinin her şeyden çok sevilmesini istiyor. Öyle ki “Canından bile çok seveceksin” diyor. Birisi kendisini sevmemeniz karşılığında sizi en kıymet verdiğiniz şeylerden mahrum olmakla ikaz ediyor. Ne düşünürdünüz?
Bunu Allah Rasülü’nün yapmış olmasını okurken tek bir yanıt olduğunu görüyoruz: Onu her şeyden çok sevmek imanî bir vecibedir ve o Allah’ın elçisi olmak vazifesinde bunu tebliğ etmekle mükelleftir.
Oysa modern zamanlar onun kıymetini küçültmeye çalışırken, onu sevdiğimizi onu ahlakı ile, dünyaya getirdiği saadet ile, insanlığın terakkisindeki payı ile savunur olduk. Evet, o çok yüce bir ahlak sahibi idi O’nu bunun için sevelim, bize bu dini getirdi onun için sevelim, tüm insanı vasıflarında pek yüce bir makamda idi onu bunun için sevelim… Ama unutmayalım ki onu sevmek evvela bizim iman ediyor oluşumuzun bir gereği!
Öylesine sevdiler ki…
Abdullah ibni Zeyd veya bir başka sahabî, bir gün Efendimiz (s.a.v)’in meclisine gelip oturdu. Onun hüzünlü hali Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in dikkatini çekti.
– Hayrola, niçin bu kadar üzgünsün? diye sordu. Abdullah İbni Zeyd:
– Bir mesele zihnimi meşgul etti de onun için, diye cevap verdi.
– Nedir seni bu kadar düşündüren mesele? diye sordu. Sahabi dedi ki:
– Ya Resûlullah! Canımız isteyince kalkıp yanına geliyoruz. Mübarek yüzüne bakıp ferahlıyoruz. Yarın ahirette sen peygamberlerin meclisine yükselecek, onlarla beraber olacaksın. Biz ise senden, senin sohbetinden mahrum kalacağız!..
Peygamber Efendimiz mübarek başını eğip bekledi. Cebrail (a.s) bu defa, sadece o aşık sahabinin yanık yüreğine değil, daha sonraki çağlarda gelecek müminlerin gönüllerini bir bahar yağmuru gibi yaşama arzusu serpeleyen şu âyet-i kerîmeyi getirdi:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberler, dosdoğru kişiler, şehidler ve iyi mü’minlerle beraber olacaktır. Bunlar ne güzel arkadaştır.[3]
Evet, öylesine sevmişlerdi ki yalnızca dünyada değil, ahirette ondan ayrılığı düşünüp hüzünlenir hale gelmişlerdi. Ashab Efendimiz (s.a.v)’in yanına geliyor, ahirette onunla birlikte olabilmek için dua talep ediyorlardı.
Onu sevmek O’na tabi olmaktır
Allah Tealâ ona ittibayı zorunlu kılmış idi. Onu sevmek ona teslim olmaktı. Bir gün bir anlaşmazlık için Allah Rasülü’nü hakem kılan ve Allah Rasülü’nün kararından memnun kalmayarak işi bir de Hz. Ömer’e götürerek onun hakemlik etmesini isteyen bir olay cereyan etmişti. Allah Rasulü’nün hakemliğinden razı olmayanlara dair ikaz Allah Teâla’dan bir Kur’an ayeti ile inmişti:
“Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.”[4]
Onun yokluğunda varlık anlamsızdır !
Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e muhabbeti ile asırlardır bize örneklik teşkil edenler oldu. Hayatının her anını, adım adım onun vasıflarını nakşetmeye çalıştı nice ulvi ruhlar.
Âlemlerin Efendisi, dar-ı bekaya irtihalinden sonra nice gözü yaşlı bırakmıştı ardında. Celadet sahibi Hz. Ömer (r.a) Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in vefat haberini işittiğinde, kendisini onun üzüntüsünden ve haberin dehşetinden kurtaramamış ve “Resûlullah ölmemiştir ve sağdır! Kim ‘Muhammed öldü’ derse, onu kılıcımla iki parça ederim!” demişti.
Peygamber (s.a.v) rahatsızlığında imamlık vazifesinin kendisine verildiği o dirayetli büyük sahabi Hz. Ebûbekir (r.a), bu şok anından ashabı kurtaran isim olmuş, onlara “Kim ki Muhammed’e (s.a.v) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (s.a.v) ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy’dır, ölümsüzdür.” demiş ve “Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ardınıza dönüverecek misiniz? (Dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?) Kim ardına dönerse, elbette Allah’a hiçbir şeyle zarar verecek değil; fakat şükredip sabredenlere, Allah muhakkak mükâfat verecektir!”[5] ayetini hatırlatmıştı. Yürekler ancak o vakit teskin olmuştu.
