Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Rabbimizin kelâmı için bazı isim ve sıfatlar vârid olmuştur. Bu isimler, Kelâmullâh’ın husûsiyetlerini açıkça beyân eden ve mübârek eserleri her fert ve toplumda mülâhaza edilen isimlerdir. Tüm bu isim ve sıfatları önemle mütâlaa etmek, bu isimleri arz eden âyet-i kerîmeleri tefekkür etmek ve tüm bu hakîkatleri yaşamak Kur’ân-ı Kerîm’e îmân eden ve onu okuyan mü’minlerin bir vazîfesidir.
Muhakkak ki Yüce Rabbimiz (azze ve celle), Kerîm kitâbında mü’minlere kelâmını tanıtarak, saadet-i dâreyni Kur’ân’da aramamızı ve bu hayatı Kur’ân’ın gölgesinde yaşamamız gerektiğini murat etmiştir. Bu sebeple bizlere Kur’ân-ı Kerîm’in bazı isimlerini, sıfatlarını, hususiyetlerini ve alâmetlerini arz etmiştir. Ta ki Yüce Kur’ân’ın tabiatını, önemini ve mesajlarını anlamak için onu iyice tedebbür edip idrâk edebilelim. Zira Kelâmullâh’ı Allah Subhânehû ve Teâlâ’dan daha iyi bilen hiç kimse olamaz.
Şu bir hakikattir ki, Rabbimizin bizlere Kerîm kitâbını tanıtması büyük bir lütuf ve ihsândır. Öyleyse Cenâb-ı Hakk’a yönelerek O’nun bu büyük nimetine hamd, şükür, ihlâs, muhabbet ve kitâbını tedebbür etmekle mukâbelede bulunmak gerekir. Biz bu maksatla âyet-i kerîmelerde vârid olan Kur’ân-ı Kerîm’in bazı isim, sıfat ve faziletlerini bir yazı dizisi hâlinde anlatmaya gayret edeceğiz. Bu yazımızda ise Kelâmullâh’ın en meşhûr ismi olan “Kur’ân” ismini yine Kur’ân’dan öğrenmeye çalışacağız:
1- Kur’ân:
Kur’ân ismi, Kelâmullâh’ın en meşhûr ve en bâriz olan ismidir. Yüce Rabbimiz (azze ve celle), Kur’ân ismini sadece Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e has kılmıştır. Öyle ki Kur’ân-ı Kerîm’den başka hiçbir semâvî kitâb bu ismi almamıştır. Kur’ân ismi, “kıraat” kelimesinden türeyen bir isim olup daha sonra Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e indirilen kitâb için kullanılan bir alem (isim) hâlini almıştır.
Yüce Rabbimizin peygamberlerine indirdiği kitâblar arasında sadece bizim kitabımızın “Kur’ân” ismini alması, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün semâvî kitâbların semeresini hatta bütün ilimlerin semeresini kendisinde cem etmiş olmasındandır. Cenâb-ı Hakk’ın şu kavli bu hususa işâret etmektedir: وَتَفْصِيلَ كُلَّ شَيْءٍ “Her şeyi ayrı ayrı açıklayan” (Yûsuf, 12/111).
Belki de başka hiçbir kitâba verilmeyen bu özel ismin tercih edilmesi, İslâm ümmetinin, kendi kitâblarına özel olarak yönelmelerinin gerekliliğine açık bir işârettir. Bu da Müslümânların hayat nizâmlarını bu kitâbtan başka hiçbir kitâbtan almamaları gerektiğini gösterir.
