1. Bölüm: Fazlurrahman’ın Kur’ân , Vahiy ve Peygamber Anlayışı
Son zamanlarda, “Kur’ân Vahyinin Mahiyeti” hakkındaki söylemleriyle gündeme gelen ve bir kutuplaşmaya sebebiyet veren, haklı eleştiriler toplayan Mustafa Öztürk’ün “Kur’ân’ın lafzen değil de mânâ olarak Hz. Peygamber’e vahyedildiği” şeklindeki görüşleri, Öztürk‘e ait orijinal görüşler değildir ehlince bilindiği üzere. Bu görüşler aslında Fazlurrahman‘a aittir ve Öztürk‘ün yaptığı şey; Fazlurrahman‘ın bu görüşleri -onlara göre- yanlış zaman ve zeminde dile getirmesinden ötürü o dönemde ağır tepkiler ve tenkidler toplaması sonrası, Türkiye’de son zamanlarda yükselişe geçen, seküler ve modernist İslâm anlayışının da verdiği cesaret ve güven ile yeniden gündeme alıp süsleyerek dile getirmesinden başka birşey değildir.
Kendilerine “Tarihselci” diyen kesimin bütün argümanlarını dayandırdıkları üç temel söylemleri var;
Birincisi, Kur’ân ayetlerinde yer alan bazı anlatımların, 7. yüzyıl Arap coğrafyasına hitab eden bazı mitolojik “abartı”lar ihtivâ ettiği; ki bu söylemi Kur’ân’daki kıssalar üzerinden vurgulamayı tercih etmelerinin yanında bu hususa ilave olarak da Kur’ân-ı Kerim’in bazı hükümlerinin nâzil olduğu devrin/dönemin rengini aldığı iddiasını da payanda ederler. Yani bazı ayet-i kerimeler o devirde cari olan örf ve adetlere binaen nazil olmuştur. Nâzil olduğu dönemin rengine büründüğü iddia edilen bu bu hükümler de, kölelik, cariyelik, çokeşlilik, zıhar, lian, haram aylar, çocuk yaştaki kızlarla evlilik gibi hükümlerdir.
İkincisi, Kur’ân’ın lafzen değil mânâ olarak Resûlullah (s.a.v.)’e inzâl olduğu ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendisine ait lafızlarla dile döküldüğü iddiası.
Üçüncüsü, Hadislerin Sahabe ve sonraki âlimler tarafından formüle edildiği (uydurulduğu) iddiası.
Bu üç iddiayı baz alarak ortaya koydukları temel söylem, Kur’ân ahkâmının tamamının tarihsel olarak değerlendirilip tarihte bırakılması gereği ve Kur’ân’ın bizlere sadece ahlâkî boyutta ve tevhid, adalet gibi kavramlar bağlamında rehberlik etmesi gerektiği söylemidir.
Bu tarihselci söylemler ve temel argümanların, yerli modernistler arasında en belirgin üslub ile dile getirildiği isim hiç şüphesiz Fazlurrahman’dır.
Fazlurrahman’ın Türkiye’ye girişi her ne kadar 90’lı yıllara tekâbül etse de, Türkiye Müslümanları arasında itibar görmeye başlamasının başlangıcı olarak kabul edilebilecek gelişme, 28 Şubat olayının hemen öncesinde İstanbul’da gerçekleştirilen “Fazlurrahman Sempozyumu”dur.
28 Şubat 1997’de Refah Partisi’ni iktidardan düşürecek post-modern darbe sürecini başlatan ünlü MGK toplantısından sadece altı gün önce İstanbul’da Büyükşehir Belediyesi’nin organizasyonuyla ve Erdoğan’ın öncülüğünde uluslararası çapta gerçekleştirilen “İslam ve Modernizm: Fazlur Rahman Tecrübesi Konferansı” adlı bu büyük konferans daha sonra aynı isimle kitaplaştırılmıştır. Kitabın girişindeki sunuş yazısı ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan imzalıydı:
“Bir bilim adamı ve düşünürün bu seviyede tartışma konusu olmasının bazı sebepleri var. Bu sebepler arasında tefekkür ve düşüncenin tabiatı yanında, İslam dünyasının modern dünya ile ilişkilerinde alacağı şeklin belirlenmesinde Fazlur Rahman’ın ortaya atıp savunduğu fikir ve tezlerin çok önemli olması konusu da önemlidir. Çünkü Fazlur Rahman, her ne kadar din ve felsefenin ağır ve karmaşık teolojik ve spekülatif meseleleriyle uğraşmışsa dahi, onun asıl amacı bugünkü İslam dünyası için aktüel ve pratik sonuçlar çıkaracak bir çalışmanın somut örneklerini vermektir. Bir başka deyişe Fazlur Rahman’ın önerdiği ve tartışılmasını istediği bir ‘proje’si vardır. İşte bizim İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak, Fazlur Rahman’ı eksen alan İslam ve Modernizm adlı uluslararası bir sempozyum düzenlememizin sebebi, bu projeyi tartışmaya değer bulmamız ve bunun gelecekte çok daha büyük bir önem kazanacağına olan inancımızdır.”
