Bismillâhi’rrahmâni’rrahiym
Bir önceki ( Meâlciler Nereye Gidiyor-1 başlıklı) yazımızı (Tıklayınız) “Allah Teâlâ (c.c.) Peygamberimiz (s.a.v.)’e Kur’an ayetleri dışında başka vahiy vermiş midir, bildirmiş midir, Gayr-i Metlûv Vahiy var mıdır, varsa Kur’an’dan delilleri nelerdir?” sorularının cevabını ve detaylarını işleceğimizi zikrederek bitirmiştik.
Öncelikle şunu ifade etmemiz gerekir ki, Hz. Peygamber(s.a.v.)’in Kur’ân ayetleri dışında vahiy almadığını ifade eden bir Kur’ân ayeti mevcut değildir.
Bir çok meâlcinin yaptığı gibi, mesela; “O arzusuna göre konuşmaz. O(nun bildirdikleri) kendisine indirilen vahiy’den başkası değildir.”(1) “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa, ondan da sakının.”(2) gibi – pek çok sahabî, müçtehid ve müfessire göre Sünnet’e de delâlet eden- bir kısım ayetler konusunda “Bu ayetlerde kasdedilen Kur’ân’dır” diyerek kestirme hükümlerle meseleyi örtbas etmeye çalışmak ilmî yaklaşım ile bağdaşmaz.
Gayr-i Metlûv Vahye (Kur’ân dışı vahye) açıkça ve/veya dolaylı olarak işaret eden ayetlere (ve izâhlarına) geçmeden önce meseleyi etraflıca incelemek gerekir.
Gayr-i Metlûv Vahyin Mahiyeti
Gayr-i Metlûv Vahyi kabul etmeyen kesim, mesela kendilerine klasik olarak yöneltilen; “Namazın nasıl kılınacağı, Namazların vakitleri, rekât sayıları, namaz içinde şart olan rükûnlerin hangi sırayla yapılacağı, nelerin okunacağı, Hacc’ın baştan sona -eksiksiz şekilde- nasıl yapılacağı, Zekatın kimlere, ne kadar ve nasıl verileceği ve kimlerin vermesi gerektiği.. v.b.” sorulara bugüne dek delil niteliği taşıyan mantıklı tutarlı ilmî bir cevap ver(e)memişlerdir. Misal olarak birisi bu zâtlara “Zekat ayda bir mi verilir yoksa yılda bir mi” diye sorsa verebilecekleri bir cevap yoktur, çünkü bu sorulara açık ve net (insanların kafasında hiçbir şüphe/soru kalmayacak şekilde) tatmin edici cevaplar bulabileceğimiz kaynak şüphesiz vahiy kaynaklı olan Sünnet’tir. Ayetlerin lafzının anlaşılması ile muhteviyatının, manasının da bilinmesi şüphesiz aynı şey değildir. Şu halde Kur’ân-ı Kerim’de mücmelen/gayr-ı mufassal şekilde bildirilen/emredilen Namaz, Hacc, zekât ve buna benzer birçok önemli mesele ile ilgili tüm muhteviyata, detaylara açık ve net cevap veren Sünnet yani Peygamber(s.a.v.) efendimizin bu konu hakkındaki “bağlayıcı” sözleri, hükümleri için “vahiy’den bağımsız olarak belirlenmiş şahsî ictihâdları” denilebilir mi? (hâşâ)
Oysaki yukarıda zikrettiğimiz Necm/3-4 ayetlerinde Peygamber(s.a.v.) efendimizin tüm bildirdiklerinin vahiy olduğu açıkça vurgulanmaktadır.
Sünnet, bazı alimler tarafından “Bizzat Vahiy kaynaklı Sünnet” ve “Peygamber(s.a.v.)’in teşrî yetkisiyle ictihâd’da bulunması” olarak iki kısımda değerlendirilmiş olsa da, Peygamber efendimiz(s.a.v.)’in kendi hevâ ve hevesinden konuşmayacağını, O(s.a.v.)’nun sözlerinin kendisine ilkâ edilen vahiy olduğunu vurgulayan Necm/3-4 ayet-i kerîmeleri ve yine Peygamberlerin hatadan korunmuş olduğunu bildiren ilgili diğer ayetler mucibince, Peygamber efendimiz(s.a.v.)’in din hakkında söylediği her sözün ilâhî denetim altında olduğu, İctihâdî olarak hatalı bir hüküm verdiğinde ise yine vahiy yoluyla bu hatanın düzeltildiği Kur’ân’da açıkça belirtilmiştir. Bu bakımdan Sünnet’in her iki çeşidi de vahiy kaynaklı ve/veya vahiy denetimindedir.
