el-MUNKIZ’Ü MİN’ED DALÊL ve RÂZÎ VASİYETNAMESİNİN İHSÂS ETTİKLERİ
YA DA
KELAM OKUMALARIMDAN ARDA KALANLAR
İlm-i tevhîd ve Sıfât (Fıkh’ul Ekber), İlm-i Kelâm, Felsefi Kelâm, Yeni İlm-i Kelâm. Bu sıralama sadece akîde ilminin İslâm târihi boyunca geçirdiği safhaları mı ifade eder, yoksa büyük istîdâtların ilmî faâliyetleri esnâsında münferiden yaşadıkları şahsî tecrübeyi de iş’âr eder mi? Hiç tereddüt etmem ki ehli, bu süâlin cevâbını rahatlıkla verebilir.
Peki tüm bu menzillerde seyahati bir ömre sığdırmış olan ilim ve tefekkür dünyamızın zirve isimleri modern ilerlemeci mantık gereği son durakta mı karar kılmıştır? Yoksa bu çileli seferden sonra ric’at ettikleri bir selâmet veya hakîkat durağı var mıdır? Bize bir ipucu bırakmışlar mıdır?
Hakîkat yolcuları için yol rehberi telakkî edilebilecek, başlıkta iki misâli zikredilmiş metinler bize ne söyler? Bayrak yarışında “hep daha ileriye, daha yeniye” diyen akademik dayatmayı “burçlar bitti,sancağı daha da ileriye götürmek,surların dibini boylamak demektir” diyerek reddedeceğimiz bir nihâyet ve teslîmiyet noktası var mıdır?
Bu süallerin cevapları verilirken mesele öyle tâmim edici bir basitlikte değerlendirilmemeli elbette. Zira en azından Mâturidî ve Eşarî menhecin her birinin birer ekol olarak aynı mâcerâyı yaşadığını söyleyebilmek de, bu ekollerin temsilcileri olan mütekellimlerin ferden ferdâ aynı tekamül vetiresini tecrübe etmiş olduklarını iddia etmek de pek mümkün görünmemekte. Yâni bu meselede ancak asgarî müşterekler üzerinden bir mütâlaada bulunulması gerektiği toleransını zihnimizin köşesinde bir hassas terazi farkı olarak tutmakta yarar bulunmaktadır.
Gazâlî merhumun el’Munkiz’ü mined Dalêl isimli biyografik eseri hakîkate susamışlıkla kelâmî ve felsefî eserlere dalan mütecessis zekalar için oldukça samîmî ince bir nasihattir. Metin, nüfuz etme kâbiliyetinizle mütenâsip ölçüde derinleşir. Aynı satırlar sathî nazara ayrı, tefakkuh kastına ayrı mühim tecrübeler fısıldar. Râzî’nin vasiyetnâmesi ise kısacıktır. Lâkin öyle hasbî, öyle vecîz kaleme alınmıştır ki başlangıcında yer alan hamd’ü senâsı bile bize tenzîh ve takdîsin ne demek olduğunu tâlim etmekte, ihlas ve samîmîyetle aramanın ama tevâzû ve haşyet ile teslîm olmanın usûlünü çarpıcı bir sûrette göstermektedir.
İMÂM-I GAZÂLÎ FELSEFÎ METODU CERH ETMİŞTİR
Mâlum olduğu üzere bazı İslâm ulemsının Antik Yunan Felsefesiyle temâsından sonra mîladî 9. asır başlarında tercüme faâliyetleri hızlanmış ve bu durum, İslâm akâid esaslarıyla Yunan felsefesini mezcetmeye çalışan, kısaca “İslâm filozofları” olarak anılan bir grubu ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde mezkûr felsefenin tesîriyle İslâm filozoflarının vahiyden kat-ı nazarla akla atfettikleri kıymet ve tahmîl ettikleri vazîfe neticesinde, akıl terâzisinin, “tartarım” iddiâsında bulunduğu sıklet karşısındaki şımarıklığı göz kamaştırıcı ve ürkütücü bir hâl almıştır. Târihin tam da bu noktasında bir süredir Mûtezile mezhebiyle devam edegelen mücâdelede tecrübeler kazanmış kelâm âlimlerinin umûmu ve hâssaten Gazâlî merhûm çok kritik bir vazîfe icrâ etmiştir.
Mevzûmuza giriş teşkîl etmesi açısından bir Eşarî kelâm âlimi olan İmam-ı Gazâlî’nin kendi hakîkat arayışını kaleme aldığı el-Munkiz’de aklın bu kibrinin ucuz bir şişinme olduğunu ne şekilde ortaya koyduğunu kendi sorgulamalarından arz etmek isterim. Zira böyle bir giriş hem hakîkat arayışında felsefî usûlün cerhini temin edecek hem de mevzûmuzun aslını teşkîl eden ve kendisi de yoğun akli faaliyet barındıran ilm-i kelâma geçişte köprü vazîfesi görecektir.
İmâm-ı Gazâlî aklın dirâyet ve kifâyetini tartarken; hâsselerimizle (duyu organlarımızla) verdiğimiz hükümlerin akıl tarafından yalanlanabildiğini misalleriyle ortaya koymuş ve sonra yine hâsselerin diliyle şu şüpheyi terennüm etmiştir: “Belki de aklın idrâkinin ötesinde başka bir hâkim var ve bu hâkim ortaya çıktığında bu hükmü tekzîp edecektir. Tıpkı akıl hâkiminin ortaya çıkıp havâss-ı zâhiremizin verdiği hükmü tekzîp etmesi gibi. Böyle bir idrâkin ortaya çıkmayışı onun imkânsız olduğu anlamına gelmez.”[1]
Gazâlî merhum, aklî hükümlere getirdiği bu aklî şüpheyi, rûyâ ve yakaza hallerindeki farkı idrâk etmede aklın şaşkınlığıyla takviye etmiş, “Senden perdeni kaldırdık şimdi nazarın keskindir”[2] ayeti ve “İnsanlar uykudadır öldüklerinde uyanırlar”[3] hadîs-i şerîfi ile iş bu tezini nassen de teyît etmiştir.
İmâm, bu muhâkemesiyle akılla verdiğimiz hükümlerin mutlak hakîkat olduğunun katî bir sûrette ifâde edilemeyeceğini vâzıh bir surette ortaya koymuş ve beşeriyetin nübüvvete (yâni mutlaka) olan ihtiyâcını da dolayısıyla ispât etmiştir. Zâten felsefecilerin en büyük iki üstâdından Aristo’nun hocasına “Eflâtun bir dosttur, Hak da bir dosttur. Ancak Hak ondan daha çok dosttur.” şeklinde bir temellendirme ile muhâlefet etmesi de bize göstermektedir ki felsefe, en başından beri kesin burhanlara dayalı müşterek aklî prensiplere ve netîcelere ulaştırmaktan (matematik, aritmetik gibi bölümler hariç) âcizdir. Hele ki ilâhiyât alanında Gazâlî, felsefecilerin bu vaziyetini hem hiç çekinmeden yüzlerine vurmuş, hem de bizi mutlak hakikatle buluşturacak, aklın üstünde bir idrak edicinin imkân ve îcâbına karîne kılmıştır. O, Tehâfüt’ün birinci mukaddimesinde “Eğer ilâhiyata dair bilgiler aritmetiğe dâir bilgiler gibi burhanlarla düzenlenmiş ve tahminlerden uzak olsaydı aritmetiksel ayrılığa düşmedikleri gibi ilahiyata dâir ilimlerde de ayrılığa düşmezlerdi”[4] diyerek aklî idrak sahâsının mâverâsına dâir aklî faâliyetin yetersizliğine dikkat çekmiştir.
İşte Gazâlî (rahmetullâhi aleyh) nübüvvete olan mutlak ihtiyacı bu muhakemeyle ispât ettikten sonra aklî faâliyet için genel geçer bir usûl belirlemiş ve bu faâliyete bir hudut tayin etmiştir. Kendi ifâdelerini aynen nakletmek daha faydalı olacaktır:
“Aklın idrâk edemeyeceği şeylerin anlaşılmasında bir yolun olması imkân dâhilindedir. Bu da nübüvvetle kastedilendir.[5] (…)Aklın idrâk edebildiklerinin dışında kalan bu gibi şeylerin idrâki, nübüvvetin hâssalarından sadece biridir.[6] (…) Aklın faydası ve işi, bize bu husûsu bildirmek, nübüvveti tasdîke delâlette bulunmak, kendisinin nübüvvet gözüyle idrâk edemediğini kabul etmektir. O, bizim elimizden tutar ve bizi körlerin, kendilerini götürecek kimselere, şaşırıp kalmış hastaların müşfik tabiplere teslimi gibi nübüvvete teslim eder. Aklın hududu ve sınırı buraya kadardır.”[7]
GAZÂLÎ İLM-İ KELÂMIN MEŞRÛİYETİNE ŞERH KOYMUŞTUR
Gazâlî merhûmun sem’iyyât ve ilâhiyât bahislerinde felsefî metot olan salt aklî faâliyetin isâbetsizliğine yâhut başına “İslâm” muzâafı getirilse de umûmî manada “Felsefe”nin hakîkati elde etmede kifâyetsizliğine ve hattâ daha da ötesi idlâl edici mâhiyetine dâir tespitlerine ulemânın ekserîsi elbette iştirâk etmiştir ve her vesileyle buna dikkat de çekmişlerdir. Fakat mesele ilm-i kelâma geldiğinde Huccet’ül İslâm’ın hem “İlcâm’ül avâm an ilmi-l kelâm”daki ifâdelerinin, hem de “el-İktisat fi-l îtikat“, “İhyâ-u ulûmi’d-dîn (Kitâb’ül İlim ve Kitâb’ül Kavâidi-l Akâid)”, “Cevâhirü-l Kur’ân” ve “el-Munkız mine’d-dalâl” gibi sâir eserlerinde kelâm ilmine ilişkin serdettiği menfî beyanlarının bu işe ehliyeti olmayanları sakındırma sadedinde olduğu değerlendirilmiştir. Bu mütâlaânın en güçlü tarafı ise şüphesiz bizzât Gazâlî’nin de müctehit seviyesinde bir kelâmcı olması, hattâ felsefe ile uzun süre iştigâl etmesi, bu sahada da mühim ve kıymetli eserler vermiş olmasıdır. Kendisi hangi maksatla bu ilimlerle meşgul olduysa, gerekli liyâkat tahsîl edildikten sonra aynı maksatla nazârî sahâya dalacakların bundan men edilmesinin elbette izâh ve kabul edilebilir bir tarafı yoktur.
Zâten o, “Kelâm ilminin gâyesi ehl-i sünnetin, selef-i sâlihinden rivâyet ettiği inanç esaslarını korumaktır. Bundan fazlası eşyânın hakîkatini başka yollardan aramaktır.”[8] ifâdeleriyle sünnetin bid’atlerden arındırılması, akîdeye ârız olan şüphelerin izâlesi, muannitlerin ilzâmı fonksiyonları itibâriyle ilm-i kelâmı yer yer tebcîl de etmiş, bu fonksiyonuna nazarla (aşağıda ayrıca mufasselen beyan olunacak) kelâm ilmini tahsîlin, farz-ı kifâye olduğunu da tespit ve beyan etmiştir. Fakat bu ilmi, hakîkat yolculuğu meyânında îsâl edici görmediği gibi ilm-i kelâmın seneler içinde geçirdiği safahât neticesi bazı ilâve mevzûları ve değişim gösteren metodu açısından zararlarını da zaman zaman açıkça, zaman zaman da îmâ ve işâret yoluyla ifâde etmekten kaçınmamıştır. Bir takım mütekellimlerin şahsına râcî olan cedele düşkünlük, felsefî metoda kapılma, şöhretperestlik, hâl ve amel ehlini küçümseme, ibâhîliğe meyletme gibi zaaflardan nâşî tenkitleri ise elbette ilmin kendi zâtına tevcih edilemez.
Fakat bu yazının mevzusu “kelâm” ilminin mâhiyet-i şer’iyyesi ve kıymet-i hakîkiyyesi değildir. Esasen bu kıymet fazlasıyla müsellemdir. Lâkin takdir edileceği üzere kelâm ilminin tarifindeki “alâ kânûni-l islâm” kaydı ile, aklı vahye teslim ettikten sonra aklî faâliyetin tamâmıyla bitmesi aslâ söz konusu değildir. Zira bu merhaleden sonra da vahyin haber verdiği hakîkatleri; akılla anlama ya da ispât etme, hükümlerin hikmetlerini idrâk etmeye çalışma, nakli veri olarak kabul etmeyenleri aklın refâkatiyle nakle yaklaştırma, şüphelerin giderilmesi, bid’atlerin terk edilmesinin sağlanması gibi daha birçok vazîfe yine aklın sırtındandır. Her biri kelâm ilminin bir parçası olan bu bölümlerde yürütülen aklî faaliyet de elbette mutlak mânâda hatâdan sâlim kılındığımız mecrâlar değildir. Vahye teslim olmuş olsa da aklın bazen hudûdu tâyinde şaştığına, nakli kendine tâbî kılmaya çalıştığına, kısaca felsefî yahut keyfi metoda meylettiğine şâhit olmaktayız. Peki bu hassas ve nâzik zeminde tetebbuâtta bulunurken, hattâ akîdemizi taklitten tahkîke sıçratma niyetiyle yeniden inşâ ederken bizi bekleyen bahse konu tehlikeleri dikkate aldığımızda, kendi ifâdesiyle “bülûğundan vefâtına” bu çetin yolda yürümüş İmâm-ı Gazâlî’nin bize söyledikleri ve Râzî vasiyetnâmesinin ihsâs ettikleri nelerdir?
Burada öncelikle bilinmesi gereken şey, İmâm’ın hakikati araştırma usûlüdür ve şahsen benim eserleri içinde tespit edebildiğim, bu husûsu en umûmî sûrette ve açık şekilde ortaya koyan cümle şudur: “Yakînen anladım ki bir bilimde, o sahâdaki en âlim kimsenin seviyesine gelip de onu aşacak derecede o ilme vâkıf olmayan kimse, herhangi bir bozukluğa muttalî olamaz. İnsan ancak bu şartlar altında iddia ettiği eksikliklerde haklı olabilir.”[9]
Gazâlî merhûm gibi zekâsının parlaklığı ve ilmî seviyesi çok genç yaşlarında fark ve teslim edilmiş, hayatta hiçbir sahâda mücerret taklitle kifâyet etmemiş ve nihâyet “Huccet’ül İslâm” pâyesini elde etmiş bir dehânın hakîkat arayışında bu derece objektif bir usul tâkip ederek vardığı nihâî nokta kelam yâhut felsefeye meraklı her mütecessis zekâ için hazır ve ibretlik bir tecrübedir. Zira yukarıda da nispeten ifâde ettiğim üzere, İslâmî ilimler içinde kelâm ilmi eskilerin tâbiriyle “mezâlik-i akdâm (ayakların kaydığı)” bir sahâdır. Mevzûsunun akîde olması, bu ilmin meraklılarına hatâ payı bırakmayan bir husustur. Günümüzde İslâmî ilimler alanında ihtisâsı olan bâzı kişilerin kapıldıkları ve temsilciliğini yaptıkları bid’at fikirler, sarf ettikleri cüretli sözler ve ümmetin gözünün önünde yaşadıkları zihnî değişim ve dönüşüm dikkate alındığında, bunca yoğun aklî faâliyete rağmen istikâmet üzere âhirete irtihâl etmiş Gazâlî ve Râzî (rahmetullâhi aleyhimâ) gibi dev şahsiyetlerin, ferdî tecrübelerinin yol göstericiliğine çok ihtiyâcımız olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle şimdi esas mevzûmuza avdet edelim ve bir manâda nakille çerçevelenmiş aklî faâliyet demek olan kelâm ilmi için bu büyük zât, gerek şahsî ve gerekse umûmî ne gibi tespitler yapmış birlikte bakalım.
HUCCET’ÜL İSLAM’IN SAMİMİYETLE PAYLAŞTIĞI ŞAHSİ KANAATİ
Gazâlî Merhûm, ilm-i kelâmı “kendi murâdı açısından kifâyetli, fakat benim murâdım îtibariyle yetersiz”[10] cümlesiyle değerlendirmiştir. Bu hükmünü de ”onların (cedelî-iknâî) metodlarının, zorunlu bilgilerden başka bilgileri kabul etmeyenlere faydâsı oldukça azdır. Onların bu metodla elde ettikleri netîce, zarûri aklî ilkeler dışında taklitle karışıktı.”[11] gerekçelerine istinâd ettirmiştir. Gazâlî tüm ilmî otoritesine rağmen büyük bir tevâzû ile “Bununla birlikte kelâm ilminin benim dışımdaki kimseler için şüphe bulutlarını dağıtıcı bir etki yapmış olabileceği ihtimalini uzak görmüyorum. Daha doğrusu bâzıları hakkında böyle bir tesir meydana getirdiğinden şüphem yok…benim şu andaki amacım kendi durumumu anlatmak, bununla şifâ bulanları kınamak değil.”[12] diyerek bu söylediklerinin sadece kendi şahsî tecrübesi olduğunu beyân etmiştir.
Cevâhirü-l Kur’ân’daki “Bu ilim uzunca bir süredir hakîkatlerin açığa çıkartılması vazîfesi görmemektedir’[13] ifâdesi ise herhalde bu ilmin kendi aklî/ilmî seviyesi için her hangi bir hakîkati ifâde etmez hâle geldiğinin bir itirâfı olmakta yahut felsefe ile imtizaç ede ede aslî ve meşrû mecrasından uzaklaştığını ifâde etmektedir.
Eşarî kelâm ekolüne mensup olan ve hakîkati elde etme yolları üzerinde yaptığı derin tetkîkâtı ve fiilî tecrübesi netîcesi, hakîkate nazar ile değil hads ve mükâşefe vesilesiyle ulaşılabileceğine kanaat getirerek tasavvufta karar kılan İmâm-ı Gazâlî’nin bu menfî kanaati esasında daha ziyâde mensubu olduğu Eşarî mezhebine râcîdir. Zîrâ Mâturîdî ekolün en başından beri benimsediği ve devam ettirdiği usul, Gazâlî merhûmun çizdiği ve idealize ettiği çerçeveye hep sâdık kalmıştır. Mâturîdî gelenek felsefe meselelerinin kelâm kitaplarına intikâlinde hep daha ihtiyatlı davranmış, kelâmı hep akîdeyi tahkîm ve müdâfaa zemininde fonksiyonel kılmıştır.
Mûtezile ile olan mücâdelede bizzat İmam Ebu’l Hasen el-Eşarî ile başlayıp Bâkıllânî, Ebû İshak İsferâyinî, Cüveynî çizgisinde devam eden kelâm ilminin, bir taraftan Milâdî 8. asrın sonları ve 9. asrın başlarından itibaren felsefe ile de karşılaşması neticesinde gitgide felsefî bir mâhiyet ve renk aldığını gören İmâm-ı Gazâlî, belki de bu dönüşüme “dur” demek ya da en azından bir istikâmet vermek istemiştir. Yaptığı frene rağmen Eşarî kelâmının Şehristânî, Râzî, Âmidî, Beyzâvî, Îcî, Cürcânî zincirinde geldiği nokta ise ehlince mâlumdur. Her ne kadar bu isimler Gazâlî’nin yaptığını yapmak ve felsefe ile hesaplaşmak niyetiyle aynı usulü takip etmişlerse de gelinen fiilî nokta, İmâmı haklı çıkarmış, bir tahkim, müdâfaa ve mücâdele ilmi olan kelâm “eşyânın hakîkatini başka yollarla arama” şeklini almıştır.
Gazâlî merhûm el-Munkiz’de tevâzû ile dile getirdiği yukarıda zikrettiğim şahsî kanaatini, “Makâsıdü-l Felâsife” ve “Tehâfüt” müellifi olarak herkesçe müsellem bir yetkinlikle ifşâ ve îtirâf etmiş; hem felsefenin hem felsefî kelâmın, istenilen netîceyi hâsıl etmeyeceğini peşinen söylemeyi bu yolun yolcularına karşı vicdânî bir borç, dinin kendine karşı da bir vazîfe telakkî etmiştir.
Eşarî üslupla yazılmış bir kelâm metni okumanın akabinde ancak Mâturîdî metotla kaleme alınmış bir kelâmî metin okuyarak zihin saflığına ulaşabilen biri olarak, ben de Gazâlî merhûmun bu beyanlarının ihtivâ ettiği mühim mesajın, Mâturîdî kelâm alimlerince zâten fiilen uygulandığını söylemeyi kendi vicdânım açısından bir borç bilmekteyim. Hangi ekolün hakîkate isâbet ettiği ya da şahsımı iknâ ettiği meselesinden kat-ı nazarla bunu söylediğimi de ayrıca beyan etmek isterim. Zîrâ bu bahs-i âhardır. Her ikisi de Ehl-i Sünnet akîdesinin bir parçası olan bu kelâm ekollerinin ihtilaf noktaları, takip ettikleri usul itibariyle bir tutarlılık göstergesidir. Fiilî netîceleri iîtibâriyle ise neredeyse fark yok gibidir. ”İhtilaf lafzidir” kalıbıyla hulâsâ ettiğimiz bu durum ikisinin de hak akîde mezhebi oluşunun tartışılmaz bir sebebidir.
İMAM GAZÂLİ’NİN MESELENİN HAKİKATİNE RACİ BEYANLARI
İmam-ı Gazâlî, İhyâ’u Ulûmi’d-dîn’in 1.cildinin başında yer alan “Kitâbü-l İlim” ve “Kitâbü-l Kavâid’il Akâid”de yukarıda zikrettiğim şahsî mütâlaalarını bir kenara koyarak kelâm ilmi hakkında daha umûmî ve objektif değerlendirmelerde bulunmaya çalışmıştır. ”Şerîat, hâricî bir akıl; akıl, dâhilî bir şerîattır”[14] diyen bir muhakkikin aklî faâliyeti külliyyen mahkûm etmesi zâten düşünülemez. O,”İhyâ”da kelâm ilmi lehine ve aleyhine serdedilen görüşleri ve delillerini mufassalen verdikten sonra mesele hakkında ferdî ve ictimâî veçheleriyle iki hüküm zikretmiştir.
Ferd îtibâriyle:
“Kelâm ilminde hem menfaat, hem de zarar vardır. Bu ilim, menfaat verdiği zaman helâl olur. Bazan mendûb, hatta durumun iktizâsına göre vâcib olur. Mazarratı bakımından zarar vereceği zaman ve mekânda haram olur.”[15] ve …”kendisine şüphe ârız olan kimsenin bu şüphesini gidermesi farz-ı ayn’dır.”[16] demiş fakat “Kelâm’ın menfaati tektir ve bu da daha önce îzâh ettiğimiz gibi avam nezdinde akîdenin bekçiliğini yapmak ve onu cedel çeşitleriyle, bid’atçıların teşvîşinden korumaktır.”[17] cümlesiyle bu hükmünün geçerlilik çerçevesini çizmiştir.
Ümmet îtibâriyle dile getirdiği kanaat, farz-ı kifâye hükmünün îzâhından ibârettir:
“Kelâm ilmi hususunda en hakikî hüküm şudur:
Her memlekette bu ilmi bilen, bid’atçıların şüphelerini defetmeye tek başına muktedir olan birisinin bulunması zarurî ve şarttır. Bu durum da ancak kelâm ilmini tâlim etmekle mümkündür. Fakat fıkıh ve tefsir ilimleri gibi, bütün Müslümanlara kelâm öğretilmesi doğru değildir. Zira kelâm ilmi deva, fıkıh ise gıda gibidir. Gıdanın zararından korkulmaz, herkes gıdayı kullanır. Fakat ilacın zararı vardır. Ona herkesin ihtiyâcı yoktur, o muayyen zaman ve miktarda muayyen hastalıklar için kullanılır.”[18]
Bu nedenle Gazâlî merhûm bu ilmi tahsîl edenler için bâzı vasıfları taşımayı şart olarak zikretmiş, bu şartların gerekçelerini de kısa kısa îzâh etmiştir.
O: ”Bu bakımdan bir âlim için en uygun hareket; bu ilmi ancak şu üç vasfa sahip olan bir kimseye öğretmektir:
1- Kelâm ilmini öğrenmek isteyen insan, kendisini ilmî çalışmalara adamış olmalıdır. Zira başka bir sanatla iştigâl edenleri, bu meşgûliyetleri, ilmin tamâmını öğrenmekten ve beliren şüpheleri giderecek derecede yetişmekten menetmektedir.
2- Bu ilmi öğrenmek isteyende zekâ, sür’at-i intikâl ve fesâhat bulunmalıdır. Çünkü zekâsı müsâit olmayan bir kimse, öğrendiklerinden pek fazla yararlanamaz. Sür’at-ı intikâle sâhip olmayan kişi de, getirdiği deliller bakımından dinleyenlere faydalı olamaz. Bu bakımdan böyle bir insanın konuşmasında, menfaattan çok zarar vardır.
3- Kelâm ilmini öğrenenin tabiatında salâh, diyânet ve takvâ hasletleri bulunmalıdır. Şehvetleri kendisine gâlip gelmemelidir. Çünkü fâsık bir insan, en ufak bir şüphe ile dininden olur. Zira bu ufak şüphe, kendisiyle günah ve şehvetler arasındaki perdeleri yırtabilir. Böyle bir insan, şüphenin giderilmesine çalışmayıp onu teklîfin (sorumlu olduğu şeylerin) ağırlığından kurtulmak için bir ganîmet ve fırsat addeder. Elbette ki böyle bir insanın fesâdı, ıslâhından kat kat fazladır.[19]
İmam’ın zikrettiği bu vasıfların tamâmı, 18. asırda yaşamış çok yönlü bir Osmanlı âlimi olan Saçaklızâde Mehmet Efendi tarafından kaleme alınmış “Tertibü-l Ulûm” isimli eserde neredeyse aynen yer almaktadır.[20] İmam Birgivî’nin Tarîkat-i Muhammediyye’sinde[21] ve Taşköprüzâde Ahmet Efendi’nin Risâlet’ül Câmia li Vasf’il Ulûm’un-Nâfia[22] adlı eserinde de aynı vasıfların tekrar edilmesi ulemâmızın bu husûstaki müşterek hassasiyetini açıkça ortaya koymaktadır.
NİHAİ NETİCE
“Tüm bu beyanlardan çıkan umûmî hüküm nedir?” diye sorulacak olursa verilecek cevap; bu meselede umûmî bir hükmün olamayacağı olur herhalde. Çünkü mevzû gıdâ değil ilaçtır ve ilaçlar hakkında umûmiyet hükmü cereyan etmez. Kişinin akdevi haline, niyetine, zekaâsına ve takvâ durumuna göre değişiklik arzedecek bir ilaç tavsiyesinde bulunma tabî ki hâzık bir tabîbin işidir.
Bu sebeple kelâm ilminin mâhiyet ve gâyesini idrâk edememiş ya da bunu idrâk ettirecek bir hoca, rehber yahut mürşitten mahrûm kişilerin bu sahâya merak duymaları hem kendileri hem de ümmet için üzücü netîcelerin husûle gelmesine sebebiyet verebilmektedir. “Ben de bu ilaç benim bünyemde nasıl bir tesir icrâ edecek bizzat tecrübe etmek isterim” demek çok mâkul bir yaklaşım değildir. Akıllı kişi sadece kendi maceralarından değil daha ziyade başkalarının tecrübelerinden de istifade edendir. Zîrâ ömürler kısa, meseleler çoktur. Bir İslâmî ilimler talebesi İmâm-ı Gazâlî gibi dev bir ismin tecrübesini nasıl kulak ardı edebilir? Bakın Gazâlî merhûm bu husûsun farkında olarak ne buyuruyor;
“Sen bu sözleri hadisle uğraşan yâhut Haşeviyye’ye mensup bir kimseden işitmiş olsaydın, diyebilirdim ki: “İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdırlar.” Ama sen bu sözleri kelâmdan gerçekten haberdâr olan bir kimseden işitiyorsun. Kelâmı gerçek şekliyle öğrenen ve mütekellimlerin ulaştığı derecenin en ileri noktasına varacak kadar bu ilimde derinleşip daha da ileri giderek kelâm ilmine uygun diğer ilimlerde de derinleşen birisinin sözleridir bunlar. Bu sözlerin sâhibi kesin olarak anladı ki; bu yolla hakîkatleri öğrenmeye giden yol kapalıdır. Yemin olsun ki kelâm ilmi her ne kadar bâzı husûsları açıklayabiliyor ve bâzı noktaları tanıtabiliyorsa da bu oldukça nâdir görülen bir durumdur.”[23]
Eşari kelâm ekolünün şüphesiz en büyük diğer bir ismi olan İmam Fahreddîn Râzî ise “Vasiyetnâmesinde” “Kelâmî mezhepler ile felsefî yöntemleri araştırıp inceledim. Ancak onlarda, Kur’ân’da bulduğum yararlı şeylere denk olabilecek düzeyde bir fayda göremedim! Çünkü Kur’ân; azameti ve celâliyeti sadece Allâh (c.c)’a hâs kılmakla kalmıyor, –İnsan aklının, bu derin darlıklar ile gizli yöntemler hakkında acze düşeceğini bildiğinden dolayı- onları, tartışmaya girmekten ve çekişmekten de alıkoyuyor.” demektedir. Fahruddîn Râzî’nin nasıl yüksek bir zeka ve dirâyeti olduğunu, hangi sahâlarda ne seviyede eserler telif ettiğini burada zikretmek lüzumsuzdur. “Mefâtihu-l Gayb” sâhibi, “Metâlibü-l Âliye” müellifi O’dur. Bu eserlerin muhtevâsına bir kez bile nazar etmiş biri, Râzî’nin akıl yürütmede, mevcut ve mukadder süallere cevap aramada, her hangi bir nassın normal bir insan hatrına gelmeyecek kadar çok sayıda muhtelif vecihlerini ve meselelere delalet noktalarını bulmada emsalsiz olduğunu anlayabilecektir. Hatta öyle ki cerh ettiği fikrin sahiplerince bile hiç dile getirilmemiş mukadder süaller ve itiraz noktaları bularak bunları da kesin surette cevaplandırmada akla hayranlık veren bir dikkat ve ciddiyet bezlettiğini görebilecektir.
