İçinde yaşadığımız dünya, insana hizmet etsin diye yaratılmış sayısız nimetler vesilesiyle bize hiç unutmamamız gereken telkinlerde bulunur. En ehemmiyetli telkin şüphesiz ahiret hayatını bize her fırsatta hatırlatmak şeklinde zuhur ediyor. Ahiret hayatı, yani bu dünyadan göçüp gidiş… Bu gidiş, irade sahibi varlıklar için bir hesabın başlangıcı anlamına geliyor. Bununla birlikte hesaba çekilmeyecek olan bitkiler ve hayvanlar, hatta birtakım cansız varlıkların bu hayatta hep gördüğümüz yerden uzaklaşarak yok oluşu, eskiyip pörsümesi ve itibarsızlaşması, bizim de kalıcı olmayışımızı hatırlatıyor. Ve fakat imtihan gereği aynı eşyâ bizi bu dünyaya bağlıyor.
Aile, çoluk çocuk, eşya, servet göstergesi olan tüm mülkler, altınlar, paralar ya da bunların kazandırdığı soyut bir güç gösterisi olarak makam ve mevki… Evet bunların tamamı da bir gün bizi bırakacak ya da bizim onu bırakacak olmamıza rağmen etrafımızı öylesine sarmış bulunuyor ki, onların yok oluşunun bize verdiği mesajı göremez hale geliyoruz.
Müslümanların ilk amacı “Müslümanca bir hayat yaşamak” olduğu herkesçe malum. Bunu başarmak ise dünya-ahiret dengesini “gerektiği gibi” sağlamakla ancak mümkün. Ayet ve hadisler muvacehesinde dünya-ahiret dengesinin nasıl sağlanması gerektiğine baktığımızda esas yurdun ciddi bir ağırlıkla öncelik teşkil ettiğini hemen fark edebiliyoruz. Burada, “Dünya hayatı” şeklinde tercüme edilmesine alışık olduğumuz “el-hayâtu’d-dünyâ” terkibinin bir sıfat tamlaması olduğunu, bunun da “dünya hayat” diye tercüme edilmesi gerektiğini söyleyenlerin işaret ettiği bir hakikat var; “Dünya Hayat” şeklinde yapılan tercümede “dünya” kelimesi “en yakın, pek alçak” manalarına geliyor ve Müslümanlara bu hayatın ahiretle değişilmeyecek kadar kıymetsiz olduğunu hatırlatıyor.
Evet dünya hayatı, ahiret hayatı ile değiştirilemeyecek kadar değersizdir ve bu durum Kur’an-ı Kerim’de de söz ettiğimiz terkip ile vurgulanıyor. “Dünya hayat(ı), bir oyundan ve oyalanmadan başka nedir? Elbette ahiret yurdu ittika edenler için daha hayırlıdır.”[1] buyrulan ayet-i kerime bu hakikati en net ve veciz bir şekilde ifade eden ayetlerden sadece birisidir. Bununla birlikte ahiret hayatını dünya hayatı için satanların azabının hafifletilmeyeceğini bildiren[2], evlatların, malların, altınların, gümüşlerin, atların ve ekinlerin dünya hayatın birer geçimliği olduğunu bildiren[3] ya da dünya hayatının faidesinin ahiret hayatınınkinin yanında çok az olduğunu bildiren ayet-i kerimeler[4] de yine aynı şeyi anlatır. İlgili diğer ayetlerle birlikte incelendiğinde, dünya hayatının tek başına geçtiği yerlerde onun aldatıcılığı öne çıkarılırken, dünya ve ahiret hayatının beraber zikredildiği ayetlerde, ahiret yurdunun tercih edilmesi gerektiğinin vurgulandığı görülmektedir.
Kur’an-ı Kerim’le birlikte dinin diğer temel kaynağı olan hadis-i şeriflere ve fiili sünnetlere baktığımızda ayet-i kerimelerin ikazlarına tam anlamıyla uyumlu uygulama ve telkinler görürüz. Bizim için üsve-i hasene (güzel örnek) olan Allah Rasulü hayatının her safhasını dünya hayatının adî oluşunu gözler önüne serecek şekilde yaşamış, aile efradının da hayatını bu hassasiyete bağlı kılmıştır.
Peygamber Efendimiz (sallallahualeyhivesellem) “Allah’a yemin ederim ki, ahiretin yanında dünyanın değeri, birinizin, parmağını denize batırıp çıkarması gