Bismillahirrahmanirrahiym
Nesh meselesi modern zamanlarda zuhur etmiş bir tartışma konusu olsa da, geçmişte de bazı Bidât ehli alimler tarafından da inkâr edilmiştir. İslâm’da bazı iç ve dış etkilerle birlikte ortaya çıkan i’tikâdî fırkalardan birisi olan Mu’tezîle’den -el-İsfahânî gibi- bazı alimlerin nesh’i kabul etmediği bilinmektedir. Lakin geçmişte Mu’tezîle’nin nesh’i inkâr sebepleri ve metodu ile günümüzdeki Modernistlerin ki farklıdır. Nesh meselesi, reddedenleri ve kabul edenleri arasındaki ihtilâflardan ziyade, Kur’ân ahkâmının yalnız Kur’ân ahkâmıyla ve Sünnet ahkâmının da yalnız Sünnet ahkâmı ile Allah Teâlâ ve Peygamber(s.a.v.) tarafından neshedilebileceğinin kabul edildiği görüşüyle beraber Kur’ân’ın Sünnet’i neshebileceği ve Sünnet’in de -vahiy kaynaklı olduğu için- Kur’ân’ı nesehebileceği görüşünü savunan ulemanın varlığı gibi veya nesh edilen ayetlerin sayısı hakkında yaşanan ihtilâf gibi, nesh’i kabul edenler arasında meydana gelen, mahiyet yönünden ortaya çıkmış ihtilâflarla değişik, farklı veçheleriyle tartışılmış bir konudur.
Nesh konusunda “dış ihtilâf” olarak tanımlayacağımız ihtilâf türü yani Nesh’i reddedenler ve Nesh’i kabul edenler arasındaki ihtilâf aslında tamamen Kur’ân ve Sünnet anlayışındaki farklılıklardan ortaya çıkmıştır. Modern zamanlarda neshi inkâr edenlerin genel Kur’ân ve İslâm anlayışlarına baktığımızda, nesh meselesini reddeden insanların aynı zamanda Nüzûl-i İsa(a.s.), Kadere İman, Recm meselesi, Kabir Azabı v.b. meseleler gibi mütevatir ve/veya sahih sünnet ya da icmâ ile sabit olan meseleleri de inkâr ettikleri görülmektedir. Şu halde söz konusu reddin temelinde yatan asıl sebep sünnet’e, hadislere ve sahabe’nin din anlayışına arızalı bakış açısıdır. Bu bağlamda, nesh meselesinin asıl üzerinde konuşulması gereken vechesi, bu problemli bakış açısıdır. Bu farklı bakış açısına sahip olan kişilerin/zümrelerin kullandığı en temel söylemlerden birisi de Sünnet’in, Hadislerin ve dolayısıyla Hadisleri nakleden Sahabe ve sonrası kuşakların güvenilir olmadığı, Kur’ân’ın korunmuş olduğu fakat Hadisler için böyle bir garantinin olmadığı iddiasıdır. Her ne kadar bu iddiayı sloganlaştırıp sürekli dillendirseler de, Kur’ân’ı aslında bilinçsiz ve usûlsüz bir okuma, anlama faaliyeti içinde oldukları apaçık ortadadır. Zira hadislerin , sünnet’in vahiy kaynaklı olduğunu, vahyin denetiminde olduğunu bize açıkça bildiren birçok ayet mevcuttur. Biz bu makalede bu ayetlerden bir kısmını zikretmekle iktifâ edip, meselenin detaylarını daha önce kaleme almış olduğumuz bir makaleye havale edeceğiz.
Resûlullah (s.a.v.)’in sünnet’inin vahiy kaynaklı, vahyin denetiminde (gayr-i metlûv vahiy) olduğuna dair delil teşkil eden ayetlerden birisi; “Ey Peygamber hanımları, evinizde okunan ayetleri ve hikmeti hatırlayınız” (1) ayetidir. Ayet-i kerîme’den anlaşıldığına göre hikmet, ayetlerden ayrı ve okunan bir şeydir. Buradaki hikmetin sünnetten başka birşey olması düşünülemez.
Bir diğer ayet ise; “Biz sana kitabı ve hikmeti indirdik ve bilmediklerini de öğrettik”.(2) Bu ayet-i kerîme’de ise, hikmet Kur’ân gibi indirilmektedir. Öyleyse sünnetin karşılığı olan bu hikmet -anlaşıldığı üzere-vahyedilmektedir.
Yine bir başka ayette; “Ey Peygamber (s.a.v.) acele etmek için dilini hareket ettirme, onun (Kur’an) toplanması ve okunması bize aittir. Biz sana onu okuduğumuz zaman onun kıraatına tabi ol, ondan sonra onun açıklaması yine bize aittir.” (3)
Burada çok açık bir ifade ile Cenab-ı Hak, vahiy yoluyla Kur’an’ı Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ilkâ ettikten sonra, Kur’ân’ın açıklamasının da Peygamber (s.a.v.) vasıtasıyla yine O’na (zâtına) ait olduğunu vurgulamıştır. Böylelikle Kur’an’ın beyanı olan sünnetinde vahiy yoluyla geldiği anlaşılmaktadır.
Örnek olarak zikrettiğimiz bu üç ayeti (Ahzâb/34, Nisâ/113, kıyâme/17,19) birlikte değerlendirdiğimizde, Resûlullah(s.a.v.) efendimize, önce Kur’ân ezberletilecek ve daha sonra ezberletilen Kur’ân açıklanacaktır, ayetin lafzından açıkça bellidir ki bu açıklama Kur’ân ayetlerine yönelik olduğu için, Kur’ân dışında indirilen (yani vahyedilen) ve “hikmet” olarak tanımlanan başka bir vahiy türü vardır ve bu “hikmet” okunan, zikredilen bir vahiy türüdür.
Nitekim bizzat Kur’anı Kerim de buna şahadet ederek demiştir ki: “Biz sana Kitab’ı, ancak ihtilâf ettikleri şeyleri onlara beyan etmek, müminler için de hidayet ve rahmet olmak üzere inzal ettik”(4) Bir başka yerde, yine Hazreti Peygamberin, Kur’an ayetlerini şerh ve izah etmekle vazifeli olduğu belirtilmiş ve şöyle denilmiştir: “Sana da Kur’an’ı inza! ettik ki insanlara, kendilerine indirileni beyan edesin; onlar da tefekkür etsinler” (5).
Eğer Hazreti Peygamberin(s.a.v.) söz, fiil ve takrirlerinin hepsine birden sünnet tabirinin ıtlak olduğunu hatırlıyacak olursak,Kur’an’ın mücmel ve mutlak olan ayetlerinin sünnet ile şerh ve izah edildiği kendiliğinden ortaya çıkar. Bunu daha başka bir şekilde ifade etmek gerekirse Hazreti Peygamber(s.a.v.), Kur’an’ın müfessiri olduğu gibi, O’nun sünneti de bu Kitab’ın şerh ve izahıdır ve bu sünnet kitap gibi, Hazreti Peygamber(s.a.v.)’e “hikmet” olarak verilmiştir. Nitekim Âl-i İmran suresinin 164. ayetinde bu husus şöyle açıklanmıştır: “Allah, mü’minlere kendi içlerinden bir Resul gönderdi; bu Resul, onlara ayetlerini okur, onları pak kılar, Kitap ve Hikmet’i öğretir”.
İmam Şafiî bu ayet hakkında şu izahatı verir: “Allah, Kitab’ı zikretti; bu Kur’an’dır; sonra hikmet’i zikretti; bu da, Kur’an ilmine vakıf olan kimselerden işittiğime göre, Resulûllah’ın sünnet’idir; çünkü ayette hikmet lafzı, hemen Kitap lafzını takip etmektedir ve ikisi aynı şey olmadığı gibi, hikmet sünnet’ten başka bir şey de değildir” (6).
Sonuç itibariyle Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in Kur’ân ayetleri dışında bir vahiy aldığı, ayetlerden de anlaşılacağı üzre apaçık bellidir. (Konu ile ilgili daha detaylı bilgi için şu makalemizi inceleyebilirsiniz;
( https://www.musellem.net/mealciler-nereye-gidiyor-2-gayr-i-metluv-vahiy-var-midir/ )
Peygamberimiz (s.a.v.), İslâmı bütün müesseseleri ve kısımlarıyla tanıtan, anlatan, öğreten, tâlim ettiren, onu Allah Teâlâ’dan alıp layıkıyla tebliğ eden, en ince detaylarına kadar hem vahiy hem de vahyin kontrolünde olduğunda şüphe bulunmayan sünnet ile mü’minlere ileten/ulaştıran elçidir.
Nesh meselesine bakışta Peygamber efendimiz(s.a.v.)’in dindeki konumunu, fonksiyonunu, şârî vasfını, sünnet’in vahiy ürünü olduğunu gözardı ederek ortaya koyulacak bir anlayış her bakımdan problemli, arızalı olacaktır. Bu bakımdan sünnet’in vahiy kontrolünde, vahiy kaynalı olduğu anlaşılıp idrâk edildiğinde nesh meselesi de zaten vuzûha kavuşacaktır.
Neshin şeriatteki manası konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Lisânü’l-Arâb ve İmam Pezdevî’nin “Usûl”ündeki tanımlara baktığımızda, bazı alimler ilk hitapla sabit olan bir hükmün ref olunduğuna delalet eden bir başka hitap olduğunu, bu ikinci hitabın vârid olmaması halinde ilk hükmün baki kalmış olacağını söylemişlerdir.
Bazı alimler, “nesh, şer’i hükmün tatbik sahasında nihayet bulduğunu beyandan ibarettir” demişlerdir. Umumiyetle kabul olunan manaya göre nesh, Allah Teâlâ’ya nazaran, şer’i bir hükmün tatbik sahasında son bulduğunu beyandan ve mükelleflere nazaran da onun ref’inden ibarettir. Bu manadan anlaşıldığına göre nesh, beyanın bir nev’idir. Ancak, neshe beyan manası verirken, her beyanın nesh olmadığını hatırdan çıkarmamak lazım gelir. Mesela namaz ve zekât’ın emredildiği ayetlerde, bu emirden neyin murad edildiği anlaşılmamaktadır; fakat teklif vakti gelince, yani emrin tatbik sahasına çıkarılması tekarrur edince mücmel olan bu ibare de kastedilen hüküm,müfesser olan diğer bir ibare ile beyan olunur; burada nesh bahis mevzuu değildir.
Müslümanların İslâmî eğitimi, terbiyesi ve inanç, amel, ahlâk yönlerinden sağlıklı ve sağlam temellere oturması, dayandırılması ve ruhun, kalbin mâsiyetten, hastalıklardan temizlenip sekînete ve maddemânâ dengesine kavuşturulması için konulmuş kanunlarda, bir ölçü, bir denge ve bir sıralama olması elbette insanoğlunun kabiliyetinin, algısının, zihnî ve fikri gelişiminin zamana bağlı/bağımlı bir denge ile değişimine mebnîdir.
Nesh meselesinin algılanışında, yorumlanışında itirazcılar tarafından dikkate alınmayan birçok detaydan biri de budur. Hasta bir insanın uzun süreli tedavi sürecinde doktor, hasta olan insandaki değişimleri, gelişmeleri, farklılıkları gözlemleyerek kademeli bir şekilde ilacın dozunu değiştirir ya da farklı ilaçlar verir. Hasta bir insanın maddi yapısının tedavisinde bir ölçü ve tedrice bağlılık nasıl ki en önemli faktör ise, insan neslinin ruhî tedavisi ve ictimaî tekâmülü için de vahiy en güzel metodu takip etmiştir.Bir zaman hastanın tedavisi için verilen ilacın aynı hastaya bir müddet sonra verildiğinde onu hasta yapması gibi, bir zaman insanların menfaatine olan bir hükmün, bir zaman sonra onların zararına olması mümkündür. Ve böyle bir hükmü Allah’ın kaldırması hikmetinin ve merhametinin gereğidir. Bu “doktor-hasta” misali elbette meseleyi daha iyi anlamak için verilmiş olsa da hastayı tedavi eden doktorun gözlemlerinde ve kararlarında isabet edememe, yanlış tedavi etme gibi olasılıklar mevcuttur. Allah Teâlâ’nın mutlak ilmi/bilgisi için ise zaman kavramı söz konusu olmadığı içindir ki, Allah Teâlâ’nın mutlak ilmi,her durumda ve meseledeki başlangıcı, gelişmeleri ve sonuçları, ezelde en mükemmel manada ihâtâ etmektedir.
Ulemanın, “nesh” ile “bedâ” arasındaki farkı vurgularken belirttiği gibi Allah Teala için, önceden bilinmeyen bir şey olması ve bunun sonradan bilinir hale gelmesi ve dahi buna bağlı olarak “fikir değiştirme” söz konusu değildir. O, olmuş, olan ve olacak her şeyi mutlak olarak bilendir ve esasen olmuş, olan ve olacak her şeyi “olduran” O’dur.
Hz. Âdem’den bu yana, insanoğlunun kabiliyeti, algısı, zihnî ve fikri gelişimi/değişimi ile paralel olarak nesh vâkıası gerçekleşmiştir. “Mâmin nübüvvetin illâ tenâsehat/ Her peygamberlik müessesesi nesh ile karşılaşmıştır.”(7) hadîs-i şerif’inin yanı sıra Kur’ân-ı Kerim’de de bu noktaya temas eden ayetler mevcuttur. Şeriâtler arası nesh gerçekleştiği gibi, aynı şeriat içinde de nesh vakıâsı cereyan etmiştir.
İslâm şeriat’ında nesh olgusunun zaman zaman vukû bulduğu, vahyin nüzûlü sürecinde Resûlullah(s.a.v.)’in muhatapları arasında mü’minler olduğu gibi müşrikler ve ehl-i kitap ta mevcuttu ve bu çevrelerden nesh olgusuna karşı bazı olumsuz reaksiyonlar meydana geliyordu, bunu Kur’ân’ı Kerim şöyle vurgulamıştır; “Biz bir âyeti diğer bir âyetin yerine (öncekini neshederek) getirdiğimiz vakit -ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilendir- dediler ki: sen ancak bir iftiracısın. Hayır, onların pek çoğu bilmezler.”(8) Ayette dikkat çekilen “Allah Teâlâ neyi indirdiğini ve neyi indireceğini çok iyi bilendir” detayı Allah Teâlâ’nın cehil (bedâ) gibi sıfatlardan münezzeh olduğunu vurgulamaktadır ve nâsih-mensûh meselesindeki nesh olgusunun gerçekleşmesi, nâsih (nesheden) bir hükmün ortaya çıkışı, meselenin tamamen bize dönük olan yönüdür, Allah Teâlâ için ikinci bir hüküm hiçbir zaman yeni ve/veya meçhul değildir.
İmam Serahsî, nesh’in bir beyân (açıklama) türü olduğunu söylemiştir, ona göre mutlak bir emir ihtiva eden bir ayet indiği zaman bize nazaran o ayetin hükmü ebediyete kadar geçerlidir. Zamanı, mekânı, geçmişi, geleceği ve her şeyin hakikatini hakkıyla bilen Allah Teala, böyle bir ayetin hükmünü değiştiren başka bir ayet indirdiği zaman anlarız ki Allah Teala, evvelki ayetin hükmünün yürürlükte kalma müddetinin sona erdiğini beyan buyurmakta ve evvelki ayetin hükmünün, sonraki ayetin hükmü ile tebdil edildiğini (değiştirildiğini) bildirmektedir.(9)
Nesh meselesini vuzûha kavuşturmadan, birbiriyle alakalı olan Kur’ân ayetlerinin gereği gibi anlaşılması mümkün değildir. Buradaki “birbiriyle yakından ilişkili Kur’an ayetleri” ifadesinden kastımız, özellikle ilk bakışta aralarında bir çelişki varmış gibi görünen ayetlerdir. Öyle ki, aynı konuda hüküm getiren ayetlerden birisiyle amel edildiği zaman öbürünün getirdiği hüküm askıda kalmakta, bir diğer ifadeyle, aynı konuda hüküm getirmiş olan bir kısım ayetlerin hepsiyle aynı anda amel etmek mümkün olmamaktadır.
