Ecdadımızın fetih anlayışı dillere destan olmuş, hidayetle buluşturmak için girdiği topraklarda sergilediği adalet tarihe altın harflerle kazınmış ve düşmanları tarafından dahi hüsn-i şehadet ile karşılanmıştır. Osmanlı denildiğinde akla Müslüman gelmiş, bu vesileyle insanlar Müslümanlığı “Osmanlı” sıfatıyla ifade etmişlerdir.
Ecdadımız Osmanlı daima sünnet ve edep yolunu benimsemiş, gayretlerini bu yoldan sapmadan, istikamet üzere hareket uğrunda sarf etmişlerdir. Onların inanç ve gönül açısından Ehl-i Sünnet itikat ve anlayışı ile sıkı bağından olmalı ki, bugün Ehl-i Sünnet düşmanı bazı kimseler Osmanlı’yı ve bilhassa o muazzez devletin fetih anlayışını hedef almaktadırlar.
Nitekim tasavvufla meczolmuş Ehl-i Sünnet’i yıkmak isteyen Batılılar, bölüp parçalamak istedikleri coğrafyaları evvelâ modern dinî anlayışlarla hedef almış ve yıkım plânlarını, Müslümanlar arasında bulunan fakat itikadî ve fikrî açıdan kırılmaları bulunan birtakım zevat ve grupları destekleyip isyana teşvik etmek suretiyle tatbik etmişlerdir. Arap Yarımadasındaki Vehhâbîlik, Mısır’da ve Hindistan’da yuvalanan modern akımlar, söz konusu plân doğrultusunda büyük yıkımlara sebebiyet vermişlerdir.
Son dönemde ülkemizde de bu anlamda ciddi sapmalar gözlenmektedir. Ehl-i Sünnet’i her fırsatta hedef alan şahıslar, Osmanlı’ya da büyük bir düşmanlık beslemektedir. Nitekim tarihselciliğiyle temayüz etmiş bir profesörün, ecdadın cihadını Haricî zihniyete sahip IŞİD ile bir tutmak suretiyle sarf ettiği birtakım sözler boşa değil, bir plâna yönelik hedef göstermenin ifadesidir. Bu hezeyanları şöyle dile getirmiştir: “Fıkıh ve tefsir uleması ayetler ve hadisleri bütün bir Ortaçağ boyunca büyük devletler ve imparatorlukların koruyucu şemsiyesi altında ve galip psikolojisiyle yorumlayarak doktrin ürettiğinden, sözgelimi Viyana’ya sefere çıkmak pejoratif anlamda “savaş” değil, fetih diye kavramlaşmış ve hatta kutsallık kazanmıştır.”
Müslümanları yıllar yılı kandırıp temiz duygularını sömüren bir saptırıcının, “Osmanlı’dan geriye kanlı bir mazi ve bizi utandıran şeyler kaldı” şeklinde Osmanlı’yı hedef alan sözleri de, alelâde sarf edilmiş sözler değil, açıktan bir düşmanlığın eseridir!
Fetih, İşgal Değildir!
Osman Gazi’nin, “Bizim davamız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değil, “İ‘lâ-yı Kelimetullâh”tır. Yani Allah’ın (celle celaluhu) dinini yüceltmektir!” sözünden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı’nın cihat anlayışı; sadece Allah Teâlâ’nın dinini yüceltmek gayesiyle, “İ‘lâ-yi Kelimetullâh” umdesi uğrunda gelişen ve fiiliyata dökülerek asırlarca tatbik edilip mukaddes davaya dönüşen bir anlayıştır.
Fetih, bir memleketin topraklarını gasp etmek, dünyalık devşirmek için işgale uğratmak değildir. İnsanlığı İslâm’ın nuruyla buluşturmak; ülkelerin, milletlerin, gönüllerin kapılarını İslâm’a açmak demektir. Bu davanın “fetih” olarak ifade edilmesi de bu arka plândan ileri gelmektedir. Zira feth Arapçada, “açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelmektedir. Kelimenin çoğulu da “fütûhât”tır. Kāmûs-i Türkî’de, “Bir şehir ve memleketi düşman elinden alma ve ale’l-husûs memâlik-i İslâmiyye’ye ilhâk etme” şeklinde tanımlanmaktadır. Yapılan açıklamalarda, fetih ile Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) fetihleri ve bahusus Mekke’nin fethinin ifade edildiği belirtilmektedir. [1]
Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin hükümleri çerçevesinde ashabıyla birlikte tatbik ettiği ve sonraki nesillere öğrettiği cihat anlayışının manasını en net şekilde görebilmek Fetih Suresi’ne bakmakla mümkün olmaktadır.
