“Dînimiz İslâm ve biz ondan râzıyız. Lâkin dinimizin ataerkil bir sosyal nizam inşâ ettiği kanaatine ve Müslüman kadının bu cemiyet içinde tâlî ve tâbî bir mevkide konumlandırılmasına karşıyız.”
“Nassların yanlış veya keyfî yorumlanmasından neş’et eden bir erkek egemen toplum modeli bu günün tahsil görmüş hiç bir ferdine dayatılamaz.”
“Geri planda olmayı ve her dâim tahakküm edilmeyi peşinen kabul etmiş bir yarı köle kadın, dinin kendine tahmil ettiği maddî/manevî vazifeleri de ifâ edemez.”
“Beşerî müştereklikler ve fıtrî farklılıklar birlikte değerlendirildiğinde hayat denilen bu mâcerada ve dünya diye tesmiye olunan bu mecrâda mutlak surette eşitiz ve iki cins arasındaki her nevi adâlet bu eşitlik zemininde mümkündür.”
“Siz kimsiniz ki bizim hakkımızda konuşuyor, değerlendirmelerde bulunuyor, bizi ilgilendiren meselelerde söz söylüyor ve bize bir yer tayin ediyorsunuz?
“Siz erkekler dininizin icâbâtını kâmilen yaşadınız da mı kendinizi, inancımızın gerekleri hususunda bize nasihat etme, bizden o gereklere riayet talebinde bulunma ya da bizi tahdit etme mevkiinde görüyorsunuz?”
“Mesele müslüman kadının dinin tarif ettiği çerçevede yaşaması ise din bize çocuk emzirmeyi bile farz kılmıyor. Nerde kaldı diğer işler? Biz erkeklerden dinin bu emrine inkıyâdı istesek acaba bizi ne kadar süre daha nikâhları altında tutarlar?”
“Biz çalışmayalım ve para kazanmayalım da böylelikle talâk hakkı da sizde olmakla bizi boşarsanız çoluk çocuk ortada kalırız korkusuyla her dâim size kul köle mi olalım? Üstüne üstlük yine de boşarsanız kaderimize razı olup sersefil hayat mücâdelesi mi verelim?”
“Siz istediğiniz gibi gezin, yiyin, için, eğlenin. Dünyanın tüm nimetlerinden müstefâd olun. Kendi paranızı kazanıp gayre muhtac olmamanın hürriyetiyle şişinin. Biz de evlerimizde oturalım, çocuklarınızın kakalı bezleri ve annenizin işgüzar müdâhaleleri arasında depresyona girip zamanınızdan ve kesenizden lütfetmenizi bekleyelim”
“Sokak ya da iş ortamı nasıl oluyor da bize mahzurlu sizin için mahzursuz oluyor? Mesele iffetse bu sizin için de söz konusu. Kur’an da böyle söylüyor. Biz modernleştik de siz Osmanlı mı kaldınız? Siz kendi îman ve amelinizin muhâsebesini yapın”
“Mîrasta yarı hisse takdiri, şâhitlikte bir erkeğe muâdil iki kadın şartı, haremlik/selâmlık kâidesi, ihtilât yasağı, halvet-i sahîha mahzuru, zarûrî durumlar hâriç evlerde oturma teşviki, hakîkî manası ve uygulaması ile tesettür emri, taaddüd-ü zevcât müsâdesi, talâk hakkından mahrumiyet, sefer mesâfesine mahrem refakati lüzumu, kocaya itâati terğib eden ayetler ve hadisler….Tüm bunlar arap örfünü merkeze alan târihî naslardır ve bize yani günümüze hitâp eden vechesi bu nasların arkasındaki evrensel ahlâkî ilkelerdir. Murâd-ilâhiye ters olan asıl durum; câhiliye devrine karşı başlayan islam inkılâbının bu noktada dondurulması ve tekâmül etmiş kadın şahsiyetinin bu merhaleye zorla mahkûm edilmesidir”
Hayât standardı ve tahsil durumu muhtelif seviyedeki Müslüman kadın şahsiyetlerin müşterek şikâyet noktalarını bu paragraflarda hulâsâ etmeye çalıştım. Târihselci ve aynı zamanda yoğun feminist argümanlarla dolu bir müslüman kadın zihniyetini tasvir eden bu tespit ve süaller annelerimizin pek gündeminde olmasa da eşimizin ve kız evlatlarımızın gündeminde ve hayli tesirli.
Görüldüğü üzere kimi sosyolojiyi, kimi psikolojiyi, kimi iktisadı, kimi direkt olarak akâid ilmini, kimi tamamını ilgilendiren fakat ortak olarak geleneksel İslâm tasavvur ve pratiğindeki kadın telâkkisine; bu telâkkî çerçevesinde kadına cemiyet içinde lâyık görülen statüye ve tahmil edilen vazîfelere dâir hayli kızgın bir îtirazlar dizisi ile karşı karşıyayız.
Bu îtirazlar tek tek ele alınıp cevaplandırılmalı mı yoksa bu sualleri doğuran fikrî zeminle ilkeler bazında mı hesaplaşılmalı karar vermekte zorlandım. Zira öyle bir metod tâkip edilmeli ki bu fikrî faaliyetten faydâ hâsıl olsun ve bana da hak olanın mübelliği olma noktasında bir ecir isâbet etsin. Bu tereddüdün nihâyetinde vicdânımda şöyle bir kanaat buldum: Mezkûr sualleri tevlît eden ârızalı zihnî arka plan sıhhate kavuşturulmadan bu problemlerle tek tek meşgul olmak beyhûde bir mesâyi olacak ve kimse yapılan îzahlardan mutmain olmayarak kendi sosyal mezhebi! üzere yoluna devam edecek. Bu sebeple sineklerin kıyımı ile uğraşmak yerine bataklığı üreten yanlış din algımızın köklerini tahlil etmeye karar verdim.
Evvelen ve âcilen şunu ifade etmeliyim ki; İslâmî bir ictimâî vasatta husûle gelmemiş sorunların mutlak surette islâma çözdürülmek istenmesi ve neticede arka plândaki sistemsel uyumsuzluk nedeniyle İslâm adına teklif edilen çözüm önerilerinin böyle bir ortamda yetersiz kalmasını tenkîde yönelmek hakkâniyetli ve insaflı bir tavır değildir.
Kur’an ve sünnetin hukukî ve ictimâî planda mehcur kılındığı, tüm benliğimizle Batılı tarzda bir hayat model ve telâkkîsine hicret ettiğimiz ortadayken bu zihnî dönüşümü hiç sorgulamaksızın ve bu çerçevede vâkî olan tecrübeyi peşinen doğru kabul ederek varacağımız nokta, İslam’ın sâde kadın ve aile meselesine müteallik emirleriyle değil esâsında tüm temel prensipleriyle kavgalı duruma gelmemiz olacaktır ve çoğumuz farkında olmasak da zaten öyleyiz.
Neredeyse tüm İslam âleminin cihat emriyle, tüccarın banka ve faizle, vârislerin mîras ahkâmıyla, kız çocuklarının mevcut şartlarda tahsil yapmasında kararlı velilerin ilgili naslarla, tesettür iddiâ edenin çarşafla, Kurâniyyûn akımının sünnetle, tarihselci tezin Kur’ân’ın modern akılla uyuşmayan ayetleriyle zımnî bir kavgası var maalesef.