Kur’ân’ı Kerim’in –diğer semavî kitapların aksine- 23 yılda peyderpey, ayet ayet nâzil olması da, insanoğlunun dinî gelişimi, değişimi, dönüşümü noktasında ilâhî bir ölçü, bir denge ve tertip olduğunun en mühim delillerinden birisidir. Cahiliye devri insanlarının bağımlı olduğu âdetleri, kuralları, alışkanlıkları bir anda değiştirmek için İslâm şeriati bir defa da nâzil olsaydı, bu ağır yüke tahammül edememeleri, yeni dinin hükümlerinden nefret etmeleri gibi bir durum söz konusu olurdu. Bu sebeple hükümler kısım kısım gönderilmiştir, buna en iyi örneklerden birisi de İçkinin haram edilişi ile ilgili ayetlerdir. Bu ayetlerden -nüzûl sırasına göre ilki olan- Bakarâ/219 ayeti ve ikinci olarak Nisâ/42 ayeti mensûh(neshedilmiş), son ayet olan Mâide/93 ise hükmü geçerli olan(nesheden) ayettir. Bu ayetlerin nüzûl sırasını bizlere bildiren yine Sünnet/Hadîs’tir. Sünneti/Hadisleri delil olarak görmeyen, bu delillere itibar etmeyen birisi, bu ayetlerin hangi sırayla nâzil olduğunu bilemeyeceği için mensûh bir hükümle amel etme olasılığı yüksektir ve böyle kişiler her ne kadar “biz yalnız Kur’ân ile amel ederiz” gibi içi boş söylemleri bayraklaştırsalar da, Nûzul sırasını bilemeyecekleri için Kur’ân ile amel etmiş olmazlar, ilk iki ayetten birisi ile amel ettiklerinde ise -tabir-i caizse- Peygamberimiz(s.a.v.)’in getirdiği şeriati bırakıp İsa(a.s.)’ın şeriati ile amel etmelerinden hiçbir farkı olmayacaktır.
Kur’ân’da nesh’e delâlet eden en kuvvetli delillerden birisi Nâhl/101 ayetidir; “Biz bir âyeti diğer bir âyetin yerine (öncekini neshederek) getirdiğimiz vakit -ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilendir- dediler ki: sen ancak bir iftiracısın. Hayır, onların pek çoğu bilmezler.”
Bu ayette, bir ayetin veya bir hükmün diğer bir hükümle değiştirildiği veya neshedildiği açıkça belirtilmiştir. Hazreti Peygamber(s.a.v.), ilk hükme muhalif bir hüküm vaz eden vahyi okuduğu zaman kafirler onunla alay ederler ve “Sen, Allah’a iftira ediyorsun; eğer senin söylediklerin Allah kelamı olsa idi onda tebdil olur mu idi?” diyerek onu yalanlamaya kalkışırlardı. Fakat Allah Teâlâ, Peygamberine ne gönderdiğini ve ne vahyettiğini en iyi bilendi. İnsanların maslahatına bugün uyan şeyle yarın uyacak olan şeyi ancak O takdir edebilirdi. Kafirler ise bunu anlayamazlardı.
Fahru’d-din er-Râzî’ nin tefsirinde(10) kaydettiğine göre bir mesele hakkında şiddetli bir hükmü ihtiva eden bir ayet nazil olduğu, sonra da bu hüküm bir başka ayetle hafifletildiği zaman,Kureyş kafirleri derlerdi ki; “Muhammed ashabı ile İstihzâ(alay) ediyor, bugün emrettiği şeyi ertesi gün nehyediyor.Onun söylediği şeyler Allah kelâmı değildir; bunları kendisi söylüyor”. Kafirlerin bu sözleri üzerine mezkûr ayet nâzil olmuştur.
Yine Kur’ân’da nesh’e delil teşkil eden ayetlerden birisi de Bakarâ sûresinde geçen; “Biz nesh ettiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin yerine ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz.”(11) ayetidir.
Nahl/101 ve Bakarâ/106 ayetlerini birlikte ele aldığımızda, Kur’an’daki neshin, bir “beyan-ı tebdil” olduğu sonucuna varırız. Ki buna göre nesh, sonra gelen bir şer’î delilin, daha önce gelmiş bir şer’î hükmün hilafına delalet etmesidir ki, ilm-i ilahîye nazaran evvelki hükmün müddetinin sona erdiğini beyan, bizim ilmimize nazaran da, zahiren kıyamete kadar baki görünen o hükmün kaldırılması ve değiştirilmesidir. (12)
Bakarâ/106 ayetinin ifadesi, Kur’an’ın, daha evvel gönderilmiş semavî kitapları neshini anlattığı gibi, Kur’an ayetleri arasında da nesh olayının cereyan ettiğini anlatır özelliktedir. Çünkü ayetteki ifade umum bildirir.(13) Nahl/101 ayeti ise bu umum’u destekler mahiyette olup, ortaya koymaktadır.
