Prof. Dr. Süleyman Ateş’in “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir” başlığı ile 1989 yılında yayınladığı Yahudi ve Hristiyanların cennete girebileceğini söylediği makalesine asrımızın büyük müfessiri Muhammed Ali es-Sâbûni’nin yaptığı reddiyeyi Ömer Faruk Tokat Hoca’nın tercümesi ile istifadenize sunuyoruz. Diyalog meselesinde belki tüm dayankaların konu edinildiği yazının asrımızdaki acı fitnenin giderilmesinde fayda hasıl edeceğini umuyoruz.
Muhammed Ali es-Sâbûnî (Çev: Ömer Faruk Tokat)
Allah Teâlâ’ya hamd ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O’nun değerli elçisi efendimize salât u selâm ederiz.
Değerli kardeşim Prof. Dr. Süleyman Ateş‘in, Türkçe olarak yayınlanan “İslâmî Araştırmalar” dergisindeki “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir” başlıklı yazısını(*) çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle, kardeşleri olan insanları savunma gayreti sebebiyle kendisini kutluyorum; Mezkur makaleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateş hiçbir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her müminin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için arzu ettiği değerli bir insani taleptir. Çünkü bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve Âdem’in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle ifade eder: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının” (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ı selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.
Ancak sayın Ateş’in makalesinin başlığı insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir. Biz Müslümanlar olarak cennetin “tekelimizde” olduğunu hiç öne sürdük mü? Yoksa bu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?
Cennete girme hususunda “tekelci” bir yaklaşıma sahip olanların Yahûdî ve Hristiyanlar olduğunu Kurân-ı Kerim haber vermektedir: “«Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek» dediler” (Bakara, 111). Yani Yahudîler yalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlar da yine yalnızca Hristiyanlık dinine mensup olanların cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise her iki grubu da yalanlayarak “Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: «Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin» de” (Bakara, 111) buyurmaktadır. Yani Allah’ın cenneti diğer insanlara değil, yalnızca size tahsis ettiğine dair apaçık delil ve burhanlarınızı getirin. Eğer “Cennete Yahudi ve Hristiyanlardan başka hiç kimse giremez” iddianızın doğru olduğunu düşünüyorsanız delilinizi gösterin buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim nassının da açıkladığı üzere, bu iddianın sahipleri, Müslümanlar değil, Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan ehl-i kitaptır. Allah’a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cennetle ilgili bu “tekelci” iddiadan beriyiz.
Cennete Girmek İçin Kur’ân’ca Belirlenen Birtakım Şartlar Vardır
Şüphesiz Cennet kimsenin “tekelinde” ve mülkünde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğini oraya sokabileceği, dilediğine de onu yasaklayabileceği özel bir alan değildir. Bilakis o Allah’ın (azze ve celle) yedinde ve mülkündedir. Cennete girmenin Kur’ân’ca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerine getirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum olduğu üzere Kurân-ı Kerîm güneşin gün ortası parlaklığı kadar açık ve nettir.
Dostumuz Sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş, benimsediği mezkûr düşünceyle ilgili tutucu ve mutaassıp bir eda sergilemeyerek sağlıklı ve sakin bir tartışmaya hazır olduğunu belirtirse sevinir ve müteşekkir oluruz. Bu tartışmada doğruya ulaşmaktan başka bir hedefimin olmadığını burada bâhusûs belirtmek isterim. Hedefimiz, doğruya ulaşmak ve Kitâb-ı Azîz’in getirdiği saf hakikati hiçbir taassuba ve tutuculuğa mahal bırakmadan bulmak olsun.
Kurân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ’nın, gerek Hz. Muhammed (s.a.v)’in ve hatta bütün peygamberlerin –Allah’ın salâtı hepsinin üzerine olsun– diliyle, cennete girmek için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sıralamak mümkündür: Allah’a, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve Kurân-ı Kerîm’in getirdiği her şeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden, “işittik ve îman ettik” teslimiyetiyle inanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler.” (Bakara, 285).
Peygamberler arasında ayrım yapmanın manası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanmamaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette bunu şöyle açıklar: “O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne rasûllerini ve o kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o kimseler ki «rasûllerin bazısına iman ederiz, bazısını reddederiz» derler ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler, İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir.” (Nisâ, 150). Bütün müfessirlere göre bu ayet-i kerîme Yahûdi ve Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ’ya iman ederken Hz. İsâ ve Hz. Muhammed’i inkâr etmekte, Hristiyanlar ise Hz. İsâ‘ya iman ederken Hz. Muhammed‘i reddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ “İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir” buyurarak onların hepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir.
Yahudî ve Hristiyanların Kâfir Olduğu Kesin Ayetlerle Sabittir
Yukarda da belirttiğimiz üzere mezkûr ayet-i kerîme dinsizlerle ve müşriklerle değil, ehl-i kitâb ile ilgilidir. Makalenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş‘e soruyoruz: Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed’in peygamberliğine imân etmekte ve Kurân-ı Kerîm’e inanmakta mıdırlar? Eğer sayın Ateş’in bu soruya cevabı “evet”se Kurân-ı Kerîm’in onlarla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onların küfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten ayetleri nasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini (İslâm’ı) din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 29).
Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her rekâtında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede “Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” âyeti vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) buradaki “Gazaba uğrayanları” Yahûdiler; “sapkınları” ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz. Peygamber’in bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez (Bu açıklama için İbn Kesîr Tefsirine bakınız). Kurân-ı Kerim’de Yahûdi ve Hristiyanları cehennem konusunda müşriklerle eş tutan bir çok ayet vardır: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.” (Beyyine, 6), Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)” (Nisâ, 156), Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki, «Meryem oğlu Mesih, Allah’tır.» diyenler kafir olmuşlardır” (Mâide, 17), “Andolsun ki, «Allah üçten biridir» diyenler kâfir olmuştur” (Mâide, 73). Yine Hristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: “Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?” (Mâide, 18).
Bütün bu ayet-i kerîmeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduğunu açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah’ı ve Rasûlü’nü yalanlayıp dururken ve hak dîni kabul etmezken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Üstelik Allah Teâlâ Hz. Îsâ’nın diliyle şöyle buyurur: “Oysa Mesih, «Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur» dedi” (Mâide, 72).
Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh’in çarmıha gerildiğine inanarak ve ona ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüzçevirdiler.
Kurân-ı Kerîm onların küfre saptığını, İsâ’yı ilahlaştırdıklarını veya Üzeyr’in Allah’ın oğlu olduğunu veya “üçün üçüncüsü” olduğunu öne sürerek Allah’a ortak koştuklarını anlatmaktadır.
Günümüz Yahudi ve Hristiyanları içinde Hz. Muhammed’in (s.a.v) peygamberliğine imân eden ve Kurân’ın doğruluğuna inananlar var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi yoksa Zühre ya da Merih gibi bir yerde mi yaşamaktadırlar? Yahûdi veya Hristiyan olup da Yahûdîlik veya Hristiyanlık dinine bağlı kalan; Allah’ın, cennete girmenin şartı olarak belirlediği bütün kitaplara ve peygamberlere îman eden bir kişiyi bize gösterebilir misiniz ki onun ehl-i îmândan olduğunu kabul edelim? Eğer böyle biri yoksa bu meyanda söylenilen bütün sözler bir takım hayal ve rüyalar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Cennete girmek için Hz. Muhammed (s.a.v)’e iman etmek ve ona tâbi olmak şarttır.
Değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş’e demek isteriz ki; cennete girmenin olmazsa olmaz şartı, Hz. Muhammed’e îmân etmek ve Allah’tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Yoksa sayın Ateş’in –Allah onu affetsin- “Yahûdi ve Hristiyanların Hz. Peygamber (s.a.v)’e, ona vahiy geldiğine ve getirdiklerinin hak olduğuna inanmaları durumunda kendi dinleri üzere ibadet etmeleri cennete girmeleri için yeterlidir; dinlerini terk edip Hz. Peygamber’in dinine tâbi olmaları şart değildir” mealindeki iddiası olabildiğince problemli ve anlamsızdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere ne Hristiyanlık inancının lideri Vatikan’daki “büyük Papa”, ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da haham, yani Yahûdi ve Hristiyanlardan hiç kimse Peygamberimizin ve Kurân-ı Kerîm’in hak olduğuna inanmamaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed’in peygamberliğini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için onların Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğine inandıklarını, Mesîh’in ilahlığını ve Allah’ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir. Mutlaka, Hâtemu’l-Enbiyâ ve’l-Murselîn olan Hz. Muhammed’e tâbi olmaları ve onun getirdiği dine ters düşen dini terk etmeleri gerekir ki bu Allah Teâlâ’nın yüce kitabında zorunlu kıldığı bir şarttır. Şurası kesin bir vakıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların öne sürdüğü gibi sadece Araplara değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir. Yahudi ve Hristiyanlarla Hz. Peygamber’in risâletiyle ilgili tartışmalarımızda kendilerine apaçık deliller getirdiğimizde, “O Arapların peygamberidir dolayısıyla ona tâbi olmak bize vâcip değildir” derler. Ama biz şu an Müslümanlarla ve Müslümanlara tefsir ve diğer şer’î ilimler dersleri veren Prof. Dr. Süleyman Ateş’le karşı karşıyayız. Şimdi onlara soralım: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in risâleti Araplarla mı sınırlıdır yoksa bütün insanlık için bağlayıcılık ifade eden bir kapsayıcılık mı ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı çok açıktır; “Ey Rasûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik” (Sebe, 28), “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim” (A’râf, 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed’in peygamberliğinin umûmî olduğunu hiç kimse inkâr edemez. O halde Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmişse ona tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir? Yoksa Allah Teâlâ ona îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra ona muhalefeti ve tâbi olmamayı mübah mı addetmiştir?!
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.v)’e iman etmeyi, onu desteklemeyi ve getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz (ahd ve mîsâk) almıştır: “Hani Allah, peygamberlerden: «Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz» diye söz almış, «Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?» dediğinde, «Kabul ettik» cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu.” (Âl-i İmrân, 81) O halde, bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in dönemine yetişmeleri durumunda ona tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmet ve tâbilerinin Hz. Muhammed’in dinine tâbi olmakla mükellef olmadığını söylemek ne kadar gerçekçidir? Şüphesiz bu, garip bir durum ve çok tuhaf bir İslâm anlayışıdır.
Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânının sahih olması için Hz. Muhammed (s.a.v)’e tâbi olmalarını zorunlu kılarak şöyle buyurur: “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o Rasûle o, ümmî Peygambere ittiba’ ederler” (A’râf, 157) Bu ayette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. İsâ veya Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir? Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. Çünkü ayet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasfetmiş, Tevrat ve İncil’de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed’den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil ona tâbi olmaktan söz ediyor. Tâbi olmak ise onun getirdiği şeriatla amel etmek ve dinine sarılmaktır. Yoksa zorunluluk ve ittibâ içermeyen imanın anlamı yoktur. Bu aynı zamanda Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber’i tasdik etmenin şartlarından değil midir?! Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar” (Bakara, 137). Bu ayette de görüldüğü üzere hidayetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed’e ve onun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.
İslâma ters düşen her din merdûddur
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s. a. v)’in getirdiği İslâm dînine ters düşen her dini reddetmiş ve mensupları dinlerini yaşasalar bile o dinlerin kendi indinde makbul olmayıp merdûd olduğunu belirtmiştir. Çünkü Son Peygamber’in gelmesiyle bütün dinler son bulmuştur. Allah Teâlâ İslâm’ın dışındaki dinleri kesinlikle kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: “Her kim İslam’dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur” (Âl-i İmrân, 85). Allah Teâlâ bu ayette İslâm’dan başka din arayanların isyan, sapkınlık ve hüsran içinde olduğunu belirtir ve şöyle buyurur: “Allah katında din, şüphesiz İslam’dır” (Âl-i İmrân, 19) Yani Allah’ın, Hz. Muhammed’in getirdiği İslâm dininden başka, kabul ettiği bir din yoktur. İslâm lafzı mutlak olarak kullanıldığında onunla İslâm dininden başka bir din kastedilmez. Nitekim şu ayet-i kerîmede bu çok açıktır: “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum.” (Mâide, 3) Şimdi akıl sahibi bir insan buradaki “İslâm” ile Hz. Nûh’un, Hz. İbrâhim’in, Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ’nın Allah’ın hükmüne teslim olmaları manasında Müslümanlar olmaları ve tevhîdi getirmiş olmaları hasebiyle, getirdikleri dinlerin kastedildiğini söyleyebilir mi? Yoksa bu ayetteki “İslâm”dan maksat yalnızca Hz. Muhammed’in getirmiş olduğu din değil midir? Hiç kuşku yok ki, bu ayet-i kerîme Kurân-ı Kerîm’in nüzulünün tamamlanmasından sonra İslâm ümmetini muhatap alarak inmiştir!!
Allah Teâlâ ayrıca şöyle buyurur: “Ancak müslüman olarak can verin” (Âl-i İmrân, 102). Burada Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tevhîd mesajını getirdikleri için Yahûdilik ya da Hristiyanlık dinleri üzere can vermemiz mi kastedilmektedir yoksa ayet-i kerimede kastedilen, yalnızca İslâm dini midir? Bütün bunlara rağmen değerli Dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş, herhangi bir semâvî dine mensup olan kimsenin -kendi dini üzere kalsa bile- cennetle müjdelendiğini nasıl söyleyebilmektedir? Cenâb-ı Allah böyle kimselerin hüsrân ve isyân içinde olduğuna ve cehennemde ebedî olarak kalacaklarına hükmetmişken sayın Ateş’in bu sözleri ne anlama gelmektedir?
Bu sözlerden hangisi doğrudur? “…O, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur” (Âl-i İmrân, 85) buyuran Allah’ın sözü mü yoksa cennetin kapılarını sonuna kadar açan ve bütün dinlerin mensuplarına, “Kendi dîninize bağlı olarak yaşamanız sorun değil. Hâtemu’l-enbiyâ ve’l-murselîn’e tâbi olmasanız bile, buyurun cennete esenlikle ve selâmetle girin” diyen Prof. Dr. Süleyman Ateş’in sözleri mi?!! Doğrusu sayın Ateş’in bu aceleciliğine ve Kitab ve Sünnetîn katî nasslarına olan muhalefetine şaşırmamak elde değil. Değerli dostumuza soruyoruz: Kendisi Hz. Peygamber’in sünnetini reddedenlerden midir yoksa ona inanan ve tasdik edenlerden midir? Ben şahsen sayın Ateş’in böyle bir soruya Sünnetin Sâhibi (s.a.v)’ne saygı göstererek ve hürmet sadedinde başını saygıyla eğerek mukabelede bulunanlardan olduğunu düşünüyorum. O halde İmam-ı Müslim’in Sahîh’inde rivâyet ettiği, Hz. Peygamber (s.a.v)’in şu sözüne kulak verelim: “Nefsimi elinde tutan (Allah’a) kasem olsun ki, bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Hristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.”
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların inançlarını terk ederek İslâm dinine girmemeleri durumunda cehenneme gireceklerine hükmetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v), hak dine tâbi olup, kendisinin peygamberliğine ve getirdiği kitaba îmân etmedikçe onların cehennemlik olduğunu açıklamıştır. O halde kafamıza göre ahkâm keserek Yahûdi ve Hristiyanların cennete gireceğini söylememiz ve Kitâp ve Sünnete muhalefet etmemiz kesinlikle caiz değildir. Bütün insanların cennete girmesini arzu edebiliriz, ancak cennetin anahtarları ne biz Müslümanların elindedir ne de keşiş ve ruhbânın elindedir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e muhalefeti gazap ve öfkesine sebep addetmiştir: “O’nun (Peygamber’in) emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nûr, 63). Hz. Peygamberin emrine aykırı hareket edenler bile böyle anlatılmışken ona hiç inanmayan ve Allah –azze ve celle-den getirdiklerine tâbi olmayanların durumu nasıl olur?
İslâm üstündür; ona üstün gelinmez
İslâm semâvî dinlerin en sonuncusudur. Allah Teâlâ bütün dinlerin kemâlâtını onda toplamış ve elçisi Hz. Muhammed (s.a.v)’i diğer bütün dinleri nesheden, hükmedici bir peygamber olarak gönderdiğini kesin nasslarla bildirmiştir: “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir” (Tevbe, 33). Ayet-i kerîmenin “Bütün dinlere üstün kılmak için” kısmının manası Yahûdilik, Hristiyanlık ve diğer dinlerin hepsinden üstün kılmak için anlamındadır.
