Felsfenin İzinde Tarihe Gözucuyla Bakmak

Düşüncelerinden son derece beslendiğimiz ve ağırlıklı olarak bu besinin tesiriyle konuştuğumuz Müslüman Türk filosof Sayın Teoman Duralı’yı hürmetle yâd ederim. Okuyucunun sürekli bu adı görmesi, bu addan başka hiçbir ada başvurulmadığı sanısını meydana getirmesin; gelgelelim, gerçek; onun söylediklerini tekrâr ededurmak da bizi tek başına bu işlerde başarıya götürür. Her ne kadar başkaca kaynaklardan da besinlenip onları da zikretsek, anlamlandırmalarımızda ağırlıkla Sayın Hocamızın ve diğer Müslüman mütefekkirlerimizin fikir âlemlerinin gölgesi altında ilerilemekten başkasını, şu ağır meseleler karşısında, haddımızın ötesinde buluyoruz. Ancak bir insana yakışanı düşünmektir ve düşünme işi gören insan üretendir. Biz de üretmenin ehemmiyetini biliyor ve buna yer yer davranıyoruz.


Yazının Birinci Bölümü İçin Tıklayınız :  “Felsefe Nedir?” ya da “Önce Hikmet vardı”


Felsfenin İzinde Tarihe Gözucuyla Bakmak

Önceki yazıda felsefenin soyundan-sopundan söz etmeden onun anlaşılamıyacağını söylemiştik. Milattan Önce 8.-7. asırlarda ekilip 4. asırlarda Eflâtun ile Aristoteles tarafından kuruldu felsefe. Bu iki dâhîye gelene kadar felsefe yokmuydu? Felsefe durduk yere bu ikisine ilkâmı edildi? Hayır. Felsefenin unsurları Eflâtun ile Aristoteles’den önce de vardı ve dahî bu ikisi de başkaca filosofların talebeleri olup, onlardan gerek tedrîsen gerek okuma yaparak gerekse kendilerinden öncekilerin meydana getirdiği kültür uzayı içinde solumakla beslenmişlerdi. Felsefenin bu ikisi tarafından kurulduğunu söylemek, felsefenin esâmesi okunmazken birden çıkartıldığını söylemek değil, bu ikisince kurumlaştırıldığını söylemektir. Tabiî bunu dedikte kendilerinden öncekilerin meydana getirdiği o atmosfer nasıl ve kimlerce meydana getirilmiş sorusunun yanıtını aramadan, felsefeyi sistemleştirip kuranların neden ve nasıl bunu yaptıklarını anlıyamayız. Yalnız, bir kere işin ardını aramaya koyulmasın insan, sorup soracağının sonu gelmiyor. Bu kere de  felsefenin sistemleştirilmesinden önceki atmosferin neden ve nasıl oluştuğunu sormak geliyor aklımıza. Demekki işin ucu daha da gerilere gidecek.

Felsefenin doğuşu insanevlâdının tarihinde önüalınmaz derecede tesiri olan 4 şeyden biri olarak fevkalâde müessiriyetiyle müdhiş bir dönüm noktasını meydana getirdi.[1] İnsanevlâdı için tarih, yazının keşfiyle başlatılır. Yazı öncesi devirlere ‘’Tarih öncesi devirler’’ denmektedir. Bunun hikmetisebebi; yazı sâyesinde, aralarındaki münâsebet birbirleriyle etkileşimde olmakla münhasır olan maddeler ile birbirleriyle ziyâdeten iletişimde olan insan dışındaki canlılardan ayrı olarak insanın, bildirişimde bulunan bir varlık olarak, bilgisini, kabataslak diyecek olursak, babadan oğula, oradan en fazla torun torbaya yatay olarak aktarmağı aşıp, nesiller ötesine dahî dikey olarak aktarabilmesi kabiliyetinin, hâdiseleri, toplumsal sözleşmeleri, iktisadî ve siyâsî tecrübeleri ve bunun yanısıra inaçlarını ve en mühimi hukûkî menzûmelerini ‘’kayıt altında’’ muhâfaza edebilmesidir. Yazının keşfi şerefi M.Ö. 3200lerde Sümerlilere aiddir. Sümerliler yazıyla beraber, tekerlek ve muntazam öğretim gibi daha bir çok mühim işin kurumlaştırıcılarıdırlar. Yerleşik hayâtın, yânî tarıma dayalı, demekki toprağa bağlı yaşamın kurumlaştığı tarihî vetireyi de yine Sümerlilerin tarihte yer aldığı yerde müşâhede ediyoruz.