Nebîlere ve Resûllere Verilen Gayr-i Metlûv Vahiy
Kur’ân’da kendisine kitap verilen peygamberler dışında kendisine kitap verilmeyen peygamberler de mevcuttur,
Kendisine kitap verilmiş peygamberlere “resûl” , verilmemiş peygamberlere ise “Nebî” denilmektedir.
Kendisine kitap verilmeyen bu “Nebî” peygamberlerden bazıları; Hz. Nûh(aleyhisselâm), Hz. İdrîs(aleyhisselâm) , Hz. Şît(aleyhisselâm) , Hz. Harûn(aleyhisselâm) , Hz. Yûşâ(aleyhisselâm) , Hz. Süleyman(aleyhisselâm) , Hz. Zekerîyâ(aleyhisselâm) , Hz. Yahyâ(aleyhisselâm) , Hz. Eyyûb(aleyhisselâm) , Hz. Yûnûs(aleyhisselâm) , Hz. Yakûb(aleyhisselâm) , Hz. Yûsuf(aleyhisselâm) , v.d.’dir.
Şu halde eğer Gayr-i Metlûv Vahiy yoksa, bu saydığımız peygamberlere de kitap verilmediği Kur’ân ile sabit bir gerçek iken, Peygamber olduklarını ve insanlara/gönderildikleri toplumlara neyi, nasıl tebliğ etmeleri gerektiğini nasıl öğrenmişler, Allah Teâlâ (cc)’dan bu bilgiyi nasıl almışlardır?
Nîsâ/163. ayette; “Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbâta (torunlara), İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebûr’u verdik.” buyurulmaktadır.
Dikkat edilirse, kendisine kitap verilmeyen Nebîler ve kendisine kitap verilen Resûl’ler bu ayette bir arada zikredilmiştir.
Bu ayet, önemli bir meseleye açıklık getirmektedir; bu ayette açıkça hem Nebîlere de -kendilerine kitap verilmemesine rağmen- vahyedildiğini ve -daha da önemlisi- Peygamber efendimiz (s.a.v.)’e hem kendisine kitap verilmeyen Nebîlere vahyedildiği gibi hem de kendisine kitap verilen resûllere vahyedildiği gibi vahyedildiğini açıkça ortaya koyan bir ayet-i kerîme’dir.
Peygamber efendimiz(s.a.v.)’in Beyân Vazifesi
Nahl suresinde geçen “Biz sana Zikr’i/Kuran’ı indirdik ki onu insanlara beyan edesin” (3) ayetindeki “beyân” vazifesi Peygamber efendimiz (s.a.v.)’e verilen Gayr-i Metlûvv Vahiy ile sağlanmıştır. Bazı kesimler ve şahıslar(4) bu ayette geçen “li tübeyyine” kelimesinin yani “beyân”ın açıklamak, tafsilata dökmek anlamına gelmediğini, bilakis “gizlememek” anlamına geldiğini belirtiyor yani “Hz. Peygamber’in görevi Kuran-ı Kerim’i açıklamak değil, onu insanlara iletmek, gizlememektir” deniliyor ve bu görüş te Kur’an-ı Kerim’den bir başka ayete atıf yaparak teyit edilmeye çalışılıyor. Atıf yapılan ayet-i kerime de “Kendisine kitap verilenlerden onu insanlara beyân etmeleri konusunda biz söz aldık.”(5) ayetidir. Oysa bu ayet “beyân” kelimesinin “açıklamak, izâh etmek, tafsilâta dökmek” değil de “iletmek, gizlememek” olduğunu teyit eden bir ayet değildir.
“Beyân, tebyîn” kelimesini “iletmek, gizlememek” olarak tanımlayan/yorumlayan şahısların bu kelimeye yüklediği anlam kelimenin doğru anlamı mıdır? Tebyin gizlememek mi demektir? Ayetlerin gizlenmemesi onların açık-net, vazıh biçimde iletilmesi anlamına gelir mi?
Misâl, “ve ekîmû’s-salâh” (salâtı ikame edin) ayetini duyan insanların zihninde, Sünnet’ten tamamen bağımsız olarak salât’a dair uygulanabilir açık-net bir karşılık oluşmuş mudur?
Bu sorunun cevabını doğru şekilde verebilmek, belirleyebilmek için, içinde “beyân” kelimesi geçen bazı ayetleri incelemek gerekir;
Bu ayetlerden birisi Hucurât sûresinde geçen; ” Ey iman edenler, eğer size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırın, sonra bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”(6) ayetidir. Bu ayetteki “tebeyyenû/beyân edin/araştırın” kelimesi ise hiç şüphesiz, “doğru olup olmadığını derinlemesine tahkîk edin”, “etraflıca inceleyin”, manalarına gelmektedir, demek ki “beyân” kelimesi bu şahısların iddia ettiği gibi sadece “gizlememek” manasına gelmemektedir.
“Beyân” kelimesinin “açıklamak, tafsilata dökmek, detaylandırmak” manasına geldiğine açıkça delil teşkil eden ve bu şahısların iddialarının temelsizliğini açık ve net biçimde ortaya koyan bir başka ayet ise, Kıyâme sûresinde geçmektedir;
“(Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize aittir.”(7)
Bu ayetlerden sonuncusu olan “Summe inne aleynâ beyânehu/sonra onu açıklamak ta bize aittir”(8) ayeti açıkça göstermektedir ki “beyânehu” kelimesi net bir şekilde “açıklamak,tafsil etmek” manasına gelmektedir.
Bu demek oluyor ki, “beyân kelimesi sadece ‘gizlememek/iletmek’ manasına gelir” iddiası, hem Kur’ân’â hem arap diline aykırılık teşkil eden, asılsız bir iddiadır.
Vahyin İki Çeşidi
Vahiy; Allahü Teâlâ’nın (cc) tebliğini, istediği hükümleri, emir ve nehiylerini ve diğer gaybî haberleri Cebrâil (as) vasıtasıyla peygamberine bildirmesidir. Vahiy terimiyle ifade edilen keyfîyet Peygamberler dışındaki insanlar için gaybî bir olaydır, hakîkatini ancak Allah Teâlâ (cc) bilir.
İslâm Tarihi boyunca -istisnasız- gelmiş geçmiş bütün mü’minler tarafından kabul edilen vahyin iki çeşidi (Kur’ân ve Sünnet), keyfîyet yönünden birbirinden farklıdır. Lâfız ve mânâ olarak inzal edilen, mu’ciz ve tahriften emin olan Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan Metlûv Vahyin (Vahy-i Celî) -tamamının- inzâlinde; hem lâfız, hem ses ve hem de her ikisinin birleşmesinden doğan bir kırâat söz konusudur.
Vahy-i Gayrî Metlûv (Vahy-i hâfî) ise, -Usûl âlimlerine göre- lâfız olarak değil, çoğunlukla mânâ olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kalbine ilkâ edilmiştir. Ümmetin icmâ’ıyla kabul edilen bu iki vahiy çeşidi keyfîyet olarak birbirinden farklı olsa da bağlayıcılık yönünden – her ikisi de vahiy olduğu için- aynıdır.
Sırası gelmişken araya girerek önemli bir hususu belirtmeden geçemeyeceğiz;
Bir önceki paragraflarda da belirttiğimiz üzre, Sahabe-i Kirâm’dan bu yana -İslâm Tarihi boyunca ortaya çıkmış Bid’ât Fırkalar da dâhil olmak üzre- Sünnet’i ve bağlayıcılığını toptan reddedip “Bize sadece Kur’ân Yeter” diyen aklı başında mü’min (veya mü’min topluluğu) yoktur, tâ ki 1800’lü yıllarda özellikle İngilizlerin işgal ettiği bölgelerde ortaya çıkan, Batı(l) tarafından sistemli bir şekilde başlatılan istişrâk faaliyetlerinin başlangıcıyla birlikte ümmetin mâruz kaldığı zihin erozyonuna kadar.
Bu nokta da, bize bu durumu dolaylı olarak bildiren/işaret eden Nîsâ/115 ayetinde Allah Teâlâ(c.c.) ; “Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü sapkın yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” buyurmaktadır.
