Yaşadığımız topraklarda, İslam dininin bizlere ulaşması için gayret gösteren, baskı ve tehdit ile sesleri kısılmak istenen büyüklerimiz gelmiş, geçmişler. Bu aziz insanlar, gördükleri zulüm ve baskıya rağmen, yılmadan, yorulmadan bu dini yaymaya çalışmışlar, bundan dolayı da bedel ödemişlerdir. İslam dinini ve bu dine ait tüm kurumları kapatarak, milletin kalbinden silmeye çalışanlar, gönüllere pranga vurulmayacağını ve Allah Teâla’nın rahmeti ve yardımı ile akıllara bile gelmeyen yerlerde İslam’ın sesinin yükseldiğini görmüşlerdir. Güzel bir örnek olması hasebiyle şu olayı dikkatlerinize sunuyoruz. Yazının sonunda ismi geçen büyüklerimizin aziz ruhlarına üç ihlas bir Fatiha göndermeyi unutmayalım.
…Yıl 1942 1943. Denizli’de, köylülerin çantalarında Risale’i Nurlar yakalanıyor. Gönenli Hoca’nın da çantasında yakalanıyor ve Gönenli Hoca’yı da köylüleri de tutukluyorlar.
Mahkemede, duruşma anında, tabii Said-i Nursi de orada. Köylüler, korkularından dolayı:
“Hâkim bey, bizim bu işten haberimiz yoktur. Bu kitapları çantamıza kim koymuşsa koymuş, biz bu işten haberdar değiliz!” diye ifade verince, Said-i Nursi epey üzülmüş bu duruma tabii.
Sonra sıra Gönenli Hoca’ya gelince, Gönenli Hoca, hâkime:
“Hâkim bey! Ben Said-i Nursi‘yi büyük bir İslam âlimi olarak bilir, sever ve sayarım. Risalelerini okuyup istifade etmek için aldım ve çok da faydalandım. Daha önceleri sadece ismini, resmini ve eserlerini biliyordum. Şimdi burada kendisini de görmüş olmaktan dolayı fevkalade bahtiyarım…” diyor. Bunun üzerine, Gönenli Hoca efendiye mahkûmiyet vermişler. Hapishanenin iyi niyetli müdürü:
“Hocam, size hangi koğuşta vereyim?” diye soruyor.
Gönenli hoca da:
“Beni, idamlıkların, canilerin, katillerin koğuşuna verin!” diyor.
“Hocam, bir yanlışlık olmasın?
“Hayır”, diyor Gönenli, “siz benim dediğimi yapın! Onların koğuşuna verin!”
“Peki, Hocam” diyor müdür, “madem böyle istiyorsunuz, öyle olsun” ve Gönenli Hoca’yı katiller koğuşuna gönderiyor.
Gönenli Hoca sonrasını şöyle anlatır:
“Koğuş, böyle ince ve uzun bir salon. Gardiyanın ben içeri sokmasıyla, şak diye kapıyı kapatması bir oldu. Kapı şak diye kapanınca, bütün azılı mahkûmlar, ellerinde şakşak tesbihleriyle bana doğru gelmeye başladılar. Sonradan öğrendim, hapishaneye düşen ve koğuşa giren her yeni mahkûmu, ya kendi isteğiyle kuzu kuzu, ya da zorla şerle, sille tokat soyar soğana çevirirler, evire çevire döverler ve sindirirlermiş.
Şimdi onlar, bana doğru hiç de güzel olmayan niyetlerle gelmeye başlayınca, hızla oradaki en yakın ranzaya gidip şöyle hafif çömelerek, sağ elimi kulağıma attım ve: “Lütfunda hoş, kahrında hoş” diye, başladım ben ilahiye. Ben ilahiye başladığım zaman, katiller, elleri havada, hiç kımıldamadan, adeta oldukları yerlere çakıldılar kaldılar.
Koğuşun sağında ve solunda altlı üstlü ranzalar var. Bir ranza da tam karşıda… O ranza, koğuş ağasının ve en yakın yardımcısının ranzasıymış. Yani tahtları!
Ben ilahimi bitirince, baktım, koğuş ağası bir işaret verdi etrafındakilere. Bir kaş göz işaretiyle, iki kişi geldi ve beni kollarımdan tutarak havaya kaldırdılar ve hızla o karşıdaki ranzanın üst katına, ağanın tahtına oturttular.
Ondan sonra, başlarında koğuş ağası, hep birlikte geldiler ve şöyle ranzaya yakın bir yerde durdular. Koğuş ağası, bana:
“Hocam!”, dedi,” Ben bu hapishanenin ağasıyım. Ben ne der, ne istersem o olur, burada. Şu andan itibaren benim akıl-fikir hocam sensin. Bundan sonra, sen ne dersen o alacak burada!
Şöyle bir baktım kalabalığa, hepsi de feleğin çemberinden çalkalanmış, kaza-kader köprülerinden aşağılara yuvarlanmış, dertleri zevk, belayı şevk edinmiş, cemiyet ve sistem kurbanları. Yirmi iki- yirmi üç yaşlarında bir babayiğit koğuş ağası. Şöyle baktım baktım:
“Peki, oğlum, hepimiz birer abdest alalım ve namazla başlayalım öyleyse!” dedim.
O andan itibaren, elhamdülillah namaza başladık, başlattık, ama bunun böyle koğuş ağası zoruyla olmayacağını bildiğim için, ders vermeye başladım ben. Ders yapıyoruz artık, yazılı ve sözlü ders. Okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğrettim Osmanlıca olarak. Küçük küçük kitapçıklar, ilmihaller meydana getirdik orada. Birçoğu zevkle şevkle, bir şeyler okudular, öğrendiler elhamdülillah.
Ondan sonra, onların pek çokları, yüce Mevla’nın izn ü keremiyle hapislerden, idamlardan kurtuldular da, Denizli civarındaki köylerinin imamları oldular. (Mustafa Özdamar, Gönenli Mehmed Efendi, s. 24-27)
“Her kaderin üstünde bir kader vardır.” denilir ya, işte herkesin bir hesabı, Rabbülalemin olan Mevla’nın da bir hesabı vardır. O’nun hesabı karşısında hiçbir hesap ve kitap tutmaz. O, kendine dost olanların yar ve yardımcısıdır. İlahi maiyet (beraberlik) sırrından nasip alanlar hiçbir zaman mağlup görünseler bile sonuç itibariyle kazanacak onlardır.
“Kim Müttakî olursa (yani ilahi sınırlar içinde kalmak suretiyle kendini ilahi azap ve gazaptan korursa) Allah ona daima bir çıkış yolu lütfeder ve onu ummadığı şekilde (maddi-manevi) rızıklandırır.” (Talak, 65/2-3) ayetinde beyan edilen sır, kıyamete kadar genel-geçer ilahi bir kanundur.
Gönlü Rabbine bağlı ve O’nun adına yeryüzünde iş gören kullarda farklı bir enerji ortaya çıkar ki o kullar bu Rabbani enerji sayesinde, değil insanları, vahşi hayvanları bile tesir altına alırlar.
“Kim Rabbine güvenip dayanırsa ise O ona yeter” (Talak 65/3) ilahi fermanı açıktır. Elverir ki, bu ilahi fermana tam manasıyla inanılsın ve o güvenle yola çıkılsın. (Âdem Ergül, Medeniyet Öncülerinden 365 Lider davranış, s. 55-58)
Cevapla