Kehf Sûresi’nde, Hz. Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s) arasında geçen, hikmetini yalnızca Yüce Rabbimizin bildiği bir hâdise anlatılmaktadır. Rasûlullah (s.a.v)’in bu hâdiseye dair verdiği tamamlayıcı bilgilere göre, bir gün Hz. Mûsâ (a.s) İsrâiloğulları’na hitap ederken kendisine, “İnsanların en bilgini kimdir?” diye sorulur, o da “Allah bilir” demesi gerekirken “benim” diye cevap verir. Bunun üzerine yüce Allah ona, “İki denizin birleştiği yerde bir kulum var. O senden daha bilgindir” diye vahyeder. Hz. Mûsâ (a.s), “Rabbim, onu nasıl bulabilirim?” deyince de Yüce Allah, “Bir balık al, sepete koy; balığı nerede yitirirsen işte kulum oradadır” diye cevap verir.
Mûsâ (a.s), emredileni yapıp yardımcısı Yûşâ b. Nûn ile birlikte yola koyulurlar. İki denizin birleştiği yerdeki bir kayanın yanına geldiklerinde başlarını koyup uyurlar. Balık sepetten atlayıp denizde yüzmeye başlar. Uyandıktan sonra Yûşâ, balığın kaybolduğunu fark eder, fakat Hz. Mûsâ’ya haber vermeyi unutur. O gün ve bütün gece giderler. Sabah olunca Hz. Mûsâ (a.s) yardımcısına, “Yiyeceğimizi getir. Gerçekten yolculuğumuz yüzünden yorgun düştük”[1] der. Yûşâ bir gün önce kayanın dibinde uyuyup uyandıklarında balığın kaybolduğunu fark ettiğini, ancak durumu Hz. Mûsâ’ya haber vermeyi unuttuğunu söyler. Hz. Mûsâ (a.s), “İşte bizim aradığımız yer orasıydı”[2] der ve hemen geri dönerler, uyudukları yere gelerek Hz. Hızır (a.s) ile buluşup tanışırlar. Hz. Mûsâ (a.s), Hz. Hızır’a ondan ilim öğrenmek için geldiğini söyleyince, Hz. Hızır “Sen benimle beraberliğe sabredemezsin”[3] der. Mûsâ (a.s) da “İnşallah, beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem”[4] diye cevap verir[5] ve Hz. Mûsâ ile Hz. Hızır’ın yolculuğu başlar.
Yüce Allah’ın hiçbir işinin hikmetsiz olmadığı gibi, bu yolculukta yaşananlar da hikmetsiz değildir. Bu hikmetlerden bazılarını şu şekilde zikredebiliriz:
- Bir kimsenin, fazilet bakımından kendisinden daha aşağıda olan birinden ilim öğrenmesi garipsenmemelidir. Nitekim ‘‘Ulu’l-Azm’’ peygamberlerden olan Hz. Mûsâ (a.s), peygamber olup olmadığı ihtilaflı olan Hz. Hızır (a.s)’dan ilim öğrenmeye tâlip olmuş ve bunun için bütün ceht ve gayretini ortaya koymuştur.
- Ne kadar meşakkatli olursa olsun, ilim talebinden ve ilim uğruna yolculuk yapmaktan vazgeçilmemelidir. Zira Hz. Mûsâ (a.s), ilim öğrenmek uğruna çok meşakkatli olacağını bildiği bir yolculuğa çıkmış ve: ‘‘Ta iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar yahut (bu yolda) senelerce yürümedikçe durup dinlenmeyeceğim”[6] buyurarak tabiri caizse ‘‘Her ne pahasına olursa olsun, ben bu yoldan dönmeyeceğim’’ demiştir.
- İlim talebinde karşılaşılan engelleri aşmak için sabırlı olmak ve hocaya itaat etmek gerekir. Zira Hz. Mûsâ (a.s), ilim talep etmek uğruna ‘‘İnşallah sen beni sabreder bulacaksın. Senin sözünden dışarı çıkmam’’[7] diyerek, gerekli olan dirâyeti göstermiştir.
- İlim tâlibi, hocasına karşı son derece alçak gönüllü ve mütevazı olmalıdır. Hz. Mûsâ (a.s), kendisinden ilim öğrenmek istediği Hz. Hızır’a son derece nazik ve alçak gönüllülükle şöyle demişti: ‘‘Senin öğrendiğin doğruya ulaştıran bilgiden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?’’[8] Burada ilim öğreneceği hocasına son derece saygıyla yaklaşmış ve onun rızasını almak istemiştir. Buradan, âlimlere saygılı olmamız gerektiğini anlıyoruz.
- İlim tâlibi, ilme karşı hırslı ve istekli olmalıdır. Zira Hz. Mûsâ (a.s): ‘‘Bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı’’[9] derken هَلْ اَتَّبِعُكَ demiştir. Buradaki اتَّبَعَ [ittebea] fiilinin bulunduğu kalıp, mübalağaya delâlet eder. Bu da Hz. Mûsâ’nın, ilim öğrenmeye karşı ne kadar hırslı ve istekli olduğunu gösterir.
