IŞİD, vurmaya başladı başlayalı lehinde de aleyhinde de pek çok şey söylendi, hâlâ da söylenmekte. Hilafet ilanından fıkhına ya da fıkıhsızlığına, İslâm dışı bir proje oluşundan ihanetine kadar geniş, adeta sınırsız bir çerçevesi var IŞİD değerlendirmelerinin. Batı dünyası, IŞİD’in hareket tarzını, 11 Eylül saldırıları ve öncesi ya da sonrasında yaşanan birtakım olaylardan sonra yaptığı gibi, kurgulayarak yaymış olduğu İslâmofobi propagandasına malzeme kılarken, bu malzemeyi zaman zaman onların diliyle değerlendiren bazı yazar-çizer kısmını da görebiliyoruz ülkemiz medyasında. Sözünü ettiğimiz bilgi ve tavır kirliliğinin münhasıran memleketimizdeki önemli bir sebebi de, yazar-çizer taifesinin bu konudaki bilgisizliği ve slogandan öteye geçmeyen ve günden güne hatta aynı gün içerisinde farklılık gösteren söylemleridir şüphesiz.
Alimlerden oluşan bir şûra olmadan, ulemâdan müteşekkil bir şûra tarafından karar verilmeden sadece bir zümrenin çıkıp da silahlı organlarıyla oluşturduğu küçük bir azınlığı merkeze alarak hilâfet ilan etmesi hem de akide hem de fıkıh zemininde son derece problemli bir oluşumun böyle bir işe kalkışmış olması, İslâm Dünyasının iç dinamiklerinin mukavemetinin de ne denli zayıf olduğunun açık bir göstergesidir aynı zamanda.
Akide ve fıkıh yönünden ana gövdeden tartışmasız kopmuş, ümmetin tevârüs etmiş olduğu ahkâm yerine, kıyamet alametleri merkezli kurgusal, apokaliptik fetva yahut çıkarsımalara dayanan bir hukuk ya da hukuksuzluğu esas almış, tekfir mekanizmasını adeta bir tabanca, bir silah mekanizmasına dönüştürüp de, kendisi ve unsurları haricinde kalanları kendilerini İslâmiyet’e nispet etmelerine rağmen, fıkhın gerektirdiği, -kendilerini nispet ettikleri İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye [1] gibi zatlar da dahil olmak üzere- te’vil anlayışını da kapsayan ahkamın dışına çıkarak tekfir eden ve haricindeki dünyayı adeta, cahiliye dönemi arap yarımadası gibi ğayr-i İslâmî/müşrik/mürted gören, dolayısıyla onların canını, kanını, hanımını ve malını helal telakki eden bir zümreden bahsediyoruz. Hareket yönü ve hilâfet sevdası da bu bakış açısının bir ürünüdür.
IŞİD’in fıkhına biraz daha yakından baktığımız vakit, kıyamet fıkhı dediğimiz, fiten rivayetlerine, bu alana müteallik ahbara yönelik marjinal bir fıkıh ortaya koyduklarını görürüz. Bu IŞİD’e has bir durum da değildir. İmâmet teorisi ve Mehdiyet vurgularıyla benzer bir tavrı Şiiler de sergilemektedir, benzer durumu İbn Meymun’un esaslarını belirlemiş olduğu anlayıştan sıyrılıp kopmak suretiyle kıyamet alametleri haberlerine tutunup keyfi bir pratik fıkıh üretmiş –bilhassa İsrail odaklı politika üretip faaliyet gösteren Siyonist- günümüz Yahudilerinde de görebilmek mümkündür.[2] Dolayısıyla, Eski Ahit’teki birtakım emirlerden yola çıkarak; “sizin kitabınızda şunlar şunlar varken ey Yahudiler siz ise şöyle şöyle yapıyorsunuz!” vb. gibi söylemlerle onları eleştiriye yönelmek, söz konusu değişim/dönüşüm bağlamında karavana sallamak olmakta, hedefe varmamaktadır.