Kur’ân isminin zikredildiği âyet-i kerîmelerden birinde, Kur’ân-ı Kerîm’in öğüt almak için kolaylaştırıldığı bildirilmiştir: وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ “Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık” (Kamer, 54/17). Başka bir âyet-i kerîmede de Kur’ân-ı Kerîm’de insanların düşünüp öğüt almaları için her misâlin verildiği ifâde edilmiştir:
لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُّتَصَدِّعًا مِّنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“Eğer biz bu Kur’ânı bir dağ başına indirseydik muhakkak ki onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misâller (yok mu?) işte biz onları, insanlar düşünsünler diye, vurguluyoruz.” (Haşr, 59/21)
Yüce Rabbimiz, inkârcıların bu Kur’ân’ı dinlemekten hoşnut olmadıklarını bildirmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân okuduğu zaman Kur’ân ile kâfirler arasına kalın bir perde çekilirdi. Bu perdeler, kalpleri örten, kulakları sağır eden, akılları da idrakten engelleyen perdelerdir. Bu sebeple onlar, Kur’ân okunduğu vakit buna karşı çıkar ve arkalarını dönerek oradan uzaklaşırlardı:
وَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرآنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ حِجَابًا مَّسْتُورًا ﴿٤٥﴾ وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْآنِ وَحْدَهُ وَلَّوْاْ عَلَى أَدْبَارِهِمْ نُفُورًا
“Sen Kur’ânı okuduğun zaman seninle âhirete inanmazların arasına gizli bir perde çekeriz. Evet) onların kalbleri üzerine, onu (Kur’ânı) iyice anlamalarına (engel), perdeler gerer, kulaklarına bir ağırlık veririz. Sen Kur’anda Rabbini bir tek olarak andığın vakit onlar ürkek ürkek arkalarını çevirirler.” (İsrâ, 17/45-46)
Cenâb-ı Hakk, biz mü’minleri Kur’ân tilâveti için kalbimizi hazırlamaya ve şeytanın şerrinden kendisine sığınmaya davet etmiştir. Böylece bu sığınma, Kur’ân’ı tedebbür etme hususunda mü’mine yardım edecektir: فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Haydi Kur’ân okuduğun (okumak istediğin) zaman o kovulmuş şeytandan Allaha sığın.” (Nahl, 16/98)
Yine Yüce Rabbimiz, bizlerden Kur’ân’a karşı tam bir edeb hâline bürünmemizi, Kur’ân okunduğu vakit onu tüm benliğimizle dinlememizi (istima’) ve kalbimizi onun mesajlarına açmamızı istemiştir. Burada sema’ (işitme) ve istima’ (dinleme/kulak verme) kavramları arasındaki farka da değinmek faydalı olacaktır. Sema’, seslerin kulağa ulaşmasıdır. Buradaki işitme, kast edilmeksizin gerçekleşir. Yani insanın çevresindeki sesler, kendisi istemediği hâlde kulağına ulaşabilir. İstima’ ise; bütün duyu ve duyguların kulakta birleşerek etkileşim, tedebbür ve öğüt almaya vesile olmasıdır. Mü’minlere Kur’ân’ı dinlemelerinin emredildiği âyette bu kavram zikredilmiştir: وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُواْ لَهُ وَأَنصِتُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ “Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (A’râf, 7/204).
Yüce Rabbimiz, mü’minlerden Kur’ân’ı düşünmesini, aklını ve kalbini harekete geçirip, bazı gerçeklerin iyice anlaşılması için çaba harcamasını istemektedir. Ancak böyle bir çaba ile Kur’ân-ı Kerîm’den daha fazla istifâde edilebilir. O hâlde mü’min, vahyin önüne oturunca kalbini, aklını, zihnini, tasavvurunu; yani tüm varlığını ilâhi kelâmın önüne açmalı, tüm bu eylemleri yaparak hayatını onun kutlu mesajlarıyla inşa etmeye çalışmalıdır. Bu da Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlamayı zorunlu kılmaktadır. Bu hakikat de öyle yücedir ki ancak hakikî mü’minler tarafından idrâk edilebilir. Kalplerine kilit vurulan kimseler, bu faziletten mahrûm kalır. Bu hususta Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا
“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üze-rinde kilitleri mi var?” (Muhammed, 47/24). Kalplere vurulan bu kilit, demirden kilitler olmayıp, mânevî kilitlerdir. Ve şüphesiz günahlara, hayâsızlığa ve arzulara tabi olan insanı, karanlıklara hapseder.