İnsan, yaşayagelmesi için tüketime ve başını sokup sığınacağına ve nihâyet elinin emeğiyle ürettiklerini kuşanmağa yanî korunaklı bir ortama muhtaçtır. Doğar doğmaz, dünyanın en çaresiz yavrusu olan insan yavrusu bu iki işi de görmekten âcizdir. Bu işleri onunçin diğer insanlar, genellikle ebeveyni ve akrabâsı görür. Dolayısıyla insanın bir topluluk içinde olmaksızın yaşaması mümkün değildir. Demekki insandan söz edilen yerde zorunlu olarak bir topluluk da varsayılır. Topluluktan söz edilen yerde kültürden söz etmek zorunludur. Kültürden söz edilen yerde, dil, din ve zanaattan söz edilmelidir. Demekki insan bir topluluk, yani kültür, yani dil, din ve zanaat üçlüsünden örülü bir ortama doğarak varlık sürdürür. Hiç bir şey bilmiyen insan yavrusu doğduğu ortam içerisinde bilgi edinerek tekâmül eder. Alıp durduğu bilgiler aile içerisinde görüp duyduğu ve kendisine telkîn edilen âdâba, göreneğe ve onun geledurduğu geleneğe ilişkin olup, bu sürece doğal eğitim denmektedir. Doğal eğitimi sürerken insan yavrusu belli bir yaştan sonra biçimsel eğitim almak üzere muntazaman mektebe/okula gönderilir. Belli bir yaştan sonra dünyanın en güçlü âleti olan kavramla donatılan insan, hayâtın herbiri biricik olan binbir çeşit hâdiseleri içerisinde tecrübe edinerek kemâle ermeğe namzet olur. Yaşamını sürdürmesi için daimâ bilgiye muhtâc olan insan bilgi sâyesinde diğer canlılardan eksik kalan yönünü kapatır ve hattâ onları aşıp gidebilir. Edindiği bilgiler ile mücbir ihtiyâclarını karşılayıp tüketimini sağlar, avlanır, avlatır ve başını sokacağı yerler bulur yahut inşâa eder. İmdi, insan toplumsal bir varolandır ve toplumsal varolan olarak insanın tarihi ferdî olarak değil ictimâî ve küllî olarak ele alınmalıdır.

Tarih öncesi devirler hakkında [*] İslâm geleneğimizde bellibaşlı, derlitoplu bir tarihi bilgiye rastlamamakla beraber ahdiatikte dünyaya dair tarihin ne olup olmadığını bildiren bilgiler mevcut. Bunun dışında yaygınlıkla tarih öncesi ve tarih sonrası devirleri bilmekçin başvurulan disiplinler: Antropoloji, Arkeoloji, Paleografya, Filoloji, Felsefe, Coğrafya ilimleridir. Bunlardan ilki inananı için kendi iç tutarlılığı ve anlamlanmasına tâbî olarak anlaşılan inançlar olacakken, ikincisi sınanmağa, tartışılmağa, geliştirilmeğe, yanlışlanmağa açık olan, bilgi istihsâli bakımından kuvveti muhtelif veriler verme iddîâsından öteye gitmeyen, ama küçümsenemez ve hattâ peşînen inkâr edilemez, aksine genelgeçer yöntemlerce teslîm edilmiş bilgilerdir. İkincisi açısından bakıldığında tarih öncesi devirlerin evrenin oluşumu ve canlıların çıkışından başlatan, bir takım bulgulara dayalı verilerle, yaygınca, iki varsayımın başlığı altında işlendiğini görüyoruz: Evrenin hikâyesi için Büyük Patlama varsayımı, Canlıların hikâyesi içinse Biyolojik-Dirimsel Evrim varsayımı.

