Kur’ân’ın bütün lafızlarıyla birlikte kat’îyyetine olan itimadımız, onun lafzı tevatür yoluyla bize kadar geliyor olmasıyla ilgilidir. Her ne kadar, zan ifade ettiği için bir te’kid aracı olsa bile, kitâbetin (yazımın) bunda bir fonksiyonu yoktur. Eğer Kur’ân’ın, lafzî tevatür derecesine ulaştığını ama yazılmadığını farzetsek, bu durumda yine de Kur’ân, kat’îyyet ifade edecektir. Fakat aksi farzedilse, kat’îyyet sözkonusu olamayacaktır.
Zira, vahiy kâtiplerinin yazmış oldukları nüsha veya nüshalar, bugün elimizde yoktur. Var olduklarını farzetsek bile onlardaki hattın, vahiy kâtiplerine ait olduğunu nereden bileceğiz? Bu durumda ona, kat’iyyet nazarı ile bakabilmemiz için mutlaka tevatür derecesinde bir kalabalığın, hiçbir noksanlık ve fazlalık olmaksızın, tahrife de uğramadan, yazıların vahiy kâtiplerine ait olduğunu bildirmelerine ihtiyacımız olacaktır.
Aynı şekilde vahiy kâtiplerini Kur’ân’ı yazarken gören, her harfin yazımı konusunda ittifak eden tevatür derecesindeki kitlelerin şehâdetlerine ihtiyaç duyulacaktır.
Herkesin pek tabiî olarak bildiği gibi bu, tahakkuk etmemiştir.
Ama vahiy kâtiplerini Kur’ân’ı yazarken gören ilk nesil hariç, biz ve bizden öncekiler, bunun tahakkukunu farzedip lafzî tevatüre dayanarak bu yazının, vahiy kâtiplerine ait olduğunu kabul ediyoruz. Eğer bu lafzî tevatür olmasaydı, asla kat’iyyet tahakkuk etmezdi.
Bu konuda diyebileceğimiz tek şey şudur:
Bizler, Kur’ân’ın lafzî tevatürünü, ilk Kur’ân nüshalarındaki hattın vahiy kâtiplerine ait olduğunu bildiren bir tevatür olarak kabul ediyoruz. Vahiy kâtiplerini Kur’ân’ı yazarken görenlere gelince; onların, Kur’ân lafızlarını kesin olarak tayin etmede, ne kitabete ve ne de lafzî bir tevatüre ihtiyaçları yoktur. Çünkü vahiy kâtipleri, nasıl Kur’ân’ı Rasûlullah (s.a.v)’tan işitmişler ise, onlar da öylece O’ndan işitmişlerdir. Böylece yukarıdaki hususlara ihtiyaçları kalmamıştır.
Buradan, Kur’ân’ın kat’iyyetinin, hiçbir nesilde kitabete dayanmadığı neticesini çıkarabiliriz. Ama birisi kalkıp şöyle diyebilir: “Bizim, ne vahiy kâtiplerinin yazdığı nüsha veya nüshalara ne de bahsettiğin nitelikteki bir topluluğun haber vermesine ihtiyacımız yoktur. Çünkü râşid halifelerden sonraki dönemde ortaya çıkan yazılı tevatür, ikinci asırda ve daha sonraları, harflerine varana kadar her şeyinde ittifak edilen yazılı nüshaların, herhangi bir tahrif, ilâve veya eksikliğe meydan vermeyecek şekilde çoğalmış olması, bize yetmektedir. Zira bu kadarı bize, tamamının Kur’ân olduğu hakkında kesin bir kanaat vermektedir.”
Buna karşı deriz ki:
Elimizde olan sonraki dönemlere ait nüshaların, bahsedilen nitelikteki ilk nüshalardan istinsah edildiğini nasıl tesbit edeceğiz? Hepsinin kaynağının, Hz. Osman (r.a.) veya Zeyd b. Sâbit (r.a.)’e ait tek bir nüsha olduğunu söylemek mümkün değil midir? Bilakis, Kur’ân tarihi hakkında biraz malumat sahibi olanların da bildiği gibi vakıa böyledir. Ana nüsha tek olunca, ondan alınanlara kat’iyyet nazarıyla bakmamız, nasıl mümkün olacaktır?