Tefsir âlimlerinin önde gelenlerinden Allâme Ebu’s-Suûd, tefsirinde der ki: Allah Teâlâ vaadini İslâm dinini üstün kılarak gerçekleştirmiştir. Şöyle ki, islâmı son din yapmış ve onun dışındaki bütün dinleri mağlup ve makhûr kılmıştır (bkz. Tefsîru Ebî’s-Suûd). Allah Teâlâ, bir başka ayet-i kerîmede de şöyle buyurur: “Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici-hâkim’ olarak Kitab’ı (Kur’an’ı) indirdik” (Mâide, 48). Dolayısıyla Kurân-ı Kerîm, kendisinden önceki kitaplara hükmeden ve onları denetleyen bir kitaptır. Nitekim el-Hâfız İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde şöyle der: Kurân-ı Kerîm, önceki kitapların doğru ve muharref yerlerini denetleyen ve onlara şâhitlik eden bir kitaptır. Allah Teâlâ Yahûdi ve Hristiyanların, kitaplarını tahrif ettiklerini şöyle anlatır: “Yahudilerden bir kısmı, (Allah’ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından saptırırlar” (Nisâ, 46). Hristiyanlarla ilgili de şöyle buyurur: “Kendilerine zikredilen (Kitab’ın) önemli bir bölümünü unuttular” (Mâide, 14). Yani İncil’in hükümlerinden birçoğuyla amel etmeyi bıraktılar. “Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret bıraktık” (Mâide, 14). O halde gerçek Tevrat nerededir ve kendisine sarılanı cennete götürecek asıl İncil nerededir?
Binaenaleyh, Hz. Muhammed’in gönderilmesinden sonra bile olsa, semâvî dinlerden herhangi birine tâbi olan kimse Allah’ın azabından kurtuluyorsa Müslümanların da Kurân’la amel etmeyi bırakmaları mümkün olur. Oruç emrini veya meselâ cihâd farîzasını bırakarak insanlara kıtâl ve cihâd gibi meşakkatli teklifler yüklemeyen İncil’e tâbi olmalarında bir sakınca görülmez. İncil’de geçen “Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir” sözüne göre amel ederek zevk u sefâ içinde yaşayabilirler ki bu görüş hiç bir Müslüman tarafından kabul edilmez.
Bakara ayetini tamamıyla yanlış anlamak
Değerli dostumuz Bakara ayetini yanlış anlamıştır. Ayet şöyledir: “Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir” (Bakara, 62). Sayın Ateş bu âyete bakarak herhangi bir semâvî dine mensup olan herkesin cennete gireceğini zannetmektedir. Bundan dolayı dergideki mezkûr makalesinde “Bu Kurân, herhangi bir semâvî dine mensup olan, Allah’a ve âhiret gününe inanan ve amel-i sâlih işleyen herkese cenneti müjdelemektedir” demekte ve yukarıdaki ayeti bu iddiasına mesned kılmaktadır. Hâlbuki ayet-i kerîmeden böyle bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü ayet inanan grupları sıralayarak Hz. Mûsâ zamanında yaşayıp da kendisine îmân eden Yahûdîlerden, Hz. İsâ’nın zamanında kendisine îmân eden Hristiyanlardan ve Hz. Muhammed’in peygamberliği döneminde O’na inanan müminlerden söz etmektedir. Şüphesiz bu peygamberlere tâbi olanlar yaşadıkları dönem içinde peygamberlerini tasdik edip onlara tâbi olmuşlarsa cennete gireceklerdir. Ancak îmân etmeyenler cehenneme girecektir. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle anlatır: “İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti” (Saf, 14). Bu yüzden Hz. Muhammed’in bisetinden sonra Hz. Mûsâ’ya veya Hz. İsâ’ya tâbî olmak ve onların kitaplarıyla amel etmek câiz değildir. Bilakis Kurân’a tâbi olmak ve bütün peygamberlere îmân etmek mutlaka gereklidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Ömer’in Tevrat’tan bazı sayfalar okuduğunu gördüğünde kendisine kızmış ve şöyle demiştir: “Allah’a kasem olsun ki Musa hayatta olsaydı bana tabi olmaktan başka çıkar yol bulamazdı.” (el-Hâfız İbn Kesîr’in tefsirine bkz.)