Mü’minlerin 1400 yıl boyunca Sünnet ve bağlayıcılığı konusunda -istisnasız- ittifâk halinde olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda “Modern İslâm Algısı” ile sudur eden “Sadece Kur’ân Yeter” söylemini bayraklaştırıp, dillerine pelesenk edenler – ayette de açıkça belirtildiği üzre- mü’minlerin yolundan/ittifâkından ayrılarak ayette “sapkın yolda bırakılıp cehenneme sokulan zümre” vurgusuna/ihtârına bizzat muhatap olduklarını hiç mi akletmezler ?!
Gayr-i Metlûv Vahyin Kur’ân’dan Delilleri
Kur’ân’-ı Mübîn’de Gayr-i Metlûv Vahye doğrudan (apaçık) ya da dolaylı olarak işaret eden birçok ayet-i kerîme mevcuttur,
Bunların hepsini bu yazıya aktarmak mümkün olmadığından birkaç örnek zikredeceğiz.
1. Zikredeceğimiz ayetlerden ilki; “…Senin arzulayıp da şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi (Kâbe) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden (münafık) ayırt etmemiz için kıble yaptık…”(9) ayetidir.
Bu âyeti anlayabilmek için onun inmesine sebep olan arka plânın (sebeb-i nüzûl’ün) bilinmesi gerekir:
Bilindiği üzre hicretten sonra Sahabe-i Kirâm Beyt-i Makdis’e doğru dönmekle emrolunmuşlar ve on yedi ay kadar Beyt-i Makdis’i kıble edinmişlerdi. On yedi aydan sonra Kur’ân-ı Kerim daha önceki emri neshetti ve müslümanların bundan böyle Mekke’deki mukaddes mâbed Kâbe’yi kıble edinmelerini ve namaz kılarken yüzlerini oraya çevirmelerini istedi. İşte aşağıda meali kaydedilen âyet yeni kıbleyi belirtmek için indirilmiştir;
“Yüzünü (namazda) artık Mescid-i Haram tarafına çevir!…”(10)
Bu yeni emir, bazı inkârcılar tarafından eleştirildi. Onların itirazları Beyt-i Makdis’in daha önce kıble olarak tayin edilmesine idi. Bakara sûresinin 144. âyetinden alınan bu kısım, onların bu itirazlarına cevap olarak gönderilmiştir. Cevap şuydu: Önceki kıble insanların Hz. Peygamber (s.a.v.)’e itaat edip etmeyeceklerini sınamak içindi.
Burada “önceki kıble tayini” Allah Teâlâ(cc)’ya atfedilmektedir. Âyet açıkça delalet etmektedir ki Beyt-i Makdis’in ilk kıble yapılması bizzat Allah’ın emriyle olmuştur. Ne var ki bu emir Kur’an’ın hiçbir yerinde yer almadığı gibi, Kur’an’da yüzleri Beyt-i Makdis’e çevirmeyi emreden bir âyet de yoktur. İlgili emir Kur’an’ın herhangi bir âyetine dayanmaksızın müslümanlara Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından verilmiştir. Halbuki bu emir, yukarıda iktibas edilen âyette “Allah’ın emri” olarak ifade edilmektedir. “Biz kıble yapmadık” yerine “Hz. Muhammed kıble yapmadı” denilseydi, mesele, bu hususta açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede daha açık olurdu. Kur’an’ın bu ifadesi böylece açık bir surette göstermektedir ki Beyt-i Makdis’e yönelinmesine ilişkin emir, Kur’an’da yer almayan bir vahye istinaden Resül-i Ekrem (s.a.v.) tarafından verilmiştir.
Te’vil sınırlarını –keyfe keder- aşıp Kıble’nin tayini ile ilgili bu delilimize itiraz sadedinde “Allah’ın Resûlü önceki ümmetlere veya kendi görüşüne uydu.” denilirse şayet, bu bâtıl bir itiraz olacaktır, neden?..
Bu iddianın sahipleri, Peygamber (s.a.v.)’in teşri yetkisinin olmadığını, Kur’ân dışında hüküm koyamayacağını, hiç bir haram ve helal koyamayacağını, eğer böyle bir şey kabul edilirse Allah’ın Resulünün, ilah kabul edinilmiş olacağını söyler ve bu sözleriyle de bütün ulemayı tenkit ederler. Bununla birlikte Allah’ın Resûlü (s.a.v.)’in tecrübesinden veya Allah Teâlâ’dan bir haber gelmeden aklınca önceki şeriata uyduğunu söylemekle Resulûllah (s.a.v.)’ı ilah edinenler bizzat kendileri olmuş olurlar.
“Bana vahyedilenden başkasına uymam” diyen Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in “Kıble” gibi -namazın şartlarından olan- önemli bir meselede Allah Teâlâ’nın vahyinden bağımsız olarak kendi görüşü ile hüküm verip amel ettiğini iddia edenler, hem Kur’ân ayetlerine aykırı bir görüş benimsemiş olup hem de Peygamberimiz(s.a.v.)’in -gönlünden geçenin Kabe’ye yönelmek olduğu ayetle vurgulandığı halde- neden Kabe’ye değil de Beyt-i Makdis’e yöneldiğini izah etmekte aciz kalacaklardır. Bu apaçık bir çelişkidir.
2. Müslümanların İslâm’ın ilk dönemlerinde takip ettikleri kurallardan biri de Ramazan orucu esnasında iftardan sonra, kısa bir süre için de olsa, uyumaktı. Bu esnada kişinin eşiyle cinsî münasebette bulunmasına müsaade edilmezdi. Bu sebeple bir kimse iftardan sonra kısa bir süre uyur ve tekrar uyanırsa gece istirahatı boyunca, oruçlu olmamasına rağmen, eşiyle cinsî münasebet fırsatını kaybederdi. Bu kural, Hz. Peygamber tarafından konulmuş olup Kur’ân-ı Kerim’de yer almamaktaydı. Ancak kimi Müslümanlar iftarı müteakip uyuduktan sonra eşleriyle yatmak suretiyle bu hükmü çiğnemişlerdi. Bu olaya istinaden Kur’ân-ı Kerim, söz konusu kaideye uymayan kişileri önce azarlamıştır. Bilahare bu hüküm neshedilerek Müslümanlara iftardan sonra uyusalar da artık eşleriyle cinsî münasebette bulunabileceklerine ruhsat verildi.
Bu konuya Kur’ân-ı Kerim’de şöyle temas edilmektedir:
“Oruç gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise siz de onlar için birer elbise gibisiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı. Şimdi bundan sonra (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdıklarını isteyin. Sabahın beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yiyin, için; sonra geceye kadar orucu tamamlayın…”(11)
Bu ayette tetkîk edilmesi gereken hususları sıralarsak;
- a) Âyet Ramazan gecelerinde kişinin eşiyle cinsî münasebette bulunmasının önceleri caiz olmadığını göstermektedir.
- b) Bu âyet nâzil olmadan önce Ramazan gecelerinde cinsî münasebette bulunan kişilerin yaptıkları fiil “kendilerine kötülük” diye tavsif edilerek ihtarda bulunulmuştur.
- c) “O size acıdı ve tevbenizi kabul etti” ifadesi, onların adı geçen zamanda cinsî münasebetlerinin günah olduğunu göstermektedir. Çünkü “merhamet etme” ve “tevbeyi kabul etme” kişinin sadece günah işlemesinden sonra olur.
- d) “Şimdi (ve bundan sonra Ramazan gecelerinde) onlara yaklaş” ifadesi Ramazan gecelerinde cinsî münasebetin artık meşru olduğunu göstermektedir.
Bütün bu hususlar şunu göstermektedir ki Ramazan gecelerinde cinsî münasebete ilişkin daha önceki yasak “yetkili biri” tarafından yürürlüğe konulmuş olup, Müslümanların buna riayet etmesi mecburi idi. Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de ilgili yasağa dair hiçbir âyet bulunmamaktadır. Bu yasak sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından ortaya konmuştur. Oysa Kur’an bunu teyit etmekle kalmayıp âdeta onu kendi emirleri gibi mütalaa eder. Bunun sebebi, Hz. Peygamber(s.a.v.)’in sözü edilen yasağı kendi iradesiyle koymamış olması, bilakis bu yasağın Kur’an’da yer almadığı halde Hz. Peygamber(s.a.v.)’in Allah Teâlâ(cc)’dan aldığı bir vahye istinad etmesidir.
Bu açıdan bakıldığında yukarıda geçen âyet, bir yandan Kur’ân-ı Kerim’in bir bölümünü teşkil etmeyen vahyin de bulunduğunu gösterirken, diğer yandan bir şâri’ olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hem emir hem de yasaklarının Müslümanları “bağlayıcı” olduğunu tekrar teyit eder.
3. Uhud Savaşı münasebetiyle Bedir Savaşında meydana gelen olayları hatırlatmak üzere bazı âyetler nâzil oldu. Bu âyetlerde, Allah’ın mü’minlere nasıl yardım ettiği, onlara yardım için melekler göndermeyi vaat ettiği ve bunu fiilen ne şekilde yaptığı anlatılmaktaydı. Bu âyetlerin mealleri şöyledir:
“Andolsun! sîzler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir’de size yardım etmişti. Öyle ise Allah’tan sakının ki Ona şükretmiş olasınız. O zaman sen müminlere şöyle diyordun: “İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için kâfi değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız ve eğer onlar (düşmanlarınız) şu anda üzerinize gelirlerse, Rabbiniz alâmetli beş bin melekle sizi takviye eder. Allah bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.”(12)
Bu ayetlerdeki “Allah bunu sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı” ifadesi meleklerin yardımıyla müjdelemeyi Allah’a atfetmektedir. Bu demektir ki söz konusu yardım müjdesi bizatihi Allah Teâlâ (c.c.) tarafından verilmiştir. Ancak Bedir Savaşı esnasında verilen bu müjde Kur’an-ı Kerim’in hiç bir yerinde geçmemektedir, Bir başka ifade ile, Kur’an’da Bedir Savaşı esnasında nâzil olmuş “meleklerle yardım müjdesi”ne delalet eden hiçbir âyet bulunmamaktadır. Yukarıda iktibas edilen ayet sadece Bedir’den sonraki savaşla verilmiş söz konusu müjdeye bir atıftır ve bu âyette yardım müjdesinin Hz. Peygamber tarafından verildiği kesinlikle ifade edilmiştir. Bununla beraber ilgili müjde haberleri Kur’an’da Allah’a dayandırılmıştır.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber(s.a.v.)’in sözü başka bir örnekte “Allah’ın sözü” olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in diğer sözlerinden bu ifadenin “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in sözlerinin Kur’an’da yer almayan hususî bir vahiyle kendisine bildirilmiş olması” dışında bir izahı yoktur.
4- Uhud Savaşıyla ilgili başka bir duruma işaret edilerek Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Hatırlayın ki Allah size iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vaat ediyordu.”(13)
Bu ayette işaret edilen “iki taifeden biri” Ebû Süfyan’ın Suriye’den gelmekte olan ticaret kervanıydı. Diğer taife ise Mekkeli müşriklerden oluşan Ebû Cehil komutasındaki orduydu. Üstteki ayetin ifadesine göre Allah Teâlâ (c.c.) müminlere bu iki taifeden birine karşı zafer kazanacaklarını vaat etmişti. Müslümanlar kervanı ele geçiremediler, fakat Ebû Cehil komutasındaki orduya karşı olan savaşı kazandılar.
Burada tetkike şâyan olan “Allah’ın müminlere vaat ettiği iki taifeden birine karşı galip gelecekleri hususu” Kur’ân-ı Kerim’de geçmemektedir. Bu vaat, Müslümanlara Hz. Peygamber(s.a.v.) tarafından herhangi bir âyete referansta bulunulmadan ifade edilmişti. Halbuki iktibas edilen ayet bunu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in değil “Allah’ın bir vaadi” olarak göstermektedir. Bundan çıkarılabilecek tek sonuç söz konusu vaadin Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gayr-i metlûv vahiy yoluyla geldiğidir. Bu sebeple o Allah Teâlâ (c.c.)y’a isnat edilmiştir. Bu vahyin rehberliğinde Hz. Peygamber(s.a.v.) savaşta Allah Teâlâ (c.c.)’nın yardım vaadini sahâbîlerine ifade etmiştir. Bu suretle o, Kur’an’da yer almayan vahiy türünün varlığına başka bir delil teşkil eder ve gayr-i metluv vahiy olarak adlandırılır.
5- “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi, ‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber, ‘Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi’ dedi.”(14)
Bu ayetin sonunda Hz. Peygamber (s.a.v), meseleyi kendisine Yüce Allah (c.c)’ın bildirdiğini açıkça belirtmektedir. Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın, bu ayette belirtilen hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirdiği hakkında hiçbir ifade yoktur. Bu da göstermektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, kendisine gizli bir şey söylediği eşinin o sözü başkalarına aktardığını Yüce Allah (c.c) Kur’an dışı bir vahiyle Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirmiştir.
6- Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir…”(15)
el-İsrâ suresinin, zikrettiğimiz ilk ayetinde Yüce Allah(c.c), Hz. Peygamber (s.a.v)’e birtakım ayetler göstereceğini bildirmektedir. Hatta mezkûr ayetin ifadesine göre Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesinin sebebi de budur. Burada cevaplandırılması gereken bazı sorular bulunmaktadır:
Kur’an’ın zikrettiği bu “birtakım ayetler” nelerdir?
Bazı kişiler Hz. Peygamber (s.a.v)’in Cibril (a.s)’i Sidretü’l-Müntehâ yanında görmesi olayının İsrâ hadisesinden önce vuku bulduğunu söylemektedir.(16) Dolayısıyla burada zikredilen “ayetler”den, Hz. Peygamber (s.a.v)’e Cibril (a.s)’in görünmesi kastedilmiş olamaz.
Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v) o gece nelere şahit olmuştur? Bunların Hz. Peygamber (s.a.v)’e gösterilmesinin sebebi ne olabilir? Hz. Peygamber (s.a.v) o gece gördüklerini bir sır olarak saklamış mıdır, yoksa bunları insanlara anlatmış mıdır?
Eğer gördükleri arasında Mü’minleri ilgilendiren hususlar olduysa ve bunları sır olarak sakladıysa bu O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken kusurlu veya ihmalli davrandığı anlamına gelmez mi? (hâşâ)
Yine eğer böyleyse “O peygamber gaybın bilgilerini saklayacak, kendisinde tutacak kadar cimri değildir”(17) ve “Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun…”(18) gibi ayetler Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nübüvvet görevini en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde yerine getirdiği hakkındaki gerçekleri ifade etmiyor mu?
O gece olanlar için “bunlar insanlara ulaştırılması gerekmeyen şeyler olabilir” diyebilir miyiz? Bu soruya evet diyeceksek, o zaman bu olayın Kur’an’da kapalı bir şekilde zikredilmesinin ne anlamı olabilir? –Üstelik el-İsrâ suresinin ilk ayetinde bu olay, Yüce Allah (c.c)’ın tesbih, ta’zim ve temcidiyle zikredilmektedir ki bu da olayın önem ve büyüklüğünü gösterir.-
Yukarıdaki soruya hayır diyeceksek, madem ki o gece olup bitenler insanları ilgilendirmektedir ve dahi Kur’an bu konuda bir şey söylememektedir, o halde bunlar insanlara nasıl ulaştırılmıştır?
7- Tevbe sûresi 3. ayette, 36. ayette ve Bakarâ sûresi 217. ayette vurgulanan “Haram aylarda savaşılmaması” emrini ihtivâ eden –bu- haram aylar’ın hangi aylar olduğu Kur’ân’da mevcut değildir fakat “haram aylarda savaşılmaması”nı emreden Allah Teâlâ(cc)’nın bu ayların hangileri olduğunu bildirmediğini düşünmek aklı başında bir mü’minden sadır olamaz, haram ayların hangileri olduğu ile ilgili bu detay da yine Peygamber efendimiz (s.a.v.)’e Allah Teâlâ (cc) tarafından gayr-i metlûv vahiy ile bildirilmiştir.
Gayr-ı metlûv Vahyin varlığına delâlet eden daha başka delillere örnek olarak nübüvvetin varlığını ve ilânını zikredebiliriz. Şöyle ki: Nübüvvet, peygamber’in mucizeleri izhar ederek “ben peygamberim” demesiyle sabit olur. Yoksa nübüvvet iddiası olmadan sadece mucize izhar etmekle sabit olmaz. Zira harikuladelikler peygamberde olduğu gibi velî ve büyücülerde de olabilir. Peygamberin “ben peygamberim” sözü, nübüvvetin, vahy-i metlûvün ve bütün bir İslam’ın medarı olan bir vahy-i gayr-i metlûv’dür. Bunu daha net anlamak için vahyin ilk dönemlerine bakmak yeterlidir. İlk inen Kur’an ayetlerinde Peygamber (s.a.v)’in nübüvvetine dair bir beyan bulunmamaktadır. Ancak buna rağmen O, kendisinin Peygamber, kendisine nazil olan bazı vahiylerin de Kur’an vahyi olduğunu biliyordu. Bu hususlar, hadislerden de anlaşıldığı üzre Kur’an vahyi haricinde başka bir vahiyle -sonraki dönemlere ait bir ıstılahla belirtmek gerekirse- vahy-i gayri metlûv ile bildirilmiştir.
