“Denizciler çoğalınca gemi batar” derler.
Söze konu olabilecek ‘Denizci’lerin günümüzde ne kadar arttığını hep beraber müşahede ediyoruz. Üzerine vazife mi değil mi diye düşünmeden, bu işe ehliyetli miyim diye sormadan, nefes nefese kalmadan, soğuk terler dökmeden, sorumluluk hissetmeden… yazıp çizenler, konuşanlar, anlatanlar…
Her alanın ilgilisi, o alanda “cahil bilgin”lerin sayısı hakkında şikâyetçi olduğu gerçeği bir tarafa, mesele “din” olunca bu denizcilerin sayısındaki artış şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Bir boşluğunu bulan dümene sarılmış, yüklenmiş kitleleri dalga duman demenden uzaklaşıyor selamet kıyısından, haktan, hakikatten.
Arıza, modern zamanların üzerimize sinmiş kötü adetlerinden birisi. Kendi içimize bakmadan, önce kendimizi kurtarmadan dünyayı kurtarmaya koyulmuşuz. Ancak ne yazık ki bu ne kendimizi kurtarmamızı sağlıyor ne de dünyaya hayırlı bir fayda sağlamaya yetiyor.
Makbul ve salih amelin “doğru bilgi” üzerine bina edilebileceği hakikatini hep gözden kaçırır olmuşuz. Yeteri kadar öğrenmek, öğrendiklerimizin de sağlam kaynaklardan tevarüs edilmiş olması kuralını ihlâl etmişiz. Okumanın, öğrenmenin “amaç” olduğunu varsaymış, niyetleri ihmal etmişiz.
“Yunus Emre’nin “ilim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır” beyti sıkça tekrar edilir insanlar arasında. Kendini bilmenin üzerinde özellikle durulduğu bu tekrarlarda, “ilim, ilim(i) bilmektir” kısmı çoğunlukla ihmal edilir. … Emaneti bilmeyenin, dolayısıyla kendini, insan olmaklığını bilmeyenin, okuyup durmasının, öze ilişkin pek bir anlamı yoktur. Çünkü kendinin farkında olmayan bir kişinin, tıpkı ağaç ve orman benzetmesinde olduğu gibi, okumalarından dolanarak kendisine varması çok zordur. Ya da daha çağdaş bir dille, bir kişinin, internette depolanmış trilyonlarca enformasyon/malûmât arasında sörf yaparak, kendi benlik sahillerine ulaşması, kendini bilmesi, kendiliğinin, insanlığının farkında olması olanaksız değilse de oldukça zordur.” [1]
İlim, bize kendimizi bildirmek, kendini bildikten sonra başkalarını aynı vesile ile aydınlatmak, ancak bunu yaparken şahsına pay çıkarmak, itibar kazanmak için değil, Hakk’ı bulmak, Hakk’ın razı olduğuna ulaşmak, ulaştırmak olduğunu akıldan çıkarmamak için vardır.
Ahir zamanın sarhoş zihinleri müktesebatı anlamak ve idrak etmek bir kenara, onun devasalığı karşısında ağzı açık kalıyor, ancak hakkında ileri geri konuşmaktan imtina etmiyor, ulu ruhları, kadim eserleri, Hakkın hatırını incitici tavır ile yeriyor.
Anlayacağınız, İslami ilimler alanında seviye ve ilim kaybı yaşanıyor. İnsanoğlunun kan kaybı mesabesindeki arızaları ümmet için doğuran bu seviyesizliğe uzaktan bakınca “Kur’an’a dönelim” çağrısı göze çarpıyor. Ancak ne yazık ki uzaktan duyulan bu sese yakından bakınca, “Kur’an Müslümanlığı” örtüsü atınca, ortaya çıkan şey kanı damarlarından çekilmiş bir beden oluyor. Görüyorsunuz ki, sünnetten ve sahabenin kavlinden, usulden ve nakilden yoksun, kaskatı bir “akıl yürütme”, cansız, ruhsuz bir anlayış karşınızda duruyor.
Elinde aldığı bir meal ya da hadis kitabı tercümesinden okuduklarını, aklına güvenerek, , hiçbir usule bağlı kalmak zorunda olduğunu düşünmeden yorumlayan İslami ilimler seviyesi ve “ilim sahipleri”ndeki arızayı biliyor olmamıza rağmen, problemin çözümüne dair sorulan sorulara sadra şifa bir cevap veremeyişimizin sebebi ne ola ki?
Hakikati bırakıp, batıla yelken açan gemicilerin bu hale düşmesinin sebebi belki dünyadan edinecekleri menfaatler, belki şirin görünme çabaları, belki nefis. Peki biz? Yani dur diyemeyişimiz, engelleyemeyişimiz? Bunca olumsuzluğa bu kadar rahat ayak uydurabiliyor oluşumuzu neyle açıklamalı dersiniz?
Ne demişti İbrahim b. Ethem Hazretleri, Abbasi Halifesi Ebu Cafer el-Mansur‘un “Ne var ne yok?” sorusuna cevaben;
Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz;
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz…
Dipnotlar
[1] İhsan Fazlıoğlu, Kendilik Üzerine Düşünceler, Anlayış Dergisi, Nisan 2010
Cevapla