Eğer nüshalara kesin gözüyle bakmanın, Sahâbe’nin hemen hepsinin, ana nüshadakileri ikrar ve sıhhatini itiraf etmelerinden kaynaklandığı söylenecek olursa, buna karşı da deriz ki: İşin sonunda, ana nüshadakilerin hiçbir değişikliğe uğramadan, Kur’ân’ın tamamını teşkil ettiği yolundaki lafzî tevatüre gelinmiş olur. Hâlbuki daha evvel kat’iyyet konusunda, lafzî tevatür yeterli görülmüyor, bu konuda yegâne dayanağın yazmak olduğu savunuluyordu.
Bu Konudaki Delil ve Değerlendirmeler
Mushaflar konusunda, İbn Hacer el-Askalânî (rh.a) demiştir ki:
“Hz. Osman’ın (r.a), mushafları, diğer şehir merkezlerine göndermesinden anlaşılan; yazım şeklini kendisine isnâd için böyle yaptığıdır. Yoksa, Kur’ân’ın aslını isbat için değildir. Çünkü bunu, zaten tevâtüren bilmektedirler.” [1]
İbnu’l-Cezerî (rh.a.) ise bu konuda şu açıklamalarda bulunur:
“Kur’ân’ın naklinde yegâne dayanak hıfzdır. Mushaf ve kitaplarda yazılması değil. Bu, Allah Teâlâ’nın, İslâm ümmetine tahsis ettiği yüce bir şereftir. Zira İmam Müslim‘in rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a.v), şöyle demiştir: ‘Rabbim bana: Kalk, Kureyş’i inzar et, buyurdu. Ben de: Ya Rabbi! O vakit, başımı ezer dağıtırlar, dedim.’
Allah Teâlâ (c.c.): ‘Ben, seni de ve seninle beraber insanları da imtihan etmek için gönderdim. Sana, suyun yıkayıp silemeyeceği, uykuda da, uyanıkken de okuyacağın bir Kitab indirdim. Onlara karşı bir ordu gönder, beraberinde bir mislini de biz gönderelim. Sana itaat edenlerle birlikte, isyan edenlere karşı savaş. Allah yolunda infak et ki, sana da infakta bulunulsun,’ buyurdu.” [2]
Bu hadiste, Allah Teâlâ (c.c.), Kur’ân’ın muhafazası için yazısı su ile silinebilecek sahifelere ihtiyaç olmadığını, bilakis onun her hâl ve zamanda okunabilecek nitelikte olduğunu haber vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) de ümmetini tavsif ederken: “Kitapları göğüslerinde (ezberlerinde)dir,” buyurmuştur. Ehl-i kitab böyle değildir. Onlar, kitaplarını ezberleyerek değil, ancak yazılı olarak muhafaza ederler ve ona bakarak okurlar.
“Allah Teâlâ(c.c.), Kur’ân’a ehil olan kimselerin onu ezberlemelerini murâd edince bu iş için güvenilir, imam sıfatında insanlar yaratmış, onlar da kendilerini Kur’ân’ın tashih ve tedkikine vererek, onu en güzel biçimde zapdetmek için bütün güçlerini sarfetmişler ve ilâhî kelâmı, Rasûlullah (s.a.v)’tan harf harf alıp aktarmışlardır. Kur’ân’ı büyük bir titizlikle, hiçbir eksiklik veya fazlalığa meydan vermeden tespite gayret etmişler, içlerinden bir kısmı, Kur’ân’ın tamamını, bir kısmı, pek çoğunu, bir kısmı da birazını ezberlemişlerdir. Bunların hepsi, Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında olup bitmiştir.”[3]
[1] İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, I, 114.
[2] Müslim, Cennet, 63.
[3] Îbnul-Cezerî, en-Neşr, I, 6.
Cevapla