Yine, Kur’ân’da nesh’e delâlet eden ayetlerden bir diğeri de şudur; “Allah istediğini imha, istediğini ibkâ eder. Ummû’I-Kitap, O’nun nezdindedir”(14). İmam Şafiî’nin naklettiğine göre ayet “Allah, istediği farzı imhâ, istediği farzı ibkâ eder” manasındadır (15). Farzın imhası ise neshten başka bir şey değildir.
Nahl/101 ayetinin nesh’e delâlet etmediğini ispat sadedinde ileri sürülen, bu ayetin mekkî olduğu ve neshe medar olan ahkâm ayetlerinin henüz inzâl olmadığı ve dolayısıyla bu ayetlerin neshe delil olmayacağı, söz konusu olan “değiştirme”nin ayetler arasında gerçekleşen “takdim-tehir” gibi bir tertip değişikliği olduğu iddiası ve yine bu ayetle ilgili bir başka iddia olan bu ayetin zaman ve mekân değişikliğini ve buna mukâbil risâleti işaret ettiği iddiaları bazı vechelerden bâtıldır.
Öncelikle bu ayetin mekkî olduğu Kur’ân’dan değil rivâyetlerden bilinebilmektedir, dolayısıyla bu ayetin mekkî olduğunu bildiren rivâyetlere güvenip te, Kur’ân’da nesh gerçekleştirdiğini bizlere bildiren sahih rivayetlere güvenmemek usûl ve mantık açısında tutarsızlıktır. Ayrıca söz konusu bazı rivâyetler mekke döneminde (mi’rac hadisesinden önce) Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mekke’de iken iki rekât sabah, iki rekât da akşam vakti olmak üzere günde iki vakit namaz kıldığını anlatmaktadır. Bu, tamamen ahkâmla ilgili bir husustur. Buna dair daha başka örnekler de verilebilir. İmam Şâtıbî bu konuda şöyle der: “Şeriat ahkâmından Mekke’de inmiş olanların genellikle dinde küllî ahkâm ve kavaid-i usuliyye cümlesinden olduğu takarrur ettiğine göre, bu durum, Mekke’de inen ahkâmın çok değil, az olmasını gerektirir…”(16).
Ayet hakkında ortaya koyulan bir başka iddia olan, ayette vurgulanan söz konusu “değiştirme”nin ayetler arasında gerçekleşen “takdim-tehir” gibi bir tertip olduğu iddiası gelince, herşeyden önce ayete siyâk-sibâk bütünlüğünde baktığımızda böyle bir yorumun mümkün olmadığı açıkça görülmektedir. Zira ayetin devamında, inkârcıların, Hz. Peygamber (s.a.v)’i iftiracılıkla suçladıkları ifade edilmektedir. Dolayısıyla eğer bu ayeti, Kur’an ayetlerinin, içinde yer aldıkları surelerdeki yerlerinin değiştirilmesini anlattığı şeklinde yorumlayacak olursak, burada inkârcıların bu tepkisine ve itirazına bir anlam vermemiz mümkün olmaz. Bu açıklama, sözkonusu ayetin “takdim-tehir” gibi bir tertibi anlattığı şeklindeki yorumu geçersiz kılmaktadır.
Yine Nahl/101 ayeti hakkında bir diğer itiraz olan ayetin şeriatler ve Peygamberler arası bir risâlet değişikliğini işaret ettiği iddiasına gelince, ayetin bağlamı ve devamı bu iddiayı da geçersiz kılmaktadır. Zira ayetin devamında -105. ayete kadar gidildiğinde- hep inkârcıların Kur’an ayetleri hakkındaki itirazlarının cevaplandırıldığı ve meselenin tamamen Kur’an ayetleri etrafında işlendiği görülecektir.
Kur’ân’da, İslâm şeriâtinde nesh olmadığını iddia edenlerin itirazlarını şöyle toparlayabiliriz;
a- Onlara göre, Kur’ân ayetleri arasında Nesh ilişkisi yoktur. Mevcut Kur’ân’ın bütün ayetlerinin hükmü vardır ve geçerlidir. Bu hükümler arasında şu an uygulanmayanlarla ise zamanı geldiğinde ve şartlar elverdiğinde amel edilebilir.
b- Nesh’i kabul etmeyen bazı kişilere göre Kur’ân’ın bazı ayetlerde anlattığı Nesh kendisinden önceki ilâhî kitapların hükmünü kaldırmasıdır, bazılarına göre ise böyle bir şey de sözkonusu değildir ve bu iddia Kur’ân’ın ruhuna (!) terstir.
c- İtirazcılara göre, Kur’ân’daneshedilmiş ayetler bulunduğu iddiası Kur’ân’ın veya Peygamber(s.a.v.)’in değil alim denilen bazı kimselerin Kur’ân’a uyguladıkları ya da Peygambere atfettikleri düşüncelerdir.
d- İtirazcılar yine, bazı ayetlere (17) dayanarak Kur’ân’da çelişki olmayacağını, dolayısıyla neshin mümkün olmayacağını ileri sürüyorlar.
e- İtirazcılar yine “Allah kendi hükmünde hiçkimseyi ortak kılmaz”(18) ayetine ve “Hüküm yalnızca Allah’ındır.”(19) ayetine dayanarak Peygamber(s.a.v.)’in Farz kılma, haram,helal hükmü verme ve bazı ayetleri geçersiz kılma yetkisine sahip olmadığını ileri sürerler.
Bu iddialardan ilkini ele aldığımızda, Eğer Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde yazıya geçirilmiş olan ve bize kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiş bulunan Kur’ân ayetleri arasında nesh cereyan etmemiş ise ve dahi Kur’ân’daki her ayetin uygulanacağı bir zaman ve zemin var ise, bazı ayetleri açıklamak, izak etmek müşkil bir durum halini alacaktır. Mesela Bakarâ/219 ayetinde “Sana şaraptan ve meysirden soruyorlar. De ki: “O ikisinde büyük günah ve insanlara bazı yararlar vardır. Fakat onların günahı yararından büyüktür….” buyurulmaktadır. Bu ayette şarabın haram kılınmadığı, aksine onun birtakım faydaları olsa da, günahının yararından büyük olduğu ifade edilmektedir. Nesh’i kabul etmeyen bazı kimseler, yazdıkları meâllerde de bu ayetin şarabı haram kıldığına dair herhangi birşey söylememektedir.(20) Buna göre İslam’ın, hamr ve meysir hakkındaki “son hüküm” olan haramlık hükmünden önce daha değişik bir hükmü olduğu itirazcılar tarafından zımnen kabul edilmektedir.
O halde “Kur’ân’da nesh yoktur, Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” diyenler hamr ve meysirin haram olduğunu bildirmeyen yukarıdaki ayet ile amel edilebileceği görüşünde midir?
Yine itirazcıların iddiasına göre, içki(hamr) ile ilgili ayetlerden bir diğeri; “Ey iman edenler, ne dediğinizi bilmeniz için, sarhoş iken namaza yaklaşmayınız.”(21) ayetinin de bir hükmü olmalıdır. Dolayısıyla müslümanların sarhoş olmalarının değil, sarhoş iken namaza yaklaşmalarının yasak olduğu bir zaman veya ortam bulunabilir yahut kişi sarhoş olmadıkça ve ne dediğinin farkında oldukça içki içtiği halde namaz kılabilir iddiasında bulunulabilir mi? Birisi çıkıp da, “hamr ve meysiri kesin olarak yasaklamayan ayetlerin de uygulanacağı zaman vardır” diyecek olursa, itirazcılar buna itiraz edebilirler mi?
Kur’ân’da nesh’e delil teşkil eden daha doğrusu nesh’in vukû bulduğu bir diğer örnek ise enfâl 65. ve 66. ayetlerdir. Bu ayetlerden ilkinde mü’minlerden 20 sabırlı kişinin, ikiyüz kâfire galip geleceği, yine mü’minlerden sabırlı 100 kişinin de 1000 kâfire galip geleceği bildirilmektedir. Ancak hemen bir sonraki ayette sabreden 100 kişinin 200 kafire galib geleceği, 1000 kişinin de 2000 kafire galib geleceği bildirilmektedir. Kur’ân’da nesh’i kabul etmeyen mu’tezilî alim el-İsfahâni’ye göre bu ayette nesh olmadığı, ilk ayetin bir emir bildirmeyip durum bildirdiği söylense de bu durumda 66. ayetin başındaki ““Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ” ifadesinin izahı mümkün olmamaktadır. Zira açıktır ki, eğer bir hüküm hafifletilmiş ise, onda, hitap ettiği kitleye yönelik olarak açık bir değişiklik yapılmış demektir. Yani daha önce “ağır” olan bir hüküm kaldırılarak, yerine ondan daha hafif olan bir hüküm konulmuş ise, burada ağır olan hükmün yürürlükten kaldırılması söz konusudur. Prensip olarak bunun tersi de böyledir. Yani eğer daha önce hafif bir hüküm mevcut iken, bilahare o hüküm, başka bir ayet ile ağırlaştırılmış ise, orada da bir nesh hadisesi vuku bulmuş demektir.Buna örnek olarak ta Nisâ sûresinin 15-16 ayetleri ve 20. ayetlerindeki “zinanın hükmü”nün değişmesi zikredilebilir.
İtirazcıların ileri sürdüğü bir diğer iddia olan hüküm koymanın Allah’a ait olduğu ve kendi hükmüne hiçkimseyi ortak etmediğini bildiren ayetlere dayanarak ortaya attıkları iddialar ise, Peygamber efendimiz(s.a.v.)’in Şârî vasfının inkârı ve Sünnet’in vahiy kaynaklı olmadığı kabul ve iddiasından kaynaklanmaktadır. Yukarıda bu iddiayı iptal eden bazı ayetler zikretmiştik. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Şârî (Hüküm koyucu) olduğu için ve Sünnet te vahiy kaynaklı, vahyin denetiminde olduğu için Peygamber efendimiz(s.a.v.)’in din hakkında ortaya koyduğu veya değiştirdiği herhangi bir hüküm dolaylı olarak Allah Teâlâ tarafından değiştirilmiş olmaktadır.
Yukarıdan beri verdiğimiz örnekler ve deliller açıkça gösteriyor ki, Kur’ân’da nesh olduğu vâkîdir.
Burda bir noktaya daha dikkat çekerek yazımızı sonlandıralım; birtakım müfessirlerin (özellikle mütekaddimun müfessirlerin) ve nâsih-mensuh konusu ile ilgili olarak eser veren müelliflerin, Kur’an’daki mensûh ayetlerin sayısı hakkında abartılı rakamlar zikretmeleri ve farklı sayılar ortaya koymaları, bu alimlerin “nesh” kelimesine yükledikleri anlam farklılığından kaynaklanmaktadır.
Alimlerin, mensuh ayet sayısındaki ihtilafı, Kur’ân’da hiç mensûh ayet bulunmadığının delili olarak kullanılamaz.
Bir sonraki yazımızda, Nesh’i kabul eden ulema arasında sâdır olan, Sünnet’in bazı Kur’ân ayetlerini neshedip edemeyeceği konusundaki ihtilaflara ve Neshin mahiyeti konusundaki ihtilâflara değinelim inşallah.
Ve’sselâmu âlâ meni’ttebeâlhudâ
Dipnotlar:
1- Ahzâb, 34.
2- Nisâ, 113.
3- Kıyâme, 17 – 19.
4- Nahl, 64.
5- Nahl, 44.
6- Er-Risâle, 78.
7- Müslim, zühd, 14; Ahmed b. Hanbel, IV, 174.
8-Nâhl, 101.
9- Bkz. es-Serahsî, “Usûlu’s-Serahsî”, II, 54.
10- er-Râzî, Tefsîr, V.519.
11- Bakarâ, 106.
12-Elmalılı, “Hak Dini Kur’an Dili”, I, 460.
13- Elmalılı, “Hak Dini Kur’an Dili”, I, 459.
14- Râd, 39.
15- Er-Risâle, 78.
16- “el-Muvâfakât”, III, 78.]
17- Örnek; Fussilet/42, Nisâ/82
18- Kehf/26
19- Yusuf/40
20- Bknz: Süleyman Ateş, “Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri”, I, 215.
21- en-Nisâ, 43.
SELAMUN ALEYKUM MUHTEREM..YAZINIZ ÇOK GÜZEL..ANCAK MÜMKÜNSE JPEG FORMATI YERİNE WORD VEYA PDF ,ODT GİBİ OKUYAN HER KİŞİNİN ARŞİV YAPARAK SAKLAMAYI İSTEYECEĞİ YERLERİ KOLAYCA KOPYALAYACAĞI BİR FORMATTA OLURSA ÇOK DAHA GÜZEL OLUR..ALLAHA EMANET OLUN..
yazılar jpg formatında değil zaten. sadece kopyalama engeli konulmuş durumda. Bir süre sonra o engeli de kaldıracağız inşaallah. Dileyen arşivine alabilecek.