Kuşkusuz insanevlâdını idrâk etmede rûhuna yuva olan bedeni gibi, tarihine yuva olan dünyasını ve coğrafyasını dikkatlice bilmek elzem ve ehemdir. İnsanın maşerî yapıp etmelerininin heyetimecmûu olan tarih nasıl insanın yapıp etmesinin şimdisiyle istikbâlini belirliyorsa, dünyanın geçirdiği kıt’aî dönüşümler, iklim değişiklikleri, coğrafik dönüşümler ve umûmen çevresel değişiklik de onun dününü, bugününü ve yarınını etkilemede baş işi görmektedir. Yukarıda sözü edilen iki varsayıma göre insanın ortak yuvası olan dünya ile cansızlardan ayrı olarak müntesib olduğu canlılar âleminin hikâyesinde, kısaca evrenin 15 milyar yıllık bir zaman sürecinde yoktan varolup son derece yoğun bir noktayken dengeli bir patlama akâbinde gitgide genişleyerek bugüne geldiği, yaklaşık 5 milyar yaşında olan dünyanın yanıp sonra soğuması, 20 milyon sene göktaşlarına hedef olup göktaşlarından gelen zerrelerle suya kavuşması, oksijen patlaması, atmosferinin oluşumu, kıtalarının ayrışma dönemleri ve bu dönemlerden sonra bugünkü hâline gelişi, canlıların dünyanın söz konusu dönüşümü esnâsında tek hücreliden karmaşık organizmalara kadar oluşumu, Kambriyen Patlamasıyla çok çeşitli canlıların yeryüzüne çıkışı ve oradan gitgide türlerin evrimi, ortamına uygun olarak varlığını sürdürüp çoğalabilen türlerin devamlılığı, bunlardan memeli takımından primatlar sülâlesinin bir kolundan maymunlar, şimpanzeler, goriller çıkarken, diğer kollarından insansıların, gitgide mağara insanlarının ve nihâyet bugünkü insanların ataları olduğu düşünülen Homo Sapienslerin bundan yaklaşık 200 bin sene evvel meydâna geldiği uzun uzadıya anlatır.[2]

700 bin senedenberi her 90 bin senede bir dünyamızda buzul çağı yaşandığı söyleniyor. Son buzul çağı M. Ö. 13binde gerçekleşmişti ve yeryüzünde bulunan insan sayısı neredeyse yok denecek kadardı. [3].

Son Buzul Çağından sonra yeryüzünde debelenen insanlar henüz avlanarak ve toplayıcılıkla besleniyordu. Avlayıp toplama işi güden insanların yiyeceklerini saklama gibi bir alışkanlığı olmadığı gibi tüketeceğinden fazlasını da elinde tutma işi görmüyordu. Küçük aileler hâlinde göçebe yahut yarıgöçebe hâlde yaşıyan insanların bu hâldeyken din sâyesinde yerleşik hayatı tecrübe etmeğe başladığı düşünülüyor. Bunu düşündüren husûs, dünyanın en eski mabedi olan Şanlıurafa’daki 1995 yılında bulunan M. Ö 12 bin sene öncesine âid olduğu tesbît edilen Göbeklitepedeki mabed. Mabedin içerisindeki 4. buçuk metre yüksekliğinde koca taş parçaları, bunların üzerindeki hayvan tasvîrleri ve etrafında yerleşim yeri olmaksızın bir tepeye inşa edilişi, bundan 12 bin sene önce henüz avcılıkla geçinen ve yerleşik hayâta geçmediği zannedilen taş devrindeki insanevlâdının, bir teşkilâtlanmayla ve belli bir birikimle ve dahası dinî saiklerle hareket ettiğini gösteriyor. Demekki insanın bu tarihten sonra yerleşik yaşama geçme tecrübeleri var. Ancak bunun kurumlaşması için M.Ö 9 binlerde, yaygınlaşıp tekâmül etmesi 5 binlerde olacaktır. Hatta dünyanın bazı yerlerinde çok daha geç bir zamanda olacaktır ki, bizim kendisine ulaşmakçin yola çıktığımız Yunan’ın Grit adasındaki kentinde bu, M.Ö 3 binlerde görülmeğe başlanmıştır. Tarım yapmağa başlıyan insan artık hayvanları sâdece avlamıyor bunun yerine bâzı hayvanları ehlîleştiriyordu. O artık toplayıcılıktan tarımcılığa varmış ve bunlara paralel olarak göçebelikten yerleşik yaşama geçmişti. Avcılıksa gayrı bir eğlence işi yahut askerî talîm işi olarak görülür oldu.