Bu yazı boyunca üzerinde duracağımız temel konu ise; Erdoğan’ın da vurguladığı “Günümüz İslam dünyası için aktüel ve pratik sonuçlar çıkaracak bir çalışma” olarak addedilen bu projenin sahibi olan Fazlurrahman’ın Kur’ân, Vahiy ve Sünnet anlayışı çerçevesindeki söylem ve iddialarını ortaya koymaya çalışmaktır.
Fazlurrahman’ın Kur’ân , Vahiy ve Peygamber Anlayışı
Kur’ân’ın hükümlerini, inzâl olduğu 7. yüzyıl arap coğrafyasının meselelerinin yerel ve yöresel çözümleri olarak gören Fazlurrahmân, Kur’ândaki hükümlerin değil, onlara mevcudiyet veren ilkelerin evrensel olduğunu söylemektedir. Özellikle sosyo-politik ve hukukî âyetler, nüzûl ortamı dâhilinde analiz edilmeli ve her biri cüz’î karakterdeki bu hükümlerin küllilerine ulaşılmalı; böylece elde edilen ahlâkî ve evrensel külliler ışığında çağımızın sorunları çözümlenmelidir. Ne var ki, Kur’ân ahkâmının ve şeriatin değil de, Kur’ân’dan çıkarılacak ahlâkî prensiplerin evrensel olduğunu dile getiren Fazlurrahman, yine farklı bağlamlarda Kur’ân’da vurgulanan bu ahlâkî prensiplerin ise tüm insalık ve medeniyetler bağlamında evrensel olduğunu dile getirmektedir. Yani Kur’ân’da yer alan ahlâkî ilkeler aslında tüm inanç şekillerinde mevcuttur. Bu noktada akla şöyle bir soru gelmektedir; “O halde İslâm’a ve Müslüman olmaya ne gerek var?”
Fazlurrahman’ın, kendi eserlerinde Kur’ân, vahiy hakkında dile getirdiği iddiaların tamamını zikretmesek de, onun Kur’ân , Vahiy ve Peygamber Anlayışı’nı ortaya koyacak belli başlı temel söylemlerine yer vereceğiz. Bu söylemleri, iddiaları ise; Fazlurrahman hakkında en detaylı, en kapsamlı inceleme ve tenkid çalışmasını kaleme almış olan Doç. Dr. Ebubekir Sifil’in “Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi” adlı kitabının 2. cildinden alıntılayacağız.
Fazlurrahman‘a göre vahyin Hz. Peygamber (s.a.v)’e bir melek vasıtasıyla gönderilmediği kesindir. Bu görüş, Fazlurrahman tarafından, vahyi Hz. Peygamber (s.a.v)’e ileten varlıktan Kur’ân’ın “Ruh” veya “er-Rûhu’l-Emîn” (Güvenilir Ruh) diye bahsetmesi, onu hiçbir zaman bir “melek” olarak anmaması ile temellendirilmektedir. Ancak bu, vahyin Hz. Peygamber (s.a.v)’e “vasıtalı” olarak iletilmediği anlamına da gelmez. Burada, söz konusu Ruh ile melekler arasında bir ayrım yapmak gerekmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’e “vahiy, Güvenilir Ruh (er-Rûhu’l-Emîn) olarak da tasvir edilen Kutsal Ruh (Rûhu’l-Kudus) tarafından getirilmiştir.” (…) “Ruh, meleklerin en üstün derecesi ve Allah’a en yakın olanıdır.”(1)
O halde bu “Ruh”, “Kutsal Ruh” veya “Güvenilir Ruh” nedir?
“Bu olayda [“İsra” olayı] hissedilen durum (experience) ruhanî olduğu için tasvir edilen nesneler maddî nesneler olamaz. Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, ruhanî bir durum (spiritual experience) şiddetle yoğunlaşırsa kişi ile nesneler arasındaki uzaklık tamamen kalkar ve bütün her şey apaçık görülür, sesler işitilir, seçilir bir durum alır. Böylece içten gelen ruhanî his somut bir şekil kazanır.”(2)
“Biraz sonra açıklayacağımız gibi Peygamberimiz’in vahiy olayında hissettikleri, kalbî (veya manevî) şeyler nevinden olmasına rağmen bu hisleri doğrudan kelimelere dökülmüştür. Bütün ruhanî hislerde aslında şiddet artınca durum her zaman aynıdır.”(3)
“… Bu meyanda Ruh’un aslen vahyin muhtevası olduğuna dair işaretler de vardır. (…) Herhalde Ruh, Peygamber’in kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç olarak yorumlanabilir. Fakat bu Ruh (Peygamber’in içinde değil aksine) bizzat aslında Allah tarafından “indirilmektedir.”(4)
“Elbetteki O [Hz. Peygamber (s.a.v) Kur’an’ın vahiy olduğu konusunda] doğruyu söylüyordu. Çünkü kendisinin doğrudan doğruya hissederek dinî bir yaşantısı neticesinde bu hikâyeler vahye dönüşmüştür ve böylece masal olmaktan çıkmıstır.”(5)
“… Müslümanlar için mutlak kuralsal olması açısından Kur’an, Allah’ın tarih içinde cereyan eden durumlara Peygamber’in zihni vasıtası ile verdiği cevaplar olduğu için bu zorunluluk daha da güçlenmektedir. (Ehl-i Sünnet, vahiy meselesinde Peygamber’in işgal ettiği yeri çok küçümsediği gibi…”(6)
Devam edecek…
Dipnotlar:
1- Fazlur Rahman, “Ana Konularıyla Kur’an”, 208.