Kur’ân’ı tedebbür etmek amaç değil araç olmalıdır. Kur’ân’ı tedebbür etmekteki asıl maksad, îmânın kalpte iyice yerleşmesi ve Kelâmullâh ile kopmaz bir bağ kurmaya çalışmaktır. Zira Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
“Mü’minler ancak onlardır ki Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, karşılarında âyetleri okununca (bu), onların îmanını artırır, onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler.” (Enfâl, 8/2)
Diğer bir âyette de şöyle buyurmaktadır:
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفًا كَثِيرًا
“Onlar hâlâ Kur’ânı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan birçok (şeyler) bulurlardı.” (Nisâ, 4/82)
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân ile gereği gibi muâmelede bulunduğumuz ve bu hususta üzerimize düşenleri yaptığımız takdirde bizlere doğruya ulaştıracak bir hidâyet, tesirli bir şifâ ve engin bir rahmet bahşedecektir. Zira Kur’ân, her fert ve toplum için bir hidâyet kaynağı, hayatın her alanına bir nûr ve ümmetin tüm hastalıklarına karşı bir şifâdır:
إِنَّ هَذَا الْقُرْآنَ يِهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا ﴿٩﴾ أَنَّ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
“Gerçekten bu Kur’ân en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü’minler için büyük bir mükâfat olduğunu ve ahirete inanmayanlar için elem dolu bir azap hazırladığımızı müjdeler.” (İsrâ, 17/9-10) Başka bir âyet-i kerîmede ise şöyle buyurulur:
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
“Biz Kur’ân’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’ân, ancak zararını artırır.” (İsrâ, 17/82)
Kur’ân-ı Kerîm, akıl sâhibi kimselere has bir sıfat olan “Hikmet” sıfatı ile vasıflandırılmıştır: وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ “Hikmet dolu Kur’ân’a andolsun!” (Yâsîn, 36/2) Bu da bizlere göstermektedir ki; bizler Kur’ân ile Allah’ın murad ettiği bir şekilde yaşarsak, Kur’ân’ın bu hikmet yönü bizlere sirâyet edecektir. Zira Allah (azze ve celle) hikmeti dilediği kullarına verir:
يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ
“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara, 2/269)
Yüce Rabbimiz, Kur’ân’a bâtıl isimler vererek parça parça bölen inkârcıları kötülemiştir. Bu durum, tıpkı arzu ve heveslerine tâbi olup kutsal kitaplarını parçalara ayırarak bir kısmına inanıp diğer kısmını inkâr eden Yahûdî ve Hristiyanların durumuna benzemektedir. Müslümânlardan da Kur’ân’ın bir kısmını alıp bir kısmını terk edenler bu tehlikeye arz olmuşlardır:
كَمَا أَنزَلْنَا عَلَى المُقْتَسِمِينَ ﴿٩٠﴾ لَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ
“Nitekim iş bölümü yapanlara, Kur’ânı parçalayanlara da (öyle azâb) indirmiştik.” (Hicr, 15/90-91)
Yüce Rabbimiz, peygamberinin kendisine arz ettiği şikâyeti şöyle bildirmektedir:
وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ إِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هَذَا الْقُرْآنَ مَهْجُورًا
“Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’ân’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi. (Furkân, 25/30)
Kur’ân’ın karşı konulamaz etkisinin farkında olan inkârcılar, kendi tebaasına Kur’ân’ı dinlemeyi yasaklıyor ve şöyle diyordu:
لَا تَسْمَعُوا لِهَذَا الْقُرْآنِ وَالْغَوْا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ
“Bu Kur’ân’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.” (Fussilet, 41/26)
Kur’ân’a karşı bu tavrı takınan inkârcıları Rabbimiz şöyle tarif eder:
كَأَنَّهُمْ حُمُرٌ مُّسْتَنفِرَةٌ ﴿٥٠﴾ فَرَّتْ مِن قَسْوَرَةٍ
“Onlar sanki aslandan kaçan yaban eşekleridirler.” (Müddessir, 74/50-51)
Öyleyse Kur’ân okuyucuları, bu inkârcılara karşı Kur’ân’ı aslanlar gibi çekinmeden/korkmadan okumalıdır ki Kur’ân’dan yüz çeviren müşrikler, kendisinden yaban eşekleri gibi kaçıp uzaklaşsın.
Rabbimiz bizleri Kur’ân’a gönülden imân eden ve Kur’ân’ın emirlerine hakkıyla uyan mü’minlerden eylesin. Âmîn.
Cevapla