Orta Asyanın ucsuz bucaksız bozkırlarında çömelmiş bir adamın çıplak ayaklarının üstündeki bilekten akmış gibi duran seyrek ve son tüğlerin üzerindeki hafif çamuru görür gözlerim. Tüğlerin bittiği son yer. Erkeklik ile kadınlığın insan cism-i bedenindeki alâmet-i fârikasından sayılır. Çamurun içinde ademoğulunun toprakla ünsiyetinin öyküsü var. Adam doğrulduğunda kısa bir hırıltıyla solur. Ellerini ardından birleştiriyorken ufka diker gözünü. Bir düşünce doğacak şimdi. Yeni ve muhkem bir karar. Göğüsünde insana mahsûs tecrübeler, dimâğında insanı kendinde şey kılan hâfıza. Aristonun Organon’daki sözü: “İnsanı hayvandan ayıran şey hâfızadır. Tecrübe bilgiyi doğurur, tecrübesizlik rastlantıyı.” Sonra Gandhi sözü alır: “Aç bîtab bir insana Tanrı kimdir diye sorulduğunda, O ekmektir, der.” Adamın gözleri ufukta, basîreti yani iç gözü iç ufkunda. İnsan ufkunun haddini çizen iki saha: Tarih ile coğrafya. Buralarda dolanan her adam seyyâh. Oturduğu yerde dolanan tek varlık: İnsân. Birazdan bir karar doğacak. O karardan önce doğmuş bir erkek çocuğu emekleyerek yanaşıp adamın ayak bileklerindeki çamura el atarken. Çocuğun dokunuşuyla adamın gözleri ufuktan dönüverir ayaklarının dibine.
Tam o esnâda karar da doğuverir: Göçüyoruz.
Yaşayıp dururken karşımıza çıkan her işte karar alırız. Şöyle dönüp baktığımızda dur durak bilmeden karar almak zorunda olan bir canlı olduğumuzu görüyoruz. Neye göre alıyoruz kararlarımızı? Karşılaştığımız her yeni şeyde her yeni bir kararın münâsiblik icâzetini kendisinden aldığımız aşkın ve insânşümûl mecra, doğruluk ile dürüstlük. Birisinde tutarlılık diğerinde ahlâk saplantısı olmalı, insan her kararında bu ikisinden birine sapınca rahâta erecek. İnanç ve eylemlerimizin çerçevesini çizip belirleyen genel geçer bir esâs: Doğru olanı yapmak vecîbedir ve onun sahibi yoktur. Her neredeyse hikmet, gidip alınmalıdır. Yalın bir bilgi birikimi olmaktan fazlasıdır her neredeyse gidip alınan hikmet. Onu aldıysanız onu yaşamak üzere almışsınızdır. Yaşamadığımız hikmet alınmamıştır.
Henüz medeniyetleşmemiş, devletleşmemiş akrabalık-asabiyyet esâsına dayanan topluluklarda, bilhassa bizim kadîm tarihimizde sıklıkla karşılaşılan kişiler var: Bilgeler. Neredeyse her bir işte kendisine başvurulur. Bir bakarsınız idârede, bir bakarsınız tabiblikte nasihât eden, müdâhele eden kendisine başvurulur biridir bilge. Aktardığı şeyler akademik yalın datalar değil, hayâtın engebeli yollarında öngörülmesi neredeyse imkânsız biricik her bir hâdisenin bıçak sırtı tevlîd ettiği duygulanma ile arasında alâka bulunan duyuşların içinden çıkartılmış, sonra bilfiil ve bilkavl aktarılagelmiş tecrübelerden müktebas yaşayan ve yaşatan bilgilerdir.
Biçimsel değildir; biçimsel olmadığından öğretilmez, yaşanır, yaşanarak öğrenilir ve öğretilir. Onun orunu ilhâm ile sezgi âlemidir. Doğaya çevirdiği gözleri olup bitenlere değil, olup bitenlerin ardındaki ilâhî gâyeye dönük. Bu bakmaya basîret denir. Gözleriyle bakıp duyumlanan bir kimseden fazla olarak bu bakmada içten dışa, dıştan içe gelip giden duyumlama ile duygulanmalara sezgi verisi duyuşlar da katılır. Nece basîreti meftûhsa onca hikmet sâhibi olur.
Sınıftan sınıfa giren bir öğretmenin öğrencileri bugün, kitabın karşısındaki okura benzer durumda iş görür görünmektedir. Öğretmen bir takım bigliler ile bilgi edinme yollarını aktarırken öğrencileriyle arasında duygu, duyumlama ile duyuştan mahrecli bir bağ kurar görünmemektedir, nerede kaldı öğrenci, öğretmen, doğa ve onun ardındaki ilâhî gâyenin aranışı ile O gâyenin Sâhibi arasındaki aşkın, ancak duygulanıp duygulandırır ilişki. Öğrenci öğretmeniyle karşılaşmalardadır: Mülâkât. Bilgenin kendisine başvuranla arasındaki ilişki, mülâkâtla değil ‘’hemhâl’’ olmakla ifâde edilir yahut İhsan Fazlıoğlu’nun deyişiyle onlar ‘’hâldâş’’tır.
Bilgelik sezgi ve hâldaşlığa yaslanırken evlâdı olan felsefe, akla yaslanır. Bilgelik felsefenin hattıhareketinin dışında, ötesinde iş görür: O İlâhîliğin sofrasında oturur durur, bu aklı ve onunla iş gören felsefeyi aşkın. Ne var ki felsefenin kendisinden tevlîd olduğu bilgelik olsa da, felsefe, duyu verileri üzerinde biçimleştirilmiş mantık ile sıkı akıl yürütme edimiyle iş görür: Doğa felsefesi.
Felsefenin ne iş gördüğünü bu kadar bir sözle ifâde etmek elbette mümkün değil. Zannederim felsefe üzerindeki menfi değerlendirmelerin arkasındaki sâik onun ne iş gördüğünü ne adından ne de kendisinden bahsedilecek olsa, kötü yahut eksik bahsolunuşundan sebep anlaşılmasındaki güçlük olmalı. Kendi dünya görüşünü ‘’benim felsefem’’ diyerek ifâde eden insanlarız. Okkalı bir iki söz için ‘’hayat felsefem’’ sözünü çekinmeden sarfediveririz. Felsefe kendisinin dünyagörüşünü bildiren birinin malı mıdır, yoksa hemen hemen her kendisiyle iştigâl edenin kendisinden aynı şeyi kastettiği bir işmi?
Felsefeyle neler becerilir, felsefe olmadan kaç sınıfta kalırız? Felsefeyle uğraşmak boş bir iş midir yoksa felsefeyle uğraşmayanın elinde bulundurduğu, onu, ondan müstağni mi kılmaktadır?
Felsefe nedir?
Zannederim asıl soru(n) bu olmalıdır. Felsefenin ne olduğunu sormadan onun ne olup olmadığını bilemeyecek sonra onunla ne iş görüleceğine karar veremeyeceğiz. Ne var ki bu soru sorulduğu anda haddizâtında felsefe yapılmaya başlanılır. Çünkü bu felsefece bir soru ve arayıştır, haddizâtında ‘’Felsefe bir arayıştır.’’[1] Arama işinin en zorunu o görür.
‘’Nedir’’ sorusunun tıpkı kardeşleri olan ‘’nasıl’’, ‘’neden’’, ‘’niçin’’ soruları gibi gördüğü iş bir arayıştır. Gelgelelim sözünü ettiğimiz soru, kardeşlerinin en büyüğü ve onların en meşakkatlisidir.
Bir şeyin ‘’ne’’ olduğunu sormak her ne kadar kolaysa da o sorunun cevâbını hakkıyla vermek tüm diğer sorulara aranan cevâplara nispetle ve alabildiğine zordur. ‘’Ne-dir?’’ sorusunun doğrudan aradığı hakkında söz edilecek husûsun özü, tözü yanî kendisinden başkası olmayan bilgidir. Istılahlaşmalarımızda ifâde ettiğimiz ‘’efrâdını câmî, ağyârını mâni’’ müdhiş açıkseçikliğe varan tarîfler, tam da ‘’nedir’’ sorusunun insanı götürdüğü nihâyete bir misâldir. Ne yaparız bu ıstılahlaşma işiyle? Bir şeyin, kendisini kendisi yapan, cümle husûsiyetlerini bildirir, diğer taraftan onu kendisi-olmayan her bir şeyden ayırıp belirgin kılarız. Bunu yaptığımız ânda kendimizi sınanmaya, tartılmağa da açmış oluruz. Çünkü bir şeyi ıstılahlaştırıp ne olduğunu söylemek artık bir iddiâdır. Her iddiâ-davâ, sâhibini ısbatlamalara gitmeğe zorlar. Isbatlanabilir iddiâlara ‘’sav’’ denir. Her sav sınanmağa, eleştirilmeğe açıktır. Eleştiriye kapalı olması hâlinde olan iddâlar sav değildir ve spekulativ yahut icbârîdir. Bu tip iddiâlar beşer ürünü dogmalara, oradan git gide dogmalardan örülü öğretilere ve öğretiler ağından meydana gelmiş, beşerî dîn dahî denilmesinde zannederim bir beis olmayan, ideolojiler kurmağa kadar varır. Zâten eleştiriye kapalı olan iddiâ, yapı, olay yahut bir dil ifâdesi felsefî de değildir. Bir şeyin felsefî olup olmadığını anlamak, onun eleştirilebilir-analiz edilebilir-çözümlenebilir olup olmadığına bakmakla bilinir. Her eleştiri bir karşı iddiadır. Karşılıklı sınama ve ısbatlamalarla gerçekleşen çözümleme ve akâbinde bütünleme işine dialektik denir. Bu felsefecinin olmazsa olmaz işidir. Her bütünleme yeni bir sav meydana getirir. Her yeni savsa, yeniden sınanmaya ve eleştirilmeye açıktır. Sav, karşı sav; çözümleme, bütünleme işiyle gerçekleşen felsefece arayışın bu yüzden bir nihâyeti yoktur.
Sözü edildiği üzere ‘’nedir’’ sorusu ve kardeşleri bir arayış içindedirler. Bu kardeşlerden ‘’nasıl’’ keyfiyyeti, ‘’neden’’ illeti, ‘’niçin’’ gâyeyi ararken, ‘’nedir’’ mâhiyeti arar. Neyin mahiyetini? Kendisine neyi konu ettiyse onun. Bir şeyin ne olduğunu bilmek aynı zamanda onun ne olmadığını da bilmektir: Haddını bilmek. İnsan kendisine, hep aynı mahiyette şeyleri konu etmediğinden nedir sorusuyla yollanıp çıktığı arayış muhtelif keyfiyetlerde olur. Somut bir nesne hakkında sorduğu ‘’nedir’’ sorusuyla soyut ve giderek aşırı soyut olanlar hakkında sorduğu ‘’nedir’’ sorusu arasında olağanüstü bir fark vardır. Bunlardan somut olanın görülüp bilinmesi zemîni arayışı daha kolay kılarken, zemînden uzaklaşan ve nihâyet zemîni kaybedilmiş yahut kayıp şeyler olan soyut ve aşırı soyut mahiyetteki şeyler, araştırmağı alabildiğine zorlaştırır. Nitekim bir kalemin gösterilip ne olduğu sorusuna ‘’bu kalemdir’’ diye cevâb vermek, ‘’kalem nedir’’ sorusuna verdiğimiz cevâbtan kolaydır. Çünkü ikinci soruda sorulan ‘’nedir’’ sorusunda anlam sorusu söz konusudur: ‘’Kalem nedir’’: ‘’kalemin anlamı nedir’’. Bir şeyin anlamını bildirmek için bir şeyi gösteremiyoruz. Yine de somut karşılığı olan bir şey hakkında sorulduğundan ‘’kalem nedir’’ sorusu, meselâ somut hiçbir karşılığı olmayan yanî duyumlayamadığımız ‘’hikmet’’, ‘’felsefe’’ yahut ‘’cehâlet’’, ‘’dalâlet’’ kavramları hakkındaki soruya nispetle daha kolay cevâblanabilir bir sorudur. Hikmetin ne olduğu sorulduğunda, görülen, işitilen, dokunulan, tadılan, koklanan, kısacası duyumlanan bir şey sorulmadığı için, bu soru zemînden alabildiğine uzaklaşmış, aşırı soyut bir kavram hakkındadır. Aşırı soyut şeyleri eline alacak olan usta, akıldır. Akıl bunu düşünme edimiyle başarır. Düşünme edimlerinden düşünceler meydana getirilir. Düşünceler aktarılıp sınanan düşünme edimi ürünleridir. Bunların ifâdesi kavramlarla gerçekleşir. Düşünme işinin doruğunuysa felsefe işgâl eder: Felsefenin ne olduğu sorulduğunda, bu soruya onsuz cevâb verme fırsatımız yok.