Mekke’nin Fethinden İstanbul’un Fethine
Mekke’nin fethi, İslâm tarihinde mühim bir dönüm noktası ve ileride gelecek fetihlerin kapısını açıcı olmak bakımından “Fethu’l-Fütûh”[2] olarak anılmıştır. Fetih denildiğinde, Mekke’nin fethiyle beraber çağrışım yapan bir başka tarihî vaka da İstanbul’un fethidir. Nitekim lügatlerde, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) fatihliğine vurgu yapıldıktan sonra, İstanbul’un fethine özellikle dikkat çekilmekte ve Fatih Sultan Mehmed Han’ın “Ebü’l-Feth” unvanı özellikle zikredilmektedir.[3]
Başta Emevî sultanları olmak üzere, tarih boyunca her Müslüman hükümdarın hayalini İstanbul’un fethi süslemiştir. Zira Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o kadim şehri fethedecek komutan ve orduyu, “Konstantiniyye bir gün mutlaka fetholunacaktır. Orayı fetheden komutan ne güzel komutan, fetheden asker ne güzel askerdir”[4] müjdesiyle methetmiştir. Bu müjde Sahabe-i Kiramda büyük bir iştiyak uyandırmış, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri 90 yaşını aşmış bir hâlde,[5] manevî sultanı olacağı İstanbul’un surlarına dayanmıştır. Fetih ise, mihmandar-ı Nebî’nin kaybolan kabrini keşfen haber veren Akşemseddîn Muhammed ibni Hamza Hazretlerinin manevî desteğini arkasında bulunduran Sultan 2. Mehmed Han’a nasip olmuştur. İslâm tarihi boyunca muhakkak ki mühim coğrafyalar fethedilmiş, Sultan 2. Mehmed Han’a kadar Osmanlı sultanları büyük fütuhata imza atmışlardır. İstanbul’un hâkimiyeti vesilesiyle fetih anlayışı zirveye taşınmıştır.
Fetih ve İstanbul arasındaki sıkı münasebet, âlimler ve tarihçilerce de “feth” kelimesinin –daha önce kaydetmiş olduğumuz- manasına bağlı açıklanmış, büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri İstanbul’un fethinin 500. sene-i devriyesi vesilesiyle kaleme aldığı eserine, “Sûre-i Feth Tefsîri İ‘tilâ-yı İslâm ile İstanbul Tarihçesi” adını vermiştir. Fetih kelimesinin lügat manasını kaydettikten sonra, ıstılah manasını ifade ederken şu izahta bulunmuştur: “Bir beldeyi anveten veya sulhan ele geçirmektir. Yani: Bir şehre harp ile veya harpsiz olarak zafer bulmaktır. Fetih kelimesi hem maddiyata, hem de maneviyatta kullanılır: Kapıyı açmak, ukdeyi çözmek, gam ve gusseyi gidermek, müşkil bir meseleyi hâlletmek gibi…”[6]
İstanbul’un İslâm ile vuslatı, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın fetih anlayışını her açıdan en güzel şekilde ortaya koyan bir gelişmedir. Bunu anlayabilmek, bu kadim şehrin fethinin mahiyetini incelemekle mümkün olmaktadır. Bununla ilgili olarak, İstanbul’un kılıç zoruyla mı yoksa sulh ile mi fethedildiğine yönelik tartışmalar Osmanlı devrinde de cereyan etmiş hatta konu Sultan Süleyman Han devrinde Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Hazretlerine intikal etmiştir. Bunun üzerine, Şeyhülislâm aşağıya kaydetmiş olduğumuz değerlendirmelerini sunmuştur:
Mesail-i Şetiy (Ayrışık Meseleler): “Merhum Sultan Mehmed Han Mahmiye’i İstanbul (İstanbul Büyük Şehri) ve etrafındaki karyeleri (köyleri) anveten fetheylemiştir.”
El-Cevap: “Maruf olan (bilinen) anveten fetihtir. Ama kenaisi-i kadime hâli üzere ipka olunmak (kiliselerin eski hâliyle yerinde bırakılması) sulhen fethe delâlet eder. Sene-i hams ve erbain ye Tis‘a mie (945 yılı) tarihinde bu husus teftiş olunmuştur (araştırılmıştır).
110 yaşında bir kimesne ile 130 yaşında bir kimesne bulunup Yahudi ve Nasara (Hıristiyan) topluluğu, el altından Sultan Mehemmet Han ile ittifak edip Tekfure, Nusret (yardım) itmiyicek olup, Sultan Mehemmed dahi anları sebyetmeyip (esir almayıp) malları üzerinde mukarrer idicek (karar verecek) olup, bu veçhile (yolla) fetih oldu deyu müfettiş muhzirinde şehadet (tanıklık) idüp, bu şehadet ile kenais-i kadime (eski kiliseler) hâli üzere kalmıştır. Ketebehu (yazan) Ebussuûd.”[7]
Ahlâk Aşısı, Kalkınma ve İmar
Bizans tarihçileri, fetihten önce Bizans toplumunda ciddi bir ahlâkî yozlaşmanın yaygın olduğunu kaydederler.[8] Ortodoks olan Bizanslılar, zor durumlarının izalesi için Katoliklerden farklı dönemlerde yardım talebinde bulunmuş, her seferinde mezheplerini terk edip Katolik mezhebini benimsemeleri yönünde şartlarla karşılaşmışlardır.
1204 senesine gelindiğinde Lâtin istilâsının vaki olduğu ve bu hengâme sırasında İstanbul’un tarihî mirasının hasar gördüğü ve kadim şehrin, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin kabri de kaybolacak bir ciddiyette tahribata uğradığı bilinmektedir.
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’a girdiğinde, şehrin zaten harap hâlini görüp hayıflanmıştır. Şehrin sakinlerine, –Ebussuûd Efendi’nin fetvasında da geçtiği üzere- adaletli davranmış, vaktiyle Katoliklerin insafsızlığına gark olan Ortodokslar, Osmanlı’nın adilane hâkimiyetini memnuniyetle karşılamışlardır. Bunun itirafı sadedinde Grandük Notaras’ın, “Bizans’ın sokaklarında Lâtinler’in tâcirini görmekten ise, Türk sarığını görmeyi tercih ederim” sözü pek meşhurdur.
Fetihten sonra genel af çıkarılmış, şehre âdeta bir tür ahlâk aşısı zerk edilmiştir. Osmanlı’nın şehre verdiği değer, kadim tarihini koruma konusundaki hassasiyetinden de açıkça anlaşılmaktadır. Fethedildiğinde harabe hâlinde bulunan şehrin imar ve kalkınma hamlelerinin ardından abat olduğu hakikati Hristiyan tarihçiler tarafından da açıkça yazılıp çizilen hususlardandır.
İstanbul’dan bahsedildiğinde Ayasofya’yı anmamak olmaz. Fatih Sultan Mehmed Hân Salı günü girdiği Ayasofya’nın şirk unsurlarından arındırılıp mescide dönüştürülmesi emrini vermiştir. Üç gün içerisinde temizlik tamamlanıp minber ve mihrap ilâve yapılmış ve 1 Haziran’da hutbe irat edilip Cuma namazı kılınmıştır.[9]
Milâdî 21. asırda; i‘lâ-yi kelimetullah davası, fetih ruhu, Ebû Eyyûb el-Ensârî Haretlerine bihakkın mihmandarlık, İstanbul ve Ayasofya bizlere emanettir. Bu emanetlere sahip çıkmak -gücümüz nispetinde- hepimiz için temel bir mükellefiyettir.
[1] Şemseddîn Sâmî, Kāmûs-i Türkî, trc. Heyet, İdeal Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2011, s. 758; Mustafa Fayda, “Fetih”, DİA, 12/467.
[2] Nebi Bozkurt, Mustafa Sabri Küçükaşcı, “Mekke”, DİA, 28/572.
[3] Kāmûs-i Türkî, s. 754 ve 758.
[4] Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, thk. Şu‘ayb el-Arnavut, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2001, 31/287, No. 18957.
[5] Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin vefat yaşı ile ilgili olarak genellikle “seksen yaşlarında” olduğuna dair söylemlerde bulunulur. Konuyla ilgili müstakil araştırmalarda, 90 yaşının üzerinde (95 yaşlarında) vefat ettiği tespit olunmuştur. Detaylar için bkz. Ünal Kılıç, “Ebû Eyyûb el-Ensârî ile İlgili Yanlış Bilinen Doğrular”, 12. Uluslararası Eyüp Sultan Sempozyumu Tebliğleri, Eyüp Belediyesi Kültür Yayınları No. 81, İstanbul, 2016, s. 254.
[6] Ömer Nasuhi Bilmen, Sûre-i Feth Tefsîri İ‘tilâ-yı İslâm ile İstanbul Tarihçesi, s. 4.
[7] M. Ertuğrul Düzdağ, “456. Mesele”, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1972, s. 104; Hikmet Kıvılcımlı, Fetih ve Medeniyet, s. 12.
[8] Tahsin Ünal, Fatih ve Fetih, Berikan Yayınları, Ankara, 2. Baskı, 2007, s. 65.
[9] Kadir Mısıroğlu, Osmanlı Tarihi, Sebil Yayınevi, İstanbul, 2. Baskı, 2014, 1/361, 383.
Cevapla