Sayın Ateş (Allah onu affetsin) aynı zamanda Mâide ayetini de yanlış anlamakta ve Hristiyanlar, İslâm’a girmeyerek kendi dinlerine tâbi olmaya devam etseler bile Allah Teâlâ’nın kendilerini övdüğünü sanmakta ve ayetin kendisine delil olduğunu düşünmektedir. Yani Hz. Muhammed’e tâbi olmayarak kendi dinine bağlı kalan Hristiyanların ehl-i îmân zümresinden olduğunu ileri sürmektedir. Ayet-i kerîme şöyledir: “Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da «Biz Hıristiyanlarız» diyenleri bulacaksın” (Mâide, 82). Şayet sayın Ateş ayet-i kerîmeyi tamamlasaydı, onun Hristiyanlardan belirli insanlar için indiğini görürdü. Şüphesiz ki bu ayet, Habeşistanlı bir grup Hristiyanla ilgilidir. Habeşli bir grup Hristiyan Hz. Peygamber (s.a.v) ile buluşup Kurân-ı Kerîm’i dinlediklerinde çok müteessir olmuş, ağlamaya başlayarak Müslümanlıklarını ilan etmişlerdi. O denli ağlamışlardı ki sakalları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Daha sonra bu insanlar Müslümanlıklarını ilan ederek Necâşî’ye dönmüşlerdi. Ayet-i kerîmenin devamı şöyledir: “Bunun sebebi, onların içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve bunlar büyüklük taslamazlar. Peygambere indirilen Kur’an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: «Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında yaz.»” (Mâide, 82-83) Bu ayetler, onların îmân edip Hz. Peygamber’i tasdik ettiklerini açıkça göstermiyor mu?!
Sayın Profesör’ün Hz. Peygamber’e tâbi olmayıp İslâm dinine girmeseler bile Hristiyanların kendi dinleri üzere devam etmelerinin makbûliyeti ve cennete girecekleri şeklindeki iddiasına delil olarak Hz. Peygamber’in, anlaşmayı bozdukları için Benî Kurayza’ya Tevrat’la hükmettiği iddiası ise oldukça ilginçtir. İslâmî ilimlere derin vukûfiyeti olan bir hocanın mezkûr hâdiseyi böyle anlaması/aktarması doğrusu anlaşılabilir cinsten değildir. Öncelikle sayın Ateş’in, bu iddiasının doğru olmadığını söylemek durumundayız. Zira bütün müfessir ve siyercilerin de ittifak ettiği üzere onlara Tevrât’ın hükmünce değil Hz. Sad’ın hükmüne göre davranılmıştı; Hz. Sad savaşçı erkeklerin öldürülmelerine, kadınların ve çocukların esir edilmelerine hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sad’a: “Kuşkusuz sen, yüce Allah’ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin” dedi. (Bkz: İbn Kesîr Tefsiri, Ahzâb Suresi).
Hz. Peygamber’in ehl-i kitâb konusunda Allah’ın emrine muhalefet etmesi nasıl tasavvur olunabilir? Allah Teâlâ ehl-i kitapla ilgili olarak “(Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” (Mâide, 49) buyurduğu halde Hz. Peygamber’in bu emre aykırı hareket ederek onları Tevrat’la yargıladığını ileri sürmek nasıl bir şeydir? Bu ayete rağmen Hz. Peygamber’in Kurân’ı terk ederek onlara Tevrat’la hükmettiği nasıl söylenebilir?
“Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar” (Mâide, 43) ayet-i kerîmesine gelince; Allah Teâlâ burada Yahûdileri azarlamaktadır. Onların Tevrat’la hükmetmelerini onayladığını gösteren bir anlam bu ayetten çıkmaz. Aksine burada Yahûdîlerin bu davranışlarının ne kadar tuhaf olduğu vurgulanmaktadır. Zira onlar hak olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı bir kenara bırakarak peygamberliğine inanmadıkları halde, Hz. Muhammed’e gelip aralarındaki anlaşmazlıkları çözmesini ve bir hükme bağlamasını istiyorlardı. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: Yâ Muhammed! Nasıl oluyor da o Yahûdîler ne sana, ne de kitâbına îmân etmedikleri halde senin hakemliğine başvurur ve verdiğin hükme razı olurlar? Bu çok tuhaf değil mi? “Doğrusu onlar iman eden kimseler değildirler” (Mâide, 43).