IŞİD’in hilafet ilanından sonra gerek ülkemizde gerekse de İslâm dünyasında aktüalitesini yeniden kazanan bir hilafet karşıtlığı da bugün mevzu bahis. IŞİD’in hilafetinin fıkhi olarak bir zemininin bulunmadığını söyleyerek bu kurumu kabul etmek suretiyle IŞİD merkezli bir tenkit tavrı geliştirmek farklı bir şey, IŞİD’in bu iddiası üzerinden hilafet kurumunun bir kurgudan, bir hurafeden ibaret olduğunu, pratikte uygulamasının imkânsız olduğunu söylemek, başka bir şeydir.
Bize lazım olan her şeyden evvel, bünyenin ayakta duruşunu gerçekleştirecek omurgaya sahip olmak ve bir mü’minin sergilemesi gereken tutumu istisnasız hemen her konuda olduğu gibi, hilâfet kurumunun sûbutunu ortaya koyan tavrı kararlılıkla sergileyebilmektir. IŞİD üzerinden yeniden yumuşak karına dönüştürülmüş olan Hilafet kurumunun ne olduğunu, ne olmadığını, ne olmayacağını söylemek, doğru ile eğriyi, yanlışı birbirinden tefrik edip hakkı söylemek, bizim boynumuzun borcudur. IŞİD üzerinden inkâr kokulu, sloganik ve peşinci söylemlerle hilafet kurumunun zâtını hedef alanlara bu boş alanı bırakmamak, bu kurumun kurban edilmesine müsaade etmemek gerekiyor.
IŞİD merkezli tartışmalarda, ortaya koyulan fikrî tenkitlerin ironiden öte henüz geçememiş olması ve ilmî tenkitlerin de sesi yerinde, detaylıca ortaya konulamamış olması kafa karışıklığının devam etmesinin en önemli sebebi… Kısa bir süre önce âlimlerden müteşekkil bir grup, ABD-İslâm Dünyası İlişkileri Konseyi öncülüğünde sayfalar süren bir manifesto yayınlayarak bu meseleye bir nebze de olsa cevap vermeye çalıştılar.[3] Bu cevap da, IŞİD’in anlayış ve faaliyetlerinde hakemliğine başvuracağımız usûl bağlamında, maalesef bazı problemleri ihtiva etmektedir.
Müslüman Alimler Birliğine gelince… Bu birlik, hayırlı ve güzel işlere imza atıyor, bu bir tarafa, IŞİD meselesiyle ilgili yaklaşımı üzerinden konuşacak olursak; zaman zaman yapmış olduğu açıklamalarda ve vermiş olduğu demeçlerde IŞİD’in fıkıh coğrafyasındaki konumunu tespit edip de eleştirirken ne kadar masum, bunun da tartışılması gerekmiyor mu?
Söz gelimi, bu kurumun bazı üyeleri hatta başkanı konumundaki Yusuf el-Karadâvî’nin bizzat kendisi yeni bir fıkıh anlayışını, kolaylaştırılmış fıkıh anlayışını savunmaktadır. Bahsi geçen kurum bünyesinde daha farklı düşünce yapısına sahip ilim adamları da yer almaktadır.Oyup da yerini güzelce hazırlamışken taşı gediğine oturtmanın tam zamanıdır… Dört Mezhep imamı başta olmak üzere, Ashab veya talebeleriyle hemhal olmuş müctehid ulemadan, görüşleri bize bütüncül olarak ya da parçacı olarak sağlıklı (sahîh) bir şekilde ulaşmış müctehidlerin görüşlerinin ve usûlünün dışında yeni bir fıkıh ortaya konulması kabul edebilir bir iş, ya da en azından denenebilecek bir iş ise o halde, söz konusu kolaylaştırılmış fıkhı savunan kimselerin savunduğu yapı ile, IŞİD’in kıyamet haberlerini merkeze alarak savunduğu ve de –güç yetirebildiği oranda- uygulamaya koymuş olduğu –yeni olarak nitelendirilebilecek- yapının, ümmetin asırlar boyunca benimsemiş olduğu ana yapının hakemliği karşısındaki konumu ve durumu ne olacaktır, her iki teklif acaba nerede duracaktır?[4]
Yücel Karakoç
Cevapla