Bu kavganın temelinde Batı tarzı düşünceye, hayat telâkkîsine ve hatta hayat tarzına hicretimiz var. Dolayısıyla bu süallerin hiçbiri İslâm’a içerden bir bakışa istinâd etmiyor. İslam’ı doğrunun, güzelin, hakk olanın, murâd-ı ilâhî olanın yegâne ölçüsü görmeyen bir perspektif bu. Sadece aklı bile değil, modern batı aklını iyinin, hayrın, hak ve adaletin mîyârı kılan bir kibir. Beşer aklının tekâmülüne ve tekemmülüne dayalı olan ve onu müstakil, şeriksiz ve alternatifsiz bir ölçü kılan gizli bir pozitivizm. Bir farkla ki İslâm onun temel ilkelerine dokunmadığı kadar doğru ve faydalı, bu prensipleri reddettiği kadar yanlış ve zararlı. Bu reddedişi hayatından bir şekilde çıkarmalısın ki mezkûr ölçülerle ferah ve refah içinde yaşayabilesin. İster sadece inan ama amelen terket, ister indirilmiş İslâm bu değil ,bize anlatılan şey yanlış yorumlara dayalı uydurulmuş İslâm de, ister bu ahkâm hak ama târihin o dilimine, coğrafyanın o mekân ve kültürüne ait de farketmez. Yeter ki modernite ile telifi kâbil olmayan nassı fiilen terket. Böylelikle dîni ve dînî olanı külliyen terk etmemiş de olmakla inanma ve mücerrede dayanma ihtiyacını da tatmin eder, izah edemediğin hadiseleri havâle edebileceğin ve böylelikle sükûnet bulabileceğin ve fakat pratik hayata müdâhale hakk ve şansını sıfıra indirdiğin bir din ile tedeyyün etmiş olursun. Netice olarak hem dünyalık olarak geride kalmaz, hem uhrevi olana ilgisiz durmazsın.
Hukûkî sonuç doğurucu her alandan el çektirdiğimiz din tasavvurumuzu, ölenin ardından lokumlu mevlüt merâsimine, tefâhür gayesiyle güç yarışına giriştiğimiz gösterişli iftarlara, Cumâ günleri imam hutbedeyken yetiştiğimiz ve farzın bitişini bildiren selâmı müteâkip süratle terk ettiğimiz Cumâ namazlarına ve ‘çoklu gönder’ seçeneğiyle bolca mesajlaştığımız ve böylelikle diyânetimizi daha görünür kıldığımız kandil geceleri folklorune indirgemiş olmamız bizim hicretimizin en bâriz neticeleri.
Ben bu sualleri üreten zihniyeti “Ey iman edenler, iman edin…” buyrulan Nîsâ Sûresi 136. âyetine icabet etmeye ve “Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba” yeniden iman etmeye davet ediyorum.
Zira yine Nîsâ Sûresi 65. âyetinde buyruluyor ki; “Hayır, hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında baş gösteren anlaşmazlıklarda seni hakem veya hâkim kabul edip, sonra da senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı ve itiraz duymadan tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça îman etmiş olmazlar.”
Somutlaştıracak olursak meselâ kadın ve erkek arasındaki nispeti belirlemek istesek ve önce bugünün taammüm etmiş (yaygınlaşmış) modern yargılarına mürâcaat etsek; şüphesiz her seviyede mutlak eşitlik tavrı ile karşılaşacağız ve çoğumuz buna farkında olmadan teslim olacağız. Peki bu problemi Allah ve resûlüne götürsek neyle karşılaşacağız;
Görüyoruz ki Hz. Kur’ân’ın 4. suresinde Elmalılı Merhumun ifadesiyle “kadınların hilkat ve şerefine nazarı dikkat celb olunmuş, ismine de “sûre-i nîsâ” ıtlak olunmuştur.” Bu surenin ilk ayeti ise; “Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, bu ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.”’dır.
Ayrıca aynı surede “Erkekler, kadınlar üzerinde mukavvimdirler. Çünkü bir kerre Allah birini diğerinden üstün yaratmış, bir de erkekler mallarından infak etmektedirler, onun için iyi kadınlar itaatkârdırlar.”(Nisa Suresi 34.Ayet) buyrulmaktadır.
Bu ifadeler günümüz meâlcilerinin zorlama tevilleriyle modern kabullere uydurulmaya çalışılsa da Bakara Sûresinin 228. Ayeti bu hususta tam bir sarahat ihtiva etmekle işaret ettiğim meâlcileri üzmektedir.
Zira bu âyette açıkça “Bununla birlikte erkekler, kadınlar üzerinde fazladan bir derece sahibidirler. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak gâliptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.” ihbârı yer almaktadır.
Peki gerçekten her erkek her kadına üstün müdür? Yoksa bu durum erkek cinsinin genel îtîbariyle kadın cinsine üstünlüğünü ifâde edip, fert fert mukâyese söz konusu olduğunda bu umûmî kâidenin istisnâları var mıdır diye bir süal takdir edilse nasıl bir cevap verilebilir?
Bu suale Elmalı Merhumun Nîsâ Sûresi 4. âyetininin ‘bima fazzalallhü bazahüm ale bazın’ kısmı ile ilgili olarak serdettiği mülahazalarını naklederek cevap vermek en uygun tavır olacak.
«Çünkü Allah rical ve nisânın ba’zısını hilkaten tafdil etmiştir.»
Burada « hüm» zamiri delâletiyle bundan erkeklerin kadınlara fazl-ü ruchânı anlaşılmakla beraber âyetin öyle bir hüsn-i beyânı vardır ki bu fazl-ü fazileti « bima fazzalehümullahü aleyhinne » diye alelıtlak erkeklere kasr etmemiş, mübhem olarak ba’zısının diğerine tafdilini ifade eylemiştir. Bu ise erkeğin kadında bulunmayan bir takım mezâyây-ı fıtriyyeyi hâiz olduğu gibi aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan ba’zı mezâyây-ı fıtriyyeyi hâiz olduğunu ve bundan dolayı her ikisinin yekdiğerine muhtelif cihetten muhtac bulunduklarını ve bu suretle erkekle kadın fıtraten mütefâvit ve mütekâbilen mütefâdıl olduğu gibi her erkeğin ve kezâlik her kadının da seviyeleri bir olmadığını ve binaenaleyh her erkek her kadın ile ferden mukayese edilemiyeceğini ve maamâfîh bütün bunlar top yekûn karşılaştırılınca kadınların erkeklere ihtiyâcı, erkeklerin kadınlara ihtiyâcından fazla ve çünkü beyan olunduğu veçhile asıl mi’yar-ı fazilet olan kesb-ü iktisab nokta-i nazarından erkek haslet-i failiyyetle kaim, kadın ise hiss-i tâat ve haslet-i kabiliyyet ile rakik ve câzibedâr bir fıtratta ve bunun için kuvvet-i ricâl ile himâye ve muhâfazaya daha ziyâde muhtâç ve binaenaleyh binnetice sûret-i umumiyyede fazl-ü ruchânın ricâl tarafında bulunduğunu vilâyet-i emir ve salâhiyyeti, onlara itaati hem bir hak ve hem de menfaât-i nisv3anın muktezâsı olduğunu pek beliğ bir îcaz ile tefhîm eyler. Ve işte erkeklerin Nübüvvet,İmâmet, Velâyet, ikâme-i şeâir, hudûd-i kısasta şehâdet, vücûb-i cihad, vücûb-i Cum’a, ezan, hutbe, i’tikâf, asabelik, katl-i hata ve kasamede tahammül-i diyet, talâk-u ric’atte istiklâl gibi bir takım hasâis ve hukûk-u vez3aif ile temâyüzleri de bu cümledendir.
Yâni Kur’ân-ı Hakîm, hilkatin mebdeinde kadının erkekten yaratıldığını, erkelerin kadınlar üzerine bir derece üstün bulunduğunu, umumiyet nokta-i nazarından erkeklerin kadınlar üzerine mukavvim olduğunu haber vermiştir. Tüm bu hususların, iki cins arasında her cihetten eşitlik mevcut olduğu iddiâsını tartışılmaz bir tabu gören modern aklî kabullere ters olduğu âşikârdır. Bu durum şüpheci ve eleştirel bakışı bir hakikat arama metodu olarak benimsemiş olan, Batı menşeli mefhumların doğruluğunu tartışılmaz bulan günümüz Müslüman kadınını, vahiy aleyhine bir tutuma sevk etmektedir.