Tekrâr edelim, ‘’Nedir’’ sorusunu sorduğumuz ânda buna hakkıyla cevâb vermek için felsefece hareket etmeye başlarız. Felsefenin ne olduğunu bildirmek artık felsefî yöntemlerce gerçekleşecektir.
‘Felsefe öğrenimi felsefe tarihi ile filosofların meydâna getirdikleri felsefî işleri bilmekle gerçekleşir. Felsefenin doğuşu öncesi, felsefenin doğuşu ve geçirdiği süreç bilinmedikce felsefe de bilinmez’’ [2]: Her doğmuşun olduğu gibi felsefenin de annesi ve annesinden aldıkları vardır. Biz de bu nedenle ‘’önce hikmet vardı’’ dedik. İstedik ki onun, ne ferden ne de ictimaen insanın kendisinden olmayan bir şey olduğu ve soysuz, sopsuz olduğu zannedilmesin.
Gelecek yazımızda, Allah’ın izniyle, 20 asırdan yaşlı olan felsefe ağacının doğuşunu izlemek için tarihi seyre dalmaya gayret edeceğiz.
‘’(1) İnsana has yaşama çeşidine hayat diyoruz. Hayat, heyeti umûmiyesinde, sacayağına dayanır: Çıplak yaşamayı olabilir kılmak üzre zorunlu ihtiyâçların giderilmesi çabaları: Yaşama mücâdelesi. Zorunlu ihtiyâçların giderilmesinde gerekli olan ve yaşama tecrübelerinden bitip serpilen yapabilme hünerleri: Bilgi ile zanaat. Yapabilmek için elzem gözüken el ile gönül birliği: İnanç.
Yaşama mücâdelesi, hayatın kaçınılmaz maddî zemînidir. Onun yapılıp yürütülme yolu yordamı, bilgi ile hünerdir. Bilgi ile hüner, tecrübe ile inanç denkleminin verisidirler. Tecrübe ile inanc ikilisinden biri eksik kaldımı, bilgi ile hüner oluşamazlar. Akıl ‘ateş’inde ‘pişirilip kotarılan’ tecrübelerden deney üretilen sistemli bilgi hevenginin vucuda getirdiği bütünlükse, bilimdir.
(2) Bu-dünya-ötesi ilahî-uhrevî ilhâmlardan kaynaklanan temel inançlar-imân ile bunlardan türemiş talî ve müteâkib itikât silsilelerinin cümlesi dindir.
İnançlardan hareketle ve onlara dayanarak insanın, ilk elde kendisiyle, sonra da başkalarıyla kurduğu tek tek bağlantılara ve onların meydana getirdiği geçici, keyfî olmayan ilişki ağlarının heyeti mecmûasına ahlâk diyoruz.
İnanç ile hüner yörelerinde, daha ziyâde, sezgi yolunda ilerileyip en üst seviyelerde sonuç çıkarmak kâbiliyeti, felsefenin doğduğu pınar olan, bilgelik yahut hikmettir.
Dinden kaynaklanan ahlâkın esâsı edeptir. Bu, aynı zamanda bilgeliğin (hikmetin de) ‘öz suyu’dur. Annesi bilgeliğe sırtını çevirmemiş her felsefe ve onun ‘evlâd’ı durumundaki bilim kuruluğu edep tarafından sevk ve idâre olunur. Edepli yaşayışsa, ilahî-uhrevî sese kulak vererek yaşamaktır. Böylece yaşayan, haddini bilendir. Haddini bilmeyen kibirlidir. Buysa, kötülüklerin hem başı, hem sonudur.’’ [3]
Mehmet Aktaş
[1] Martin Heidegger (1889- 1976) Alman filosof, ontolog.
[2] Bkz: Prof. Dr. Niyazi Kahveci, YTÜ, Felsefeye Giriş dersi 1. Metni,2016
[3] Prof. Dr. Teoman Duralı, Felsefe-Bilim Nedir, 1. Bölüm, A maddesi, 2014
Yazının ikinci bölümü :
Cevapla