Yine zikredilmesi gereken bir başka delil ise Kur’an’ın kelâmullah oluşudur. Zira bu, ancak Peygamber (S.A.V.)’in nübüvvete delâlet eden mucizeleri eşliğinde Kur’anın kelâmullah olduğunu bildirmesiyle sabit olabilir. İşte bu bildirim de vahy-i gayr-i metlûv kısmındandır.
Sonuç
Şu halde teşri alanına ilişkin olsun, diğer hususlarda olsun, “dinin tebliği” ile ilgili bütün eylem ve sözlerinde vahyin yönlendirmesi ve kontrolü altında bulunduğu aşikâr olan bir peygamberin Kur’an dışında hüküm vaz etmesinden daha doğal ve gerekli bir şey olabilir mi?
Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışında da vahiy aldığı konusuyla ilgili, delaleti oldukça açık sahih hadisler mevcuttur ve sadece bu hadislerden hareketle dahi Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışında vahiy aldığını rahatça söylemek mümkündür. Ancak mezkûr zümre Sünnet’i bir delil/kaynak olarak kabul etmedikleri için yani şüphenin zaten sünnette olup inkarın bizzat kendisinde vuku bulmasından dolayıdır ki maksadımızı sadece Kur’ân ayetlerine dayanarak ortaya koyduk.
Binâenaleyh nübüvvetin subûtu, Kur’an’ın kelamullah oluşu ve bütün bir İslam’ın varlığı, vahy-i gayri metlûvü kabule dayanmaktadır. Kur’an’ın hücciyyeti, vahy-i gayri metlûvün hücciyyetine bağlıdır. Dolayısıyla vahy-i gayri metlûvün olmaması durumunda ne nübüvvetten, ne Kur’an’dan ne de İslam’dan söz etmek mümkün olacaktır.
“Kur’an apaçık ve anlaşılır bir kitaptır” diyerek ayetleri zahiri üzerine yorumlama metoduyla (siz bunu metodsuzluk olarak okuyun) hareket eden zümre için ayetleri (meâlen) yazdık, ortaya koyduk. Buraya kadar yazdıklarımızdan açıkça bellidir ki Gayr-i Metluv Vahiy Kur’ân’ın dolayısıyla İslâm’ın bir gerçeğidir. Birtakım mülâhazalar ve muğâlatalar bu gerçeğin üzerini örtmeye hiçbir zaman muktedir olmamıştır, olamayacaktır biiznillâh…
“Meâlciler Nereye Gidiyor” üst başlıklı seri yazılarımıza devam edeceğiz inşaAllah.
Hatalarımız bizden, doğrular Allah Teâlâ(cc)’dandır…
Şükrü Yaşar
14 Nisan 2015
Dipnotlar;
1- en-Necm, 3-4.
2- el-Haşr, 7.
3- en-Nahl, 44.
4- Bknz: Abdülaziz Bayındır.
5- Âl-i İmran, 187.
6- Hucurât, 6.
7- Kıyâme, 16-17-18-19.
8- Kıyâme, 19.
9- Bakarâ, 143.
10- Bakarâ, 144.
11- Bakarâ, 144.
12- Âl-i İmran, 123-126.
13- Enfâl, 7.
14- et-Tahrîm, 3.
15- el-İsrâ, 1.
16- Bknz: Yaşar Nuri Öztürk, “Kur’an’daki İslam”, 56. Öztürk, kendisinin de katıldığını belirttiği bu görüşünü Süleyman Ateş’ten nakletmektedir.
17- et-Tekvîr, 24.
Faydalanılan / İktibâs Yapılan Kaynaklar;
Kitap: Modern İslâm Düşüncesinin Tenkîdi – Ebubekir Sifil Hoca
Kitap: Sünnetin Bağlayıcılığı – Prof. Dr. Muhammed Taqi el-Usmânî
Makale: Bayındır Doğru mu Söylüyor? – Talha Hakan Alp Hoca
Selamün Aleyküm. Bu konuyu devam ettirmenizi bekliyorum.