Bu (birbiriyle çelişik iki telâkkî karşısında “bir Müslüman kadın ne yapar” diye sormak) var ya işte bizim asıl problemimiz buradadır. Yoksa kadının ontolojik mevkii, sosyal ve hukukî statüsü ve erkeğin bu durumu istismâr edip etmemesi yada bu istismâr ihtimalinin erkeğin keyfine havâle edilmiş olup olması gibi sıkıntılar bu probleme nispetle oldukça tâlîdir. Yâni en azından akâide taalluk etmez.
Zira bir müslüman bilir ki lâ yüs’el olan yalnızca Allah’tır ve O (c.c) mülkünde dilediği gibi ve fakat hikmetle tasarrufta bulunur. Mes’ûl olan biz olduğumuz ve O’nun fiil ve hükümlerindeki sonsuz hikmeti ihata edebilecek aklî kudretten de mahrum bulunduğumuz halde O azîmüşşân’a hadsizce süâle yelteniriz. Bu da yetmezmiş gibi beşerî olanı ilâhî olana tercih edip ilâhî olanı tevile ya da hevâmıza uygun surette tahrîfe cüret eder sonra da Müslümanlığımıza lâf söyletmeyiz. Halbuki bu telakkî Mülk Sûresinin 14. ayetindeki “Yaratan bilmez mi” îkâzına kulak tıkayıp mahlûk olarak kendimizi hâlıkımızdan daha iyi bilme küstahlığından başka bir şey değildir. Bu tavrın , Kitab-ı Kerîm’de ,dünyada küfür üzere yaşayıp uhrevi olarak hüsrâna uğrayanların müşterek hâli olan “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler” tasvîrine mâsadak bir durum olduğu îzâhtan vârestedir.
Şimdi bir de şöyle düşünmek îcap ediyor. Biz nassın iyiyi, güzeli ve doğruyu bilmede mutlak ve tek otorite olduğunu kabul ettiğimizde ve ferdî ve ictimâî planda dinin ahkâmına bi hakkın riâyet ettiğimizde feminist kızımızın tüm problemleri kendiliğinden çözülecek mi? Bir kısmı için evet ama tamamı için hayır. Çünkü yukarıda da işâret ettiğim gibi bu problemlerin bir kısmı psikolojik, bir kısmı iktisâdî, bir kısmı ahlâkî ve hatta çoğu nefsânîdir. Yâni o problemler insanın olduğu her yerde ve tüm sistemlerde vardır. Mühim olan sizin bu problemlerle hangi zeminde mücâdele ettiğiniz ve kulluk imtihanını sabır ya da şükür meyânında ne şekilde verdiğiniz.
Öyle ya kimi erkek boşasa da sahip çıkar, kimi boşamaz ama zulmeder. Kimi yoklukta ihsan eder, kimi varlıkta cimrilik sergiler. Kimi tatlı diliyle, hoş tebessümüyle memnun eder, kimi parasıyla döver, başa kakarak ezâ eder. Kimi işinden gelir eşine yardım eder. Kimi düzenli işe bile gitmez zengin kayınpederinin eline bakar. Tüm bunlar ferdî mîzaç, ahlâk ve sosyolojinin konusudur ve aynı durum erkek açısından da mevzu-u bahistir. Zîrâ kimi kadın hem eşlik yapmak istemez hem sürekli hediye ve ihsan bekler. Kimi darlıkta ve hatta yoklukta bile kocasına şikayetlenmeyip onun varlığını yeterli bulurken kimi imkan ve ikramın içinde sürekli şikayetlenir de nankörlüğüyle hayatı kocasına zindan eder. Bu zıd durumları nihayetsiz misallendirmek mümkündür.
Erkeğin ahlakî zaaflarına dayalı hatâlarını, kaba sabalığını, mazhar olduğu nimetlerden eşinin de istifâdesini ihmâl edişini, mücerret sifah gâyesine dayalı çok eşlilik tercihini, emânet şuurunda olmayışından kaynaklı serkeşliğini İslâm’la refere etmeye çalışma alçaklığı hiç bir şekilde İslâm’ın kadına verdiği yer ve mevkî ile ilgili değildir. Erkek bu hatâlarının bedelini âilesindeki mutsuzluğu ya da âilesinin dağılışı ile ödemekle kalmayacak âkıbet olarak uhrevî muâhezeye de muhâtap olacaktır.
Dünya çapında yapılan tüm araştırmalarda boşanmayı talep eden yanın genelde kadın tarafı olması, talak mevzuunda erkeğin keyfî tavrını konuşmamızı zaten gayr-i mümkün kılmaktadır. Kadın fıtratının hissîliği ve fevrîliği bu gibi ciddî meselelerde hızlı ve özensiz kararlara dayalı vahim neticelere müncer olabilmektedir. Hele bu zaafın farkında olmayan ebeveynler de söz konusu ise nikah dairesinden adliye koridorlarına intikal çok hızlı bir sürede tahakkuk edebilmektedir.
Yazının başında yer alan, aile içinde kadın erkek dengesinin yitirilmesine dair feverânların bazısında mesele sadece sevgi yokluğudur. Dinin taraflara yüklediği ne amelî ne ahlâkî vazîfelerle uzak yakın bir alakası yoktur bunların. Sevmeyi bilmeyen, karşılıklı sevmeyi beceremeyen, hayâtı muhabbet zemininde paylaşamayan kimselerin aile içi vazifeleri mecburiyetler zemininde ele alması zaten yuvanın mânen bittiğini, fiîlen bitişinin de yakın olduğunu gösterir.
Yine yazının baş kısmına atf-ı nazarla söylüyorum ki kadınların sosyal statüsünün erkeklerin mevzusu olması diye bir mesele esasen yoktur. Sadece dinde târif edilen mevkii ile hak ve vazîfelerine râzı olmayan modern kadının İslam ulemâsı tarafından anlaşılmaya çalışılması ve talep ve îtirazlarının yerinde olanlarına doğru; öyle olmayanlarına yanlış ve şer’a aykırı hükmü verilmesi durumu vardır. Burada mevkî tayin eden erkek değil bizzat şer’dır. Kadınların burada erkeklerin günahlarından ve İslâm ahkâmına tam teslim olamamalarından kendi günahlarına ve nefsaniyetlerine bir meşruiyet devşirme gayreti ise hakîkate sadâkatsizliktir ve sâdece laf kalabalığı ile meseleyi örtme çabasıdır.
Feminist kızımızın notlarındaki en netâmeli paragraf maalesef kadının çalışmasının meşrûiyeti probleminin dile getirildiği paragraftır. Çünkü bu mevzû hayli komplikedir ve bu sebeple çözülmesi de o derecede zordur.
Çünkü meselenin kapitalizmin ucuz istihdam kaynağı oluşturma noktasından başlayıp kadının tamamen ziynet olarak yaratılan bedeninin istismârına kadar uzanan iktisâdî ve ahlâkî boyutu olduğu gibi, bir defa dışarıya ve sokağa alışmış kadının artık eve girmek istememesi gibi psikolojik boyutu; karşılıklı fedâkarlığa ve sorumluluk paylaşımına dayalı âile müessesesinin câzibe ve ehemmiyetini yitirerek sınırsız hürriyet ve ferdiyet taleplerinin her zihinde yer bulmasından nâşî sosyolojik boyutu, her dâim tesettür emrine ve ihtilât yasağına riâyetin, ev idâresi ve çocuk terbiyesiyle meşgûliyetin modern hayatta çağdışılık ithamına maruz kalması gibi dînî boyutu, hep daha fazla görünür olmak ve varlığı tüketmek açılarından nefsânî boyutu vardır. Bu boyutların tamamı kadına “çalış, kendi paranı kazan, kendi paranı harca, kimseye muhtaç olma ve istediğini istediğin anda yapabil” demektedir.
Büyük anne ve büyük baba nezdinde ya da bakıcı refâkatinde, ona da maddî imkân yok ise kreş ve benzeri çözümlerle büyüyen ve sıcak çorba yapmaya vakitsizlikten fast-food kültürüyle şişen çocukların sadece mîdeleri değil nefslerinin de obezleşeceği ve bu dîni şüphesiz bizden daha seküler yaşayacakları ortadadır.
Çocuğun mîzaç özelliklerinin teşekkül ettiği en kritik zamana denk geldiği için ilk ve en temel tâlîm ve terbiye noktası olan anne mektebi hiç açılmadığından bu Müslüman şahsiyetlerde bütün bir ömür telâfî edilemeyecek kişilik zâafları, psikolojik ârızalar oluşmaktadır.
Fakat biliyorum ki burada zikrolunanlar gibi akla yatan ve tecrübe edilen binlerce sebep daha tâdât etsek kadının sokakta ve iş yerinde olmaktan vazgeçmesi çok zor.
Zîrâ tekstil, kozmetik, ayakkabı/deri, ziynet eşyâsı ve turizm sektörlerinin en büyük müşteri kitlesinin kadın olduğu düşünüldüğünde Batının hiç bir zaman (bu durumun âileyi yıktığı tescîl edilse bile) özgür ve güçlü kadın propagandasından geri adım atması beklenemez. Biz de sâdece onların ahmak bir mukallidi olduğumuz ve hayat rehberimiz aslâ Kur’ân ve Sünnet olmadığı için çalışan kadın putunu hiç sorgulayamayız.
İrâdelerin felç edildiği, alışkanlıkların sinsice bağımlılığa dönüştürüldüğü bu modern vasatta tüm şuurlandırma gayretlerinin bulduğu tek aksülamel “çok doğru ama…” kalıbının sayısız versiyonu olacak, hakikat yine hayata aktarılmayıp sözlere ve kitaplara terk edilecektir. Bu şuurlandırma gayretine müspet karşılık veren irâde kahramanlarının İslâm ve ihlâsı tamdır ve her türlü takdîrin fevkinde bir kıymet taşır.
Bu ekalliyet teşkîl eden kahramanların ziyâdeleşmesi ve dolayısıyla İslâm âile ve cemiyetinin kurtulması için her şeyden önce bizim mânevî ana vatanımıza avdet etmemiz, sonra da zihnen Batıya hicret etmiş diğer kardeşlerimizi iknâ ve irşâd etmemiz gerekmektedir.
Bu yolda Mevlâ muînimiz, Rasûlullâh rehberimiz olsun.
…Şer’i ahkâmın uygulanmadığı ülkemizde ;
“İstesek de bazı Kur’an hükümlerinin uygulanması mümkün değildir.” dedikten sonra ;
“Mü’mine kişi ne yapmalıdır?” sorusuna ;
a)”Şer’i hükümlere tam ittiba etmelidir” demek,
İctimâi hayat için bazı vahim neticeler doğurabileceği gibi…
b)”Şer’i hükümleri tamamen yok saymalıdır”demek de,
Dinî açıdan imansızlığa kadar götürebilir.
…İse ;
Her mü’min ve mü’mineye düşen,
“BİLEN,DÜRÜST ve EHİL KİŞİLERİ BULMAK ve de TAKILDIKLARI KONULARDA KAFALARINA GÖRE TAKILMADAN DANIŞMA YOLUNU” seçmektir.
…………
Yazarımıza ve yazmasına vesile olanlara şükranlarımızı
sunar,
Cümle Ehl-i İslâmı ;
Fî-emân’il-esâtize,
Fî-emânirresulullah,
ve
FÎ-EMÂNİLLAH ?