İşte akletme faâliyetini, varabileceği nihâî sınırlara kadar zorlayan bu dev mütekellim, vefatından bir müddet evvel kaleme aldığı vasiyetnamesinde “beşer aklının aczini ifade etmekte ve kendi nefsinde, kelâmî mezhep ve felsefî metodların hiç birisinin Kur’ânî irşad uslübunun sağladığı faydayı temin edemediğini” îtirâf etmektedir.
Şimdi insaf, iz’ân ve akıl sahibi kardeşim, tüm bu samîmî tespit ve mütâlaalarda bize söylenen hülâsaten şudur: Hakîkati ilmî hikmetle, amelî hikmeti cem etmede ara. Kur’an’da, gayba iman etmenin müttakîlerin en büyük vasıflarından biri olarak zikredildiğini unutma ve her şeyi müşâhede katiyetiyle idrak etme derdine düşme. Akletmenin hakkını ver ama teslim olmanın da kalbin asıl şifâsı olduğunu bil. Zira hatırından hiç çıkarma ki; kıyısı görülmeyen bir okyanusta yüzme bilmenin gururu hiçbir işe yaramaz.
Dipnotlar:
[1] El Munkız’ü mined Dalel-Emin Yayınları 2013 Terc: Abdürrezzak TEK s.6
[2] Kaf Suresi 22. Ayeti.
[3] Gazâlî, “İnsanlar uykudadırlar” ifadesini hadis olarak kullanmıştır. İhyâ’da geçen hadislerin tahricni yapan Irâkî, bu hadisi merfu hadisler arasında bulamadığını, Hz. Ali’ye nispet edildiğini söylemiştir.
[4] Tehafüt’ül Felasife -Klasik Yayınları 2005 Terc: Mahmut KAYA –Hüseyin SARIOĞLU s.4 (Birinci mukaddime ilk sayfa)
[5] El Munkız’ü mined Dalel-Emin Yayınları 2013 Terc: Abdürrezzak TEK s.49
[6] El Munkız’ü mined Dalel-Emin Yayınları 2013 Terc: Abdürrezzak TEK s.49
[7] El Munkız’ü mined Dalel-Emin Yayınları 2013 Terc: Abdürrezzak TEK s.-55
[8] İhyâu Ulûmud’dîn-Bedir Yayınevi 2002 Terc: Ahmet SERDAROĞLU s.104
[9] El Munkız’ü mined Dalel-Emin Yayınları 2013 Mütercim:Abdürrezzak TEK s.13
[10] El Munkız’ü mined Dalel-Emin Yayınları 2013 Mütercim:Abdürrezzak TEK s.12
[11] El Munkız’ü mined Dalel-Emin Yayınları 2013 Mütercim:Abdürrezzak TEK s.12
[12] El Munkız’ü mined Dalel-Emin Yayınları 2013 Mütercim:Abdürrezzak TEK s.12
[13] Cevahir’ül Kuran-Hayykitap 2014 Mütercim:Ömer TÜRKER S.46
[14] Mearic’ül Kuds –İnsan Yayınları 2007 Mütercim: Serkan ÖZBURUN. S.49
[15] İhyâu Ulûmud’dîn-Bedir Yayınevi 2002 Mütercim:Ahmet SERDAROĞLU s.246
[16] El İktisat Fil itikat-Klasik Yayınları 2012 Mütercim:Osman DEMİR s.45
[17] İhyâu Ulûmud’dîn-Bedir Yayınevi 2002 Mütercim:Ahmet SERDAROĞLU s.247
[18] İhyâu Ulûmud’dîn-Bedir Yayınevi 2002 Mütercim:Ahmet SERDAROĞLU s.249
[19]İhyâu Ulûmud’dîn-Bedir Yayınevi 2002 Mütercim:Ahmet SERDAROĞLU s.249
[20] Tertib’ül Ulûm Saçaklızâde Mehmet Efendi Mütercim:Doç.Dr.Zekeriya Pak-Yar.Do. M.Akif ÖZDOĞAN S.
[21] Tarîkat-i Muhammediyye-Birgivî Hisar Yayınevi 2015 Mütercim:Nedim YILMAZS.74
[22] Risâlet’ül Câmia li Vasf’il Ulûm’un- Nâfia- Taşköprüzâde İst. Medeniyet Ünv. Yay. Mütercim Murat KAŞ S.72
[23] İhyâu Ulûmud’dîn-Bedir Yayınevi 2002 Mütercim:Ahmet SERDAROĞLU s.246-247
Cevapla