Öylesine seviyorlardı ki onu, onsuz hayat tahayyül edilemiyordu. Onlardan birisi, Bilal-i Habeşî:
Muhabbet öylesine derindi ki Peygamber (s.a.v)’in müezzini Bilal-i Habeşî onun vefatıyla bir daha ezan okuyamaz hale gelmişti. Hüzünlere bürünmüş, ne zaman “Muhammedurrasulullah” diyecek olsa devamını getiremez hale düşmüştü. Bu durum onu zamanın halifesi Hz. Ebubekir (r.a)’dan izin isteyerek Şam’a gitmeye mecbur etmişti. Aradın yıllar geçmiş, gördüğü bir rüya üzerine tekrar Medine’ye gelmişti. Peygamber (s.a.v)’in rüyadaki daveti ile geldiği Medine’de kendisinden ezan okuması istenmiş, hıçkırıklar içinde kabul ettiği bu teklif okuduğu son ezan olmuştu. Tekrar Şam’a dönmüş orada vefat etmişti.
Sevmek, sevilen gibi olmaya gayret etmektir.
Allah Rasulü’nün ashabı, tabiin, selef uleması ve asırlardır ona olan hasretle yüreği yanan mü’minler O’na olan muhabbetlerini ispat ettiler. O’na benzemeye çalışmak vesilesiyle Allah’ın rızasını kazanmayı ümit ettiler. O’nun mirasına, O’nun ardında bıraktıklarına sıkı sıkı sarılmak, O’nun gibi yaşamak gayretine büründüler…
İbni Ömer (r.a) Efendimiz (s.a.v)’in Kâbe içerisinde nerede namaz kıldığını Bilal (r.a)’dan öğrenip orada namaz kıldı, Efendimiz (s.a.v)’in Zu-Tuva denilen yerde geceleyip, sabah olunca namazını kıldığını, guslettiğini ve Seniyyetü’l Ulya’dan Mekke’ye girdiğini etrafındakilere haber verdi, kendisi de böyle yaptı. Adım adım ona tabi oldu.
Yine İbni Ömer (r.a) Mekke ile Medine arasında Efendimiz (s.a.v)’in gölgelendiği ağaca gidip onu suladı.
Cabir Bin Abdullah (r.a) ikinci bir giysisi olduğu halde sünnete uymak için tek bir giysi ile namaz kılardı. Enes Bin Malik (r.a) sırf Efendimiz (s.a.v) seviyor diye kabak yemeğine iştah duymaya başlamıştı.
Hz. Mevlânâ’ya “Canım var oldukça, ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hz. Muhammed Muhtar’ın (s.a.v) yolunun toprağıyım” dedirten sevgi de, Ahmed Yesevî Hazretlerine “Allah’ın Sevgili Peygamberi 63 yaşında dünyadan ayrıldı. Ben de bundan sonraki ömrümü yer altına kazdığım bu çilehanede geçireceğim” dedirterek 63 yaşından sonraki hayatını çilehanesinde inziva ile geçirmesine sebep olan sevgi de Allah Rasülü’ne olan sevgi idi.
Osmanlı’yı altı asır ayakta tutan şey de yine o sevgi değil miydi? O sevgi ve o sevgiye sahip olanlara olan hürmet…
Peygamber varisi ulemaya gösterilen hürmetinin asıl sebebi ne ola ki? Peygamberin kutsal emanetlerine gösterilen ehemmiyet? Mermerlere nakış nakış işlenen, hikmetinde ashab-ı güzin’in yüce ahlakı ve Allah Rasulün’e muhabbetin olduğu güzellikler… Sultan Ahmed’in yaptırdığı camide Peygamber’in Kadem-i Şerif’inin bulunmasına duyduğu iştiyak. Mısır’a uzanan hikâye… [6]
Bilesiniz ki saymakla bitmez muhabbet fedailerinin hikâyeleri. Detaylarına yer vermediğimiz veya hiç bahis mevzu etmediğimiz bunca hikâye başlıktaki hakikati dile getiriyor: Muhibbânın hikâyesi, muhabbetin belgesidir.
Ve asırlar sonrası, ahir zaman. Allah Rasülü’ne ittibadan uzaklaştıracak milyonlarca engel. Bunca engele rağmen bizi selamete kavuşturacak olansa yine ona muhabbet, yine ona ittiba. Yine ona ittiba ile ahiretini kazanmış olanlara olan ittiba…
Başka çare yok;
O’nu sevecek, O’na benzemeye gayret edeceğiz. O’nun bir sünnetinin ihyası bizi dalaletten kurtaracak yegane hakikat.
Dipnotlar
[1] Buhari, Nesâî, Ahmed b. Hanbel- Müsned,
[2] Bkz: Veda Hutbesi
[3] Nisâ, 69
[4] Nisâ, 65
[5] Âl-i İmrân, 144.
[6] Bkz: Talha Uğurluel, Sarayın Kutsalları, Timaş Yay.
Cevapla