Kurumlaşan ilk yerleşim alanlarının deniz ve nehir kenarları olduğu görülür. Münbit toprakları ve su imkânı sâyesinde, kurumlaşmış yerleşik yaşamın Mesopotamyada [**], Mısır, Filistin Suriye, Türkiyenin Güneydoğusu ve Irak toprakları üzerinde, Dicle ile Fırat ve Doğu Akdenizde Bereketli Hilâl denilen yerde olduğu düşünülüyor. İlk kenteşme örneği Sümerlilerde gerçekleşiyor. Tarım mahsülü ürünün ihtiyac fazlası oldukta, başka bir ihtiyâcın karşılanması mukâbilinde takas edilir oldu. Bu da herkesin tüketimi için çabalayıp durmasını gerektirmiyen yeni bir iktisâd durumu meydana getirdi. İhtiyac fazlası ürün, ticâret-takas ürünü oldukta pazarlar oluşmakla birlikte yeni andlaşmaların, yönetici, hesapcı kimselerin çıkmasının zemîni oldu. Ürünün birikmesi, takas edilmesi gitgide hesap karışıklığı doğurduğundan bu ürünlerin ne olup olmadığını kayıt altına alma işi için yazı kurumlaştırıldı. Önceleri resim şeklinde ifâde edilen bildirişme yönteminde maksad hesablarda, alışverişlerde karışıklığın önlenmesiydi. Gitgide karmaşıklaşan işler için resimlerin yetmemesi görülünce resimlerden sembollere geçilmeğe başlandı. Yazı daha sonrasında edebiyatın, örflerin, olayların kendisiyle aktarıldığı mühim bir arac edildi. İşte bu da tarihin başlangıcı kabûl edildi. Bundan böyle insanların ihtiyaclarını karşılamakla münhasır  vakit harcamaları olayı bitti. Artık Ürün, ticaret-takas işi, boş vakit doğurdu. Boş vakitin meydâna getirdiği başlıca şey yöneticilik ile öğrenim-öğretim oldu. İnsanların bedenlerini iyi edip aralarındaki anlaşmazlıklara müdâhele eden, kendisinden ölüme çare bulması umulan, her türlü ölüme giden yolu (hastalıkları) iyi etmesi için başvurulan, bunun yanısıra, hukukî, iktisâdîi ailevî nice işin kendisine sorulduğu bilge yöneticilik işi doğdu. Ürün depolama, birlikler hazıırlama, yoksul-fakir ayrımının sosyal statüsünü oluşturma, hayvancılık, inşâacılık, hendesecilik, hesapcılık gibi nice iş ve meslek artık kurumlaşmıştır.

bereketli hilal cografyası

Bereketli Hilal coğrafyası- Wiki

Mesopotamyada kurumlaşıp yayılan ufak yerleşik yaşamın kentleşmeğe, kentleşmeden devletşmeğe oradan medeniyetleşmeğe doğru evrilmesi dünyanın diğer yerlerine de te’sir etti. Ege’ye M. Ö 3000lerde varan yerleşik yaşam serüveni, Felsefenin bağırından doğacağı Yunanlılara da bu tarihlerde ulaştı. Doğu Akdenizle ticâret ederek Egeliler, bir çok hususta yakın ve uzak çevreleriyle münâsebet içerisinde oldular.

Yunanın Hikâyesi ve Felsefe Öncesi Durumun Bilinmesi

19 ile 20. Asırlara kadar Yunan uygarlığının kendi başına bir mucize gibi yeşerip bittiği yalanı, akla havsalaya sığmaz şekilde, koca koca adamlar tarafından söylenip durdu. Oysa işin hakîkatı bu olmayıp, her uygarlık gibi Yunan uygarlığının da çevresinden, mâzîden beslenerek ve işleyerek uygarlığını meydâna getirdiğidir. Yunanlılar coğrafik durumları gereği deniz ticâretiyle pek iştigâl etmiş ve Akdeniz bölgesindeki nice ülkeyle ilişki içinde olmuştur. Kolonizasyon işiyle sık uğraşan Yunan, sadece yakın beldelerle değil çok uzak beldelerle de münâsebet içinde olmuştur. Hendesede, matematikte, mimaride nice yenilik be bilgelik eseri sâhibi olan Eski Mısır’dan, kendisinden aldığı yazma işiyle Fenikelilerden, bunun yanı sıra meşhûr Babilden, Anadoludaki Hititlilerden, sonra Lidyalılardan, hattâ Kuzeyden gelen Hint-Avrupalı’lardan mürekkeb olduklarından, Kuzeyden ve daha nice yerden beslenmiştir Yunan. Ve fakat diğer milletlerden aldıklarını işlemiş, geliştirmiş, dönüştürmüş, ‘’sentezleyebilmiş’’ ve yeni ürünleriyle tarihe damgasını vurabilmiştir.

Yunanlıların, özellikle Girit Adasında başlıyan kentleşme akâbinde, Kuzeyden gelenler ile yerlilerin birleşimi peşisıra, kültür uzayı oluşuvermiştir.  Yaklaşık 2 bin yıl içerisinde Yunanın çok tanrılı mitolojisi, kent-devlet şeklindeki siyâsî-iktisâdî yapılanması, coğrafyası yüzünden birleşmekten ayrı toplumlaşması, şiir ve destanları ve bilgelik devirleri Felsefenin neden ve nasıl Yunan Uygarlığınında doğduğunu anlamağa yardımcı olacaktır. Burada uzun uzadıya deşmeyeceğimiz bu mesele, zannederim üzerinde durulmayan mühim bir meseledir ve kabataslak işâret ettiğimiz husûslar üzerinde epey durmakla, felsefenin neden ve nasıl doğduğu sorusu hakkında ufuklarda bir ışık belirmesine yardımcı olacaktır. Bir toplumun dini, iktisâdî-siyâsî yapısı, coğrafyası, hukûku, zanaatları, âdetleri, geçirdiği felâketleri ve başından geçenlerin yorumlaması ve aynı unsurların çevrelerindeki toplumlardaki konumları, o toplumun ‘’evren tasavvur’’unu belirler kanaatindeyim. Hemen hemen herkesin, kabataslak, ucundan bildiği Yunan mitolojisindeki, insana benzer ve çok-ilâhlar inanclarının ne olduğunu anlamada birinci kaynak Hesiodos’un ‘’Thegonia’’ eseri gösterilir. Bu inanclar dahilindeki uluhiyyet-rububiyyet anlayışını bilmekle beraber, bu inanc sâhibi olan varlığın, yani insanın ve onun çevresinin kökeni nedir ve ilahlarıyla ve çevreleriyle aralarındaki ilişkinin anlamları nelerdir sorusu da bilinmelidir. Bununçin de, yine, Hesiodos’un ‘’İşler ve Günler’’ kitabı birinci kaynaktır. Yine Homeros’un ‘’İlyada’’ ile ‘’Odise’’ destanları Yunan inançlarını anlamada başvurulan kitaplardır. Daha sonra felsefenin kurumlaşmasından önce gelecek Yunan tarihcileri, şairleri ve filosofları bu eserler üzerinden giderek ‘’evren tasavvuru’’nu yeniden kurmağa yahut dönüştürmeğe girişeceklerdir. Anladığımız kadarıyla, Yunanlar evrenin nasıl oluştuğu hususunda bir takım isimlere inanıp onlar üzerinden evrenlerini tasavvur ediyorlardı. Bu isimler aynı zamanda birer ilahtı. Gitgide bu ilahların insanlarla benzeşen kimseler olduklarını görüyoruz. İnsanlar hakkındaki inanclarına bakınca, insanın kökenini tasnîf ettiklerini görüyoruz. Onların inanclarına göre ilk insanlar, o zikrettikleri ilahlarla beraber yaşayan, acı çekmeyen, mutlu erkeklerdir. Ortada kadın yoktur. Sonra ilahları ile insanlar arasında bir ilahın hilesi vuku bulunca, en büyük ilah olarak inandıkları Zeus, insanlara kinleniyor ve bundan sonra insanlarla tapındıkları arasında eski hoş-ahvâlden eser kalmıyor. Yunanlılar ilahlarının kendilerinden intikâm aldıklarına, kendilerine hile yaptığına inanıyorlardı. İlah dediklerinin kendi aralarında ahlâka, hukûka riayet dahî yoktu ki, insanlara karşı hukuk tanınacaktı. Böyle bir inanc üzerine binen kimliklerin ne biçim bir şey olacağını kestirmek güç.  Ama, Yunanlıların, hiç bir millette görülmedik kadar kendi ilahları hakkında ileri geri konuşmada cesur olmalarının sebebi bu çarpık çurpuk inanclardır diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. İlahları hakkında ileri, geri konuşmaktan çekinmeyen bir toplulukçin, sorunların hâlli daha çok kendi başlarına kalacaktır. Tragedya yazarlarının inanclar üzerindeki eleştirileri ve insanlar ile inandıkları şeylerin acı ve imâlı tasvîrleri, gitgide Yunan’ın inanc husûsunda gevşeklik göstermesine sebeb olmuştur. Evrenin nasıl oluştuğu sorusu da yeniden ve daha farklı bir tarzda gündeme geledurur. Ve bu soru her deşildiğinde,  artık bir destan, bir şiir, bir inanc ifâdesi soruyu tüketemez oluyor ve yanıt başka bir yerden, insanın akılyürütmelerinden geliyordu. İnsan aklına yer açıldıkca felsefeye yaklaşılır oldu. Evren neyden geldi sorusuna, ‘’Sudan meydana geldi’’ iddiâsıyla ortaya çıkan Bilge Thales, işte ilk filosof olarak gösterilir.

ege medeniyet alemi

Ege Medeniyet Âlemi, Duralı, Felsefe-Bilimin Doğuşu, 169. s. (Büyütmek için resme tıklayınız)

Söz Arası

Yunanın kısa hikâyesinden anlaşılan, onun devâmlı bir iç kargaşa içinde olması, kent devletleriyle bölük pörçük olması, inançları bakımından hüzün dolu olmaları gibi siyâsî, ahlâkî ve dinî sebeplerden sorunları vardı ve bu sorun adetâ baştan savılamaz hâldeydi. ‘’Pers ve Mısır gibi birlik içinde kurumlaşmış yapıları olsaydı’’ diyor Ayhan Bıçak, ‘’muhtemelen Yunanın bağırından felsefe çıkmazdı’’.  Yunanlıların mitolojilerine bakıldığında, ilah edindiklerinin insanları sevmediğini, özellikle Zeus’un insanlardan intikâm alıp durduğunu görüyoruz. Ölümden sonrasıysa, siliktir. Ne ceza vardır ne de mükâfat. Öyleyse tek yaşam şu dünya hayâtıdır ve yapılması gereken onu mânen ve maddeten iimâr ededurmaktır.

Uzun uzadıya çalışmaları istiyen, Yunan hikâyesi ve felsefenin neden orada çıktığı sorununun deminden beri sözü edilen hususların etrâfında aramaya devâm ederek çözümlemek mümkün olabilir. Biz sözümüzü bu kadarla kesip, gelecek yazıda Yedi Bilgelerden ve ilk filosoflardan başlıyıp Felsefe-Bilim’in kurumlaşmasına doğru, bir arayış ve bir, iki ışık parıltısı bulma umuduyla, el uzatmaya devâm edeceğiz.

Tevfîk tüm noksanlıklardan ve câhillerin Onu vasıflandırdıklarından münezzeh olan ve dahî Yüce ve tek İlâh olan Allahtandır.

Mehmet Aktaş


Dipnotlar

[*] Tarihi devirlere-kısımlara ayırma işi tamâmen insan zihninin ürünüdür. Zirâ diyor İhsan Fazlıoğlu, ‘’doğada tasnîf olmayıp, nerede tasnîf varsa orada insan zihninin müdâhelesi vardır.’’ Bu işi ilk gerçekleştiren Hırıstıyan Romalılardır. Daha sonra Hırıstıyan gelenekte bu devâm etmiş nihâyet Yeniçağ Dindışı Avrupa medeniyeti akâbinde bugünkü taksîmler şekillenmiştir. Avrupa merkezli tarih tasavvuru nedeniyle bu tasnîfât önkabullü, yancı, benmerkezci bir tarih temâşâsıyla  oluşturulmuş ve hattâ içten içe ideolojik ve maksadlı olduğu kokusunu ister istemez sızdıran bir mahiyetten kaçılamamıştır. Tarihin bu nevzuhur medeniyet ve akâbinde gelen ideolojik dünyanın müntesiblerince tasnîfi eleştirilmelidir diye inanmakla beraber tarihin tasnîfâta ayırlmasına giden aklımıza sed çekmeği makul görmüyoruz. Bu yazı silsilesinden ele aldığımız felsefenin biricik özelliklerinden biri, insan aklının sistemleştirmeğe götüren mahiyetidir. Tarihin önemini bilip bildirip akâbinde onun üzerinde düşünme işine koyuldukta onu aklın yoğurup anlamlandırmasına mânî olmak derîn çatışkıları peşinden getirebilir. Tarihin Avrupadan çıkıp yayılmış ‘’İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ, Yakın Çağ vb.’’ Tasniflendirilmesine bir alternatif olarak , Türk Filosof Teoman Duralı’nın Çağdaş Küresel Medeniyet isimli başyapıtındaki tasniflendirmesini benimsiyoruz. Medeniyetleri Batı Medeniyetleri ile Doğu Medeniyetleri olmak üzre ikiye ayırıp, Sümerlilerden Filistin, Fenike-Kartacaya, Yahudî-İbrânlardan Girit-Mikenlilere, İrândan İyonyaya, Güney İtalyadan Osmanlıya, Endülüsten Positivist Fransaya, Protestan Almanyasından Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetine kadar nice medeniyeti ve onun bağrındaki kültürü Batı Medeniyetleri Camiâsı başlığı altında topluyor.  Akâbinde Batı Medeniyetleri Câmiasında Tarih Boyunca Çağların Dağılımının çizimsel tarzda şöyle gösteriyor:

Yaklaşık M:Ö. 200 000: KADÎM ZAMANLAR:

  1. Tarihöncesi
  2. Öntarih
  • İnsanın, Yeryüzünde belirmesinden itibâren İlkaslî Topluluk: Aile ile kabîle; toplayıcı, bilâhare avcı; temel, zanaat, Kamlık, Ongunculuk, çoktanrılı din, efsâne ve gelişmiş zanaat (Fr&İng technique)

Yaklaşık 5000ler:  YENİ ZAMANLAR: TARİH

İlkçağ…

  • Yazı; devlet; çoktanrılıktan tektanrılı vahiy dinine

Yaklaşık M:Ö: Yedinci yy Eskiçağ…

  • Ege medeniyeti: Halkidâresi; Felsefe-Bilim

Milâd – Ortaçağ…

  • Cihânşümûl tektanrılı vahiy dini: Hırıstıyanlık

Hicret (622)   Yeniçağ I…

  • İslâm; Fen (Fr technologie)

1450lerden sonra    Yeniçağ II (Yakınçağ)…

  • Yeniçağ dindışı Batı Avrupa Medeniyeti; Protestanlık.

1700den itibâren  Çağdaş

  • Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyeti; Sanayi: Hür Sermâyecilik

Şaban Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, 61.s, Dergâh Yayınevi


[1] İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde Aristoteles’in 2400. Yaşına istinâden yaptığı konuşmada Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı’nın ifâdelerince: İnsanevlâdının tepkeyûn yaşamasını dönüştüren 4 büyük şey: Ateşin devâmlı yanmasının keşfi, yazının keşfi, logos’un (felsefe-bilim) kurumlaşması, sanayi devrimi

[2] Bu arada Evrim ile Evrimcilik arasındaki farka dikkat çekmek icâb eder:

Evrimin Temel Belirlenimleri başlığı altında, diyor ki Duralı:

’Her canlı birey, biçim ile yapıca kendine has olmakla birlikte, bunların ana hatlarını kendisinden ortaya çıktığı ebeveyninden kalıtım yoluyla alır. Şu hâlde birey, yapısı ile biçiminin genel özelliklerini, başta ebeveyni ve kardeşleriyle olmak üzre, başka birtakım bireylerle paylaşır. Ortak kalıtım (Fr heredite) zemîni üstünde biçim (morphologie) ile işleyiş (phsiologie) benzerliklerini hâvî bireylerin, (cinsiyetsiz (Fr asexuel) yahut cinsiyetli (sexuel), çiftleşmeksizin yahut çiftleşmeyle (Fr&İng copulation) üreyerek (reproduction) meydana getirdikleri geniş doğal topluluğa biyolojide tür denir. Böyle olan her topluluğun bir ilkörneği (Fr&İng prototype) vardır. İşte bu ‘ilkörneğ’in nasıl ortaya çıktığını ve her bireyin hangi kısa ve uzun vadeli şartlar altında bahse konu ilkörnekten payalmış olduğu veya olabileceğini inleceleyip hesaplayan dirimbilim/biyoloji dalının adı da evrimdir. Uzun vadeli –soyoluş (Fr phlogenese)—ile kısa vadeli –bireyoluş (ontogenese)—evrim arkaplanı araştırılmadıkca eldeki birey, dirimbilimsel bağlamda, tam anlamıyla anlaşılamaz. Bakterileri, virüsleri, tekhücrelileri, mantarları, köphüceriileri bitikler ile hayvanları kapsayan canlılar için söz konusu olan bu husus, aynen olmasa dahî, insanda da geçerlidir. Canlılarda doğal minvâlde cereyân eden bu vakıa, insanda irâdeye dayalı olarak ortaya çıkar. (Teoman Duralı, Sorun Nedir, 2. Bölüm Evrim ile Tarih Sorunları)…

Evrimcilik ideolojisi, her ideoloji bir saplantı olduğuna göre, Evrimcilik saplantısı hakkında da diyor ki:

’Çağdaş İngiliz-Yahudi selefi ve menbâı Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin temel dünyatasavvuru, başka birkaç yerde de belirttiğimiz üzre, maddecilik-mekanikciliktir. Mezkûr dünyatasavvuru, İngilizYahudi medeniyetinkinin esâslarından olan evrimcilikle pekiştirilmiştir. Maddeci zemine inşâa olunmuş mekanikcilik ile evrimcilik dünyatasavvurları dörd ayrı dünyagörüşünün kökleşip serpilmesine imkân hazırlamışlardır: Akılcılık, aydınlanmacılık, insancılık ile positivcilik. Adı anılan dünyatasavvuruları ile dünyagörüşlerinden bilâhare üç ideoloji vucut bulacaktır. Bunlardan ilki, hürriyetcilik (Fr Liberalisme), Batı Avrupa medeniyetinin temel ideolojisidir. Sermâyecilikse, Çağdaş İngiliz-Yahudîninkisidir. Toplumculuğua gelince; o, sermâyecilik gibi merkezde yer almakla birlikte, Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin bağlamındadır.

 Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyeti Yeniçağ Batı Avrupadan mirâs aldığı positivcilik dünyagörüşü ve ona dayanılarak inşâa olunmuş evrimcilik uyarınca, olayların maddi-mekanik dışında gerçeklik vechesi bulunmaz.)

Bu ilk insan olan Hz. Âdem’in değil, insanın dirimsel beşerî katını ele alan bir hikâyedir. Biz bu hikâyenin değerini, kıymetini, doğrusunu yanlışını ele alacak seviyede olmadığımızdan, kişisel kanaatımıza yer vermeyip,  konuşulanı aktarıp tasvirini takdim etmekle iktifâ ediyoruz. Bizce bunun peşînen reddini gerektiren bir husus olup olmadığını; hiç bir önyargısı ve kaygısı olmadığı varsayılan birine, ‘’Tanrı insanı evrimle yarattı’’ yahut ‘’Tanrı insanı insan türü olarak olduğu gibi yarattı’’ yazan bir kitap verseniz derhâl bunlardan herhangi birini değerlendirmeyecek kadar saçma bir şey olmasınamı hükmeder, sorusunu düşünerek değerlendirebiliriz.

Yaratma işinin başka, doğa gözlemi ve onun üzerindeki akılyürütmenin başkaca alanlar olduğunu kabûl edenlerçin bu meseleleri dinî bağlamda ve din kaygısıyla ele almak pek görülür bir şey değildir. Bu bir başka yazımızın konusu olur inşallah.

[3] M.Ö. 13 bin ile 4 bin arasında muhtelif iddiâlarla bir tufan olduğu bulgulardan çıkarsamayla, Sümer levhalarında, Eski Çin Ansiklopedisinde, Mayalar’ın, Azteklerin ve hatta bugün Afrika kabilelerinde anlatılmaktadır.

** Mesopotamya, Eski Yunanca ‘ara’ anlamına gelen ‘’mesos’’ ile nehir anlamına gelen ‘’potamos’’ kelimelerinin terkîbinden oluşur: İki nehir arası ülke- Dicle ile Fırat arası, demektir.


Besinlenilen kaynaklar

  • İbn Haldun, Mukaddime, Dergâh
  • Dr. Teoman Duralı:
  • Kutadgubilig Türkcenin Felsefe-Bilim Sözlüğü, Dergâh
  • Çağdaş Küresel Medeniyet, Dergâh
  • Sorun Nedir, Dergâh
  • Dr. Oğuz Tekin, Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş, İletişim
  • Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim
  • Dr. McNeil, Dünya Tarihi, İmge
  • Dr. Ayhan Bıçak,
  • a) Evren Tasavvuru, Dergâh
  • a) Felsefenin Kuruluşu, Dergâh
  • Dr. Hüseyin Gazi Topdemir- Seda Özsoy, Uygarlık Tarihi, Pegem
  • Ernest Granger, Mitoloji ve Müzehher Erim’in takdim yazısı, Cem Yayınevi
  • Güray Alpar, Antropolojik Bakışaçısıyla Stratejik Dünya Tarihi, Palet
  • Clive Ponting, Dünya Tarihi, Alfa
  • Dr. Caner Taslaman, Evrim Teorisi Felsefe ve Allah, İstanbul
  • Peter Bogucki, Pam J. Crabtree editörlüğünde, Antik Avrupa, cilt 1, Kalkedon
  • Alaaddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, İmge
  • Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent, Ayrıntı
  • Gılgamış Destanı, Dergâh
  • https://www.youtube.com/watch?v=UQPeNQvLhpA
  • https://www.youtube.com/watch?v=w8gKuLMPFyY

Editör
Musellem.net editörü...