- İlim tâlibi, ilim öğrendiği kişiyi muallimi olarak kabul etmeli ve benimsemelidir. Zira Hz. Mûsâ (a.s), ‘‘Bana öğretmen için sana tâbi olayım mı?’’ derken, عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ ifadesini kullanmıştır. Buradaki تُعَلِّمَنِ ifadesi, Hz. Hızır’ı ‘‘muallim’’ olarak kabul ettiğini gösterir.
- Hoca, talebesini ilim yolunda karşılaşacağı zorluklara karşı uyarmalı ve haberdar etmelidir. Zira Hz. Hızır (a.s), kendisinden ilim öğrenmek isteyen Hz. Mûsâ’ya: ‘‘Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin, (iç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin?’’[10] diyerek, onu birtakım sıkıntılardan haberdar etmiştir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere Hz. Mûsâ (a.s), ‘‘İnşallah sen beni sabreder bulacaksın. Senin sözünden dışarı çıkmam’’[11] diyerek bu sıkıntıları göğüsleyebileceğini belirtmiş ve Hz. Hızır’a tâbi olmuştur.
- Talebe, hocasına karşı bir hata ya da kusur işlediğinde, derhal hatasını kabul etmeli ve özrünü belirtmelidir. Zira Hz. Mûsâ (a.s), ‘‘Unuttuğum şeyden dolayı beni azarlama ve işimi çıkmaza sokma!’’[12] diyerek, Hz. Hızır’a karşı özrünü beyân etmiştir.
- Hoca, talebesinin yaptığı ilk hatada ondan vazgeçmemeli ve hatasını telafi etmesi için ona fırsatlar vermelidir. Zira Hz. Hızır, Hz. Mûsâ (a.s)’dan ilk seferde vazgeçmemiş bilakis ona birkaç fırsat vermiştir.
- Hoca, öğrencisine zor ve kapalı gelen yerleri ona açıklamalıdır. Zira Hz. Hızır (a.s), yolculukları sona erdiğinde, Hz. Mûsâ (a.s)’ın iç yüzünü bilmediği olayları kendisine teker teker izah etmiştir.
- Dünya hayatındaki her olayda mutlaka bir hikmet olduğu bilinmelidir. Zira zahiren kötülük gibi görünen birçok olayın perde arkasında, insanların görmeyeceği hayırlar gizlenmiş olabilir. Hz. Mûsâ ile Hz. Hızır’ın yolculuğu bizlere bu hakikati öğretmiştir.
- Şeytan, bazen insana faydalı olan şeyleri ona unutturabilir. Zira Hz. Mûsâ (a.s)’ın yanındaki genç şöyle demişti: ‘‘Gördün mü, o kayanın yanında konakladığımız zaman balığı unuttum! Onu sana söylemeyi bana unutturan, şeytandan başkası değildir.’’[13] Görüldüğü üzere şeytan, insan için hayırlı olan şeyleri kendisine unutturarak, onu hayırdan vazgeçirmek ve mücadele etmekten yıldırmak ister. Ancak Hz. Mûsâ (a.s) ve yanındaki genç, hayrı aramaktan vazgeçmemiş ve geldikleri onca yolu geri dönerek amaçlarına ulaşmışlardır.
- Kötülük yapanlara dahi, imkân dâhilinde iyilik yapmak, âlim ve sâlih kulların özelliklerindendir. Zira Hz. Hızır (a.s), kendilerini misafir etmek istemeyen bir köyde, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı inşa etmiştir.[14]
- Çocukları vefat eden anne-babalar, bu kıssadan hisselerini çıkarmalı ve çocuklarının vefatının ardında kendileri için büyük hayırlar saklı olabileceğini düşünmelidir. Zira Hz. Hızır (a.s), küçük yaşta bir çocuğun ölümünü anlayamayan Hz. Mûsâ (a.s)’a bu ölümdeki hikmeti şu şekilde açıklamıştı: ‘‘Erkek çocuğa gelince, onun anne babası, mümin kimselerdi; çocuğun onları sonunda azgınlık ve nankörlüğe düşürmesinden korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.’’[15]
- Kul, hayırlı işleri Allah’a; kötü işleri ise kendi nefsine isnat etmelidir. Nitekim Hz. Hızır (a.s): ‘‘Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu delerek kusurlu hale getirmek istedim’’[16] diyerek, gemiyi kusurlu hâle getirmeyi kendi nefsine isnat etmiştir. Ancak babalarının definesine ulaştırılan gençler hakkında: ‘‘Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarsınlar’’[17] demiş ve ‘‘Rabbin istedi ki’’ buyurmak sûretiyle hayrı Allah’a isnat etmiştir.
Yüce Allah, kendi kitabının sırlarını en iyi bilendir.
[1] Kehf, 18/62.
[2] Kehf, 18/64.
[3] Kehf, 18/67.
[4] Kehf, 18/69.
[5] Kur’ân Yolu Tefsiri.
[6] Kehf, 18/60.
[7] Kehf, 18/69.
[8] Kehf, 18/66.
[9] Kehf, 18/66.
[10] Kehf, 18/67-68.
[11] Kehf, 18/69.
[12] Kehf, 18/73.
[13] Kehf, 18/63.
[14] Kehf, 18/77.
[15] Kehf, 18/80-81.
[16] Kehf, 18/79.
[17] Kehf, 18/82.
Cevapla