Necrân Hristiyan heyeti hâdisesine gelince, Allah Rasûlü onların mescide girip kendi dinleri gereğince ibadet etmelerine izin vermişti. Ancak buradan sayın Profesör’ün iddia ettiği gibi Hz. Peygamber’in onların haçlarını ve Allah’ın dışında bir şeye ibadet etmelerini onayladığı iddiasını çıkarmak mümkün müdür? Bu, tefsir kitaplarında zikredilen bir hadisedir ve hülâsa olarak şöyledir: Necrân Hristiyanlarından bir grup Hz. Peygamber’le tartışmak üzere Medîne-i Münevvere’ye gelir. Boyunlarında haçlar asılıdır. Allah Rasûlü mescide girmelerine izin verir ve onları hoş karşılar. İbadet etmek için Hz. Peygamber’den izin isterler ve izin verir. Doğuya, Beytu’l-Makdis istikametine dönerek ibadet ederler ve Hz. Peygamber’le tartışmaya başlarlar:
– Niçin Bizim sahibimizle ilgili kötü sözler söylüyorsun?
– Onunla ilgili ne söylüyorum?
– Onun kul olduğunu söylüyorsun.
– Bu kötü söz müdür? O tabii ki Allah’ın kuludur.
– Bu nasıl olur? Hâlbuki o, ölüleri diriltiyor, dilsizleri, körleri ve abraşları iyileştiriyordu.
Bunun üzerine heyettekilerden kimisi Hz. İsâ’nın Allah olduğunu, bazıları da “üçün üçüncüsü” olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (s.a.v):
– Siz bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz diridir, İsâ ise ölümlüdür?
– Evet biliyoruz
– Peki bütün çocukların babasına benzediğini bilmiyor musunuz?
– Evet biliyoruz.
– Peki bilmiyor musunuz ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah Teâlâ’ya gizli kalmaz. İsâ ise sadece Allah’ın kendisine bildirdiği şeyleri bilebilir?
– Hayır.
– Bilmez misiniz ki, Rabbimiz yemez, içmez ve def-i hâcet eylemez. İsâ ise yer içer ve bütün insanlar gibi def-i hâcet eylerdi?
– Evet biliyoruz.
– Öyleyse nasıl olur da İsâ iddia ettiğiniz gibi ilâh ya da ilâh’ın oğlu olabilir?
Necrân heyeti bu son soru karşısında susmuş ve yüz çevirerek inkâra sapmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları mübâheleye (lanetleşmeye) çağırmıştı. Ancak onlar korkmuşlar ve mübâheleden kaçınmışlardı. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ Âl-i İmrân sûresinin şu âyetlerini indirdi: “Elif, Lâm, Mîm. Allah o İlahtır ki Kendinden başka tanrı yoktur. Hay O’dur, kayyûm O’dur… Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: «Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.»” Allah Rasûlü Necrân Hristiyanlarını mübâheleye çağırmıştı. Davetin hikmetli üslubu böyledir. Yoksa sayın Profesör, mesela Papa boynunda haçıyla, Şeyhu’l-İslâm’a gelse, Şeyhu’l-İslâm kendisine, “Çık dışarı ey kâfir! Boynundaki haçı çıkarıp İslâm’a girmedikçe seninle tartışmam” demesini mi beklemektedir? Bu Hz. Peygamber’in yapmadığı bir şey olup aynı zamanda insan aklının ve hikmetin gereği bir davranış da değildir. Ancak (yukarıda geçen) bu hâdiseden Hz. Peygamber’in onların batıl inancını onayladığına dair bir sonuç kesinlikle çıkmaz.
Sonuç olarak değerli dostumuz Profesör Dr. Süleyman Ateş’ten, Allah’a iman etmeyip küfre sapanlara karşı rahmet konusunda ifrata düşmemesini diliyoruz. Zira kendileri Allah’ın kulları üzerinde Allah’tan daha merhametli olamaz. Eğer Allah, onların hak din olan İslâmâ girmemeleri durumunda cehenneme gireceğine hükmetmişse bir Âdemoğlunun kalkıp Allah’a muhalefet ederek “kesinlikle cennete girmeliler” demesi mümkün olmadığı gibi gücü dâhilinde de değildir. İnsanların en çok zararda olanı Allah’ın dininden yüz çevirerek dinini dünya ile değiştirendir.
……………………………………………………………………………
(*) “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir”, İslamî Araştırmalar, Yıl 1989, Cilt III, sayı 1.
1 Yorum