2- Fazlur Rahman’ın bu ifadeleri, “Ana Konularıyla Kur’an”ın çevirisini yapan Alpaslan Açıkgenç’in bile -özenle seçtiği kelimelerle ifade etmeye çalıştığı- ince bir rezervine maruz kalmıştır. Aslında konu, Açıkgenç’in takdim boyutlarını aşmaktadır. Yazarın bu olayı açıklamak için başvurduğu “ben’in genişlemesi”, “ruhî bir durumun şiddetle yoğunlaşması” gibi manevî/psikolojik durumlar hiçbir zaman Kur’ân’ın el-İsrâ suresinde ortaya koyduğu şiddetli vurguları hak etmez. Tamamen kişinin iç dünyasında olup biten -bedenen yaşandığı kabul edilse bu kadar yorum ve zorlamaya gerek kalmazdı- bir serüven hakkında, modern Psikoloji’nin “halisünasyon” açıklaması bir yana, müşriklerin ortaya koyduğu itirazın nasıl bir açıklaması olabilir?
3- Fazlur Rahman, “Ana Konularıyla Kur’an”, 201-2.
4- Fazlur Rahman, “Ana Konularıyla Kur’an”, 209-10.
5- Fazlur Rahman, “Ana Konularıyla Kur’an”, 273.
6- “İslam ve Çağdaşlık”, 78.
Bu dipnot ile ilgili olarak, Doç. Dr. Ebubekir Sifil’in açıklaması:
“Bu nokta oldukça önemlidir. Ehl-i Sünnet’in, yazarımızın ifade ettiği gibi vahiy meselesinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in işgal ettiği yeri sadece “küçümsediği” değil, Hz. Peygamber (s.a.v)’i vahiy karşısında tamamen pasif bir alıcı olarak gördüğü doğrudur ve bu bakış açısı zorunludur da. Gerçi Fazluurahman -ileride de göreceğimiz gibi- bunu, Sünnî Kelâm’ın, teşekkül döneminde iken ve gerekli fikrî donanıma tam anlamıyla sahip değilken oluşturduğu bir teori olarak görmekte ise de, vahye en küçük bir beşerî unsurun -belirleyicilik anlamında- katıldığını söylemek, onun ilahîlik vasfını zedelemek olacağından, Ehl-i Sünnet’in görüşü tamamen doğru ve kabul edilmesi zaruri olan görüştür. Öte yandan Sünnî Kelam’ın teşekkülü döneminde oluşmuş ve bu bakımdan tekemmül etmemiş olarak gördüğü bu konuda (Hz. Peygamber (s.a.v)’in, vahye şu ya da bu ölçüde/şekilde bir katkısının söz konusu olamayacağı hususunda) Fazlurrahman’ın görüşlerinin “net” ve “gelişmiş” olduğunu söylemek de mümkün değildir. Böyle bir noktada yazarın –bu çalısma boyunca değişik vesilelerle ve değisik şekillerde sorulan- şu soruları alabildiğine cesaretle ve açıkça cevaplandırması beklenirdi:
– Hz. Peygamber (s.a.v)’in vahye herhangi bir katkısı ya da onun belirlenmesinde/ şekillenmesinde herhangi bir rolü varsa bu, vahyin alınıp aktarılması sürecinin hangi aşamasında ne şekilde gerçekleşmiştir?
– Eğer Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu sürece etkin bir dahli sözkonusu ise bu gerçek, Garanik hadisesi (!) dışında kendisini ne şekilde ortaya koymuştur?
– Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an vahyini kelimelere döküp insanlara aktarırken, vahyin lafızları üzerinde değişiklik yapma ya da vahyin kelimelerini artırma/eksiltme yetkisi var mıydı?
– Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe edilen bu inisiyatif, O’na yüklenen bir sorumluluğu mu, yoksa dilediği zaman kullanabileceği bir yetkiyi mi ifade etmektedir?
– Böyle bir inisiyatifin mevcudiyetini gösteren kanıt nedir?
– Bu yaklaşım, Fazlurrahman tarafından ileri sürülen “vahyin bölünemezliği” prensibiyle (mesela bkz. “Ana Konularıyla Kur’an”, 181 vd., 276) nasıl bağdaştırılacaktır? “
Bende yazılarınızı takıp etmek istiyorum