Cennet vatanımızın, İslâmı referans alarak yaşama gayretinde olan mukaddesâtçı bir ferdi ve bu toprakları vatan yapmış ecdâdının maddî ve manevî emanetlerine sahip çıkma noktasında kendine, hedefleri itibariyle iddiâlı, ama esasen mütevâzî roller biçmiş dertli bir evlâdı olarak, pek de iç açıcı olmayan memleket ahvâline dâir ardı ardına bâzı süâller sormak istedim. Zirâ doğru süâl tevcîh etmenin meseleleri vuzûha kavuşturma bakımından en kestirme ve müessir yol olduğunu, bu metodun problemin tam ve net olarak tespitini sağlayarak çözümü ziyâde kolaylaştırdığını ilmî mesailerim esnasında tecrübe etmiştim. Fakat bunun da ciddi bir alt yapı gerektirdiği ehlince malumdur ve anlamlı soru sormak keskin zeka ister. Aslâ böyle bir alt yapı ve dirâyet iddiâsında bulunmadan müşterek dertlerimize dâir kendimce ehemmiyetli bulduğum bazı süâlleri ve bu süâller vesîlesiyle söylenmesi gerekenleri bu sütuna not düşmek istedim.
Zâhirî idrak vâsıtalarımızın ihtisâslarını ve aklımızın mâkûlât dâiresindeki kavrayışlarını ilme; ilmi, eşyâ ve hâdiseleri mebâdî ve makâsıdı itibâriyle îzâh ve tafsîl eden yakînî bir îmâna; îmânı, amel ve aksiyona kıvâm ve istikâmet veren köklü bir fikre; fikri, insan ile eşyâ arasındaki fıtrî ahenk, estetik ve bütünlüğü aksettiren yüksek seviyede bir sanata terakkî ettirmedikçe öncü medeniyet hamlesi yapmak mümkün olabilir mi? İlim, îmân, fikir ve sanat derecelendirmesiyle zikretmeye çalıştığım ferdî ve ictimâî tekâmül vetîresinin nihâyet bulup tüm ihtişâmıyla tecellî ettiği zamanlar hep mazî mi oldu? Millî manevî kimliğimizi bize tekrar hangi keşf-i kadîm hareketi bulduracak? Bu hususlara dâir devlet nezdinde projeler hazırlayan ilim adamlarından, sosyologlar ve mütefekkirlerden müteşekkil heyetler var mı? Ya da tüm bunlardan önce bizim böyle bir derdin ızdırâbını duyan, çilesini çeken, sancısıyla kıvranan münevverlerimiz ve onlarla istişâreyi elzem addeden ferâsetli siyasetçilerimiz bulunuyor mu? Milletimiz için bugünlerin istikbâl adına işâret ettiği maddî-manevî krizleri tahlîl ve teşhis masasına yatıran, vicdânından ve hakîkatin âlî hatrından başka hiçbir tazyîke boyun eğmeyen, politik yâhut bürokratik hiçbir makâma teslîm olmamış hakîkatperest münevverlerimiz nerede? Kimler?
Eskilerin ehl-i hall ve’l-akd dedikleri, cemiyetin kalbini dinleyen ve mâşerî vicdânın sesi, kıymet hükümlerimizin muhâfızı olan âkil adamlarımızı bilen gören var mı? Tek vasfı tesâdüfî bir şöhret, yegâne işi popilizm bataklığında eyyamcılık olmayan; umûmen kabul görmüş ve hattâ bu kabul üzerine kabuk bağlamış yanlışlara “yanlış” diyebilecek ve statükocu ve inatçı kalabalıklara “bu tuttuğunuz yol yol değil” sedâsıyla haykırabilecek şahsiyetli dâvâ adamları yetiştirebiliyor muyuz?
Maârife, edebiyata, sosyal politikalara, milletçe tâkip ettiğimiz siyâsî çizgiye istikâmet vermek; ülkesinin, milletinin, dünyânın târihini asgarî kifâyet derecesinde bilerek istikbâli insanlık adına felâket değil saâdet yolculuğuna dönüştürmek için gecesini gündüzüne katan ve bize yeni fetih ufukları tâyîn eden münevverlerimizin sesi niye kısık?
Ne cevap verilebilir sizce bu sorulara? Varlar ve bir yerlerde çalışıyorlar diyebilir miyiz? Yoksa şuursuzluk, programsızlık, usulsüzlük ve sâhipsizlik yüce istîdâtları cüceliğe mahkûm edip târihin çöplüğünde öğütüyor mu?
Âcizâne kanâatim, millet olarak yaşamakta olduğumuz medeniyet krizi, kültür buhrânı ve kimlik bunalımının coğrafyamızı her türlü müspet inşâî teşebbüsler için nâmüsâit hâle getirdiğidir. Millet olamayışımız, millî projeler geliştirmemize, millî hedeflerimizin olmayışı insanlık târihine müspet katkı verebilmemize mânî olmakta. Kendi içimizde oluşturulan sun’î kutuplar arasında bitmez tükenmez bir harp hâlindeyiz. 750.000 km2 lik bir istismâr alanının etrâfında hırlaşan köpekler gibi mütemâdiyen iktidar mücâdelesi veriyoruz. Müşterek tehassüs ve tefekkür imkânı veren ortak köklerle irtibâtımızın zayıflığı, bodur ağaç seviyesini bizim için kaçınılmaz kılıyor. Çınar olamayışımız bu sathîlikten ve parçalanmışlıktan. Mâruz kaldığımız içtimâî ameliyat asliyetimizle râbıtamızı sağlayan ve bizi muhkem yapan husûsiyetlerimizin tüm köklerini kurutmuş. Yani her şeyden önce bu kimlik bunalımı ve medeniyet krizine çözüm bulmalıyız. Bu meyânda esâsen ilk önce cevaplanması gereken en hayâtî soru “biz kimiz?” Batı hayranlığı ile başlayıp devlet-i âliyyenin son iki asrına damga vuran ve nihâyetinde bütün bünyeyi sararak onu yere seren habis ur: Asliyetinden ve kimliğinden utanma. Bu uru tedâvi etmedikçe bize gün yüzü yok. Avrupanın coğrâfî keşifler ve sömürgelerle elde ettiği zenginliği ve teknik sahâdaki ilerlemesi karşısında duyduğumuz o târifsiz, o dipsiz aşağılık kompleksiyle âidiyetlerimizden bizzât istifâ ettiğimiz için Müslümanlığından utanan nesiller türedi topraklarımızda. Bu hilkat garîbelerine sabırla asliyetimizi anlatmalıyız ki, birkaç batın sonra bir diriliş ihtimâli doğsun. Heyhât ki, hâlâ ameliyat masasında ve yarı baygın hâldeyiz.
Bu netîcenin sebepleri hakkında daha çok söz edilebilir tabî ama mutlak olan bir hakîkat var ki, o günlerden beri her şeyimiz yarım ve yavan, her hâlimiz gevşek ve intizamsız. Kemâlât-ı insâniyemizin tahakkuk ve inkişâfına çok uzağız. Üç asırdır ne bilgide, ne fikirde, ne sanatta bir orijinalitemiz var. Gördüğümüz her fennî terakkinin kötü bir taklitçisiyiz ve süratle ilerleyen bu maddeperest hayat nizâmının eteklerinden yapışmış oraya buraya savruluyor, sersemliyor ve ölümle tek tek hazin bir boşluğa düşüyoruz. Doğu ile batı arasında gönül köprüleri kurmuş, garba feyz ve ruh taşımış insanımızı, paraya tahvîli mümkün olmayan hiç bir bilgi, düşünce ve faâliyete kıymet atfetmez robotlara çevirdik. Ebedî saâdetin değil, fânî hazların müşterisiyiz. Bu sebeple mütedeyyin/muhâfazakâr olanımız ile seküler/dünyevî olanımız arasında fiilî noktada tebellür etmesi gereken farklılıklar neredeyse hiç göze çarpmaz oldu ve daha kötüsü bunu kanıksadık.
Etiketler zemininde farklı, kumaş cihetiyle aynıyız. Modernite afyonu hepimizi refâh, lüks ve keyif düşkünü yapmış. İstesek de doğrulamıyor, bir türlü silkinemiyoruz. Şahsiyet, ciddiyet, îtidâl ve îtimât müzmin kayıplarımız. Türk-İslâm sentezinin ferd ve cemiyet, tâlîm-terbiye, kültür-sanat mecrâlarında mükemmelen husûle getirdiği büyük medeniyet nişâneleri sadece târihî eser artık. Ne yapsak eski ihtişâmı yakalayamıyoruz. Bir Selimiye daha yapılamıyor. Bir Ebu’s-suûd, bir İbn-i Haldun yetişmiyor. Fuzûlî/Bâkî gelmiyor. Terkîbimize batı taklitçiliği zehrini katalı beri; bir başka ifâdeyle Müslüman doğu ile Hristiyan batı arasında kimliksizlik tercihi yaptık yapalı ilmimiz de tefekkürümüz de kültür ve sanatımız da keyfiyet ve kıvâmını yitirdi.
Kocatepe Câmîinde kalite ve beceriden yoksun şark taklitçiliğimiz, olur olmaz her yerde sivrilen eğreti gökdelenlerde bitmeyen garp hayranlığımız var. Fakat biz yokuz. Sâdelik içinde heybet, tevâzû zımnında vakar yok. Heyecân ve coşkuyu îtidâl ve sekînet ile demleyen hezarfenlerimiz, hocalarımız yetişmiyor. Hammaddesini ilimden, işleyişini derûnî îmân ve incelikli fikirden, süsleyişini rûhunun yüksek estetik zevkinden alıp tüm bunları bir terkip potasında eriterek bütün beşeriyete sanat olarak sunan doğurganlık ve cömertliğimize biz bile hasretiz. Şimdi evde hır gür, sokakta it kopuk, işte üç kağıt, cemiyette hayt huyt ile meşgulüz. Tam bir tefâhur ve tekâsür ve hattâ tegâbün müptelâsıyız. Şehirleşme tarzımızın belirleyici faktörü rant. Büyüme planlarımızın yegâne mîyârı ekonomi. Gelişme hamlelerimiz sadece teknik ve refâha endeksli. İnsanı salt cismâniyeti ile ele alan fiilî bir pozitivizm yaşıyoruz. Vicdâna, ritüellere ve belli zaman dilimlerine hapsetmiş de olsak netîcede bir din ile tedeyyün ederek bu fıtrî ihtiyâcımızı da gideriyor olmaklığın verdiği rahatlıkla maddeye daha sıkı konsantre olabiliyoruz. Maârifte en yüksek puanlar fen ve mühendislik sahâlarında. Târih, hukuk, sosyoloji, psikoloji, dil, edebiyat, sanat yüksek ücret vaâd eden bölümlerden arda kalan vasat zekâ profillerinin diploma temin mercîleri. Sonra serbest piyasa şartlarında ölümüne rekâbet. Ama doymak için değil; en güçlü olmak için, hep güçlü kalmak için.
Şimdi insanların motivasyonlarının bunlardan ibâret olduğu bir dünyâda mûsikî, hat, tezhip, minyatür, ebru, resim, kakma, çini yaşar mı? Ahşap, dokuma, süsleme sanatları rağbet görür mü? Târihe, şiire, edebiyata, sosyolojiye, felsefeye bir ömür vakfedilir mi? Ancak bir nebze mîmâri. O da sanat olarak değil, İnşaat Mühendisliği ve müteahhitlik düzeyinde bir zenginleşme vâsıtası olarak.
Ecdadın çil çil kubbeler serptiği, îmân ve mefkûresinin mührünü; saraylar, camiler, mescitler, külliyeler, vakfiyeler, medreseler, çeşmeler, imâretler, hanlar, hamamlar, çarşılar, arasta ve bedestenlerle bir muhteşem sanat eserleri manzûmesi olarak vurduğu Târihî Yarımada, Üsküdar, Beyoğlu şimdi bir betonarme çöplüğü. Nefes alamaz hâlde.
İlk dört asrı îtibâriyle üç kıtadaki tebaasına husûsiyle adâlet ve medeniyet planında dünyâ târihinin en mütekâmil devlet tecrübesini yaşatmış olan Devlet-i Âliyyeyi bir Türk devleti olarak görmekte ve ecdâdımız olarak kabul etmekte tereddüt gösteren neseb-i gayr-ı sahîh nâdânların çarpık ve köksüz ideolojileri hâlâ hâkim ideoloji. Bu sebeple tüm dünyanın gözleri önünde kendi çıkarları uğruna oluk oluk Müslüman kanı akıtan Batı, bizim için hâlâ “muâsır medeniyetler seviyesi” olarak kızıl elma. Okullarımızda okutulan târih, devrim şartlarında kaleme alınmış, kurucu ideolojinin kendini parlatma ve geçmişi inkâr siyasetiyle yazdırdığı, sahte kahramanlık masallarıyla dolu yalancı tarih. Kronolojisinden başka hiç bir siyâsî ve sosyolojik verisine îtimâd edilemeyecek bu muharref târih müktesebâtımızla bir millî târih şuurunun ne ihyâsı ne inşâsı mümkün.
Bin yıllık Türk-İslam medeniyetini ve kültür müktesebâtını daha geçtiğimiz asrın ilk çeyreğinde temelleri atılan ve hâlen istiklâl mücadelesi verdiği ortada olan küçük bir ulus devletin tesîsi adına inkâr etmek ne derin bir gaflet. Evet bu ülke bizim de peki bu târih kimin? Tüm dünyânın topyekün saldırılarına rağmen bir türlü alternatif olma potansiyeli yok edilemeyen İslâm dünya nizâmının bayrağı hâlâ kimin elinde?
Kim olduğumuza bir karar vermez ve buna göre millî iç ve dış politikalar üretmezsek ferdiyetlerimiz gibi milletimiz de bir gün topyekün ademe mahkûm olacak. Fakat heyhât ki umursayan yok. Biz bize uygun görülen oyuncakların başında kavgadayız.
Bir müşterek târih olmadan millet olunamaz. Peki dil? Lisân meselesi başlı başına bir garip dâvâ. 50 yıl evvel kaleme alınmış eserleri doğru anlamaktan âciz, 300-500 kelime ile konuşan sığ bir nesil yetiştirdik. Sâdeleştirme adı altında dile yapılan müdâhaleler eserlerde ne ruh ne muhtevâ ne de edebî zevk bıraktı. Bin küsür yılda îtinâ ve hassâsiyetle kemâl seviyelere ulaştırılmış ilmî ve edebî mîrâsı reddedip, bir gecede câhilleştirdiğiniz milletle yeniden vâr olma mücâdelesine kalkışırsanız her sahada geriye düşmek elbette kaçınılmaz olur. Osmanlı son devir âlimlerinin ilmî seviyesi bile bize nispetle yedinci kat semâ. İslâmın yazısından da kurtulalım diyenler bizi köksüz, târihsiz ve hattâ kimliksiz bıraktı. Nasıl oldu da bu cinâyet işlendi mevzûsunun tahlîli bu yazıyı mecrâsından çıkartacağı için sâdece enkâzı resmedip geçiyorum. Bu harâbeye bakan selim fıtratların, nâmuslu vicdanların dillerinden kendiliğinden dökülecek tek cümle: “Asil milletime bu zulmü nasıl revâ gördünüz?” olmalıdır. Lâkin kaçımız bu cinâyetin farkında?
Bir memlekette siyâset yapanlar, hükûmet edenler sâdece büyüme rakamlarını, cârî açık verilerini, ithâlât-ihrâcâtı, kişi başına düşen millî geliri, asgarî ücreti, yabancı yatırımcıyı, döviz girdisini konuşur, tüm mesâisini iktisâdî kalkınma ve millî savunma stratejilerine sarf ederse, o insanlar makinalaşır, ruhsuzlaşır. Rûhunu kaybeden insan hayâta ve eşyâya ruh veremez. Her şey mekanikleşir ve fabrikasyona yönelir.
Taşı sabırla gergef işler gibi işleyen sanatkârlar; geniş ve yüksek kubbelerde sadrının ve ufkunun genişliğini ortaya koyarken, heybetli kapılarda tevâzû ve mahviyeti, muhkem sütunlarda sağlam esaslara bir ve beraber olarak istinâd etmeyi anlatan mîmârlar; tabiî mecrâsında evrilip giden sokakların sırtını birbirine dayamış sâde şirin evlerinden, baba yâdigârı atölyelerine yürüyerek giden ve kût-u lâyemût ile yaşasa da zanâatini terk etmeyen derviş meşrep insanlar çıkmaz olur.
Câmînin hizmetlisi meşveret edilecek akl-ı selîm bir imam değil; sade maaşla namaz kıldırıp mevtâ defneden bir devlet memûru görülür. Dedeler ve hattâ babalar sosyal verâsetimizin nâkili bir ibretlik hazır tecrübe kaynağı değil, önceki kuşağın mızmız ve çağ dışı kalıntıları telakkî edilir. Sâdece çocuk doğurmak annelik olmaya yetseydi onu da yazardım ama maalesef “ANNELİK” modern hayat uğruna hevesle harcadığımız en büyük değerimiz. Bu durum ise artık üzerine yazılacak değil sadece ağlanabilecek kadar geri döndürülemez bir noktada.
Bir insan ve İslâm medeniyetini îtinâ ile yıktık veya daha iyimser olmak gerekirse yıkmakla meşgûlüz. Tüm insanlık bizde sığ maddecilikten çıkış umûdu vehmederken, biz pervâsızca onları hasta eden ölümcül virüslerin deney tüpleriyle oynuyor ve tek necât yolu olan bu kollektif umûdu tüketiyoruz.
…783.000 km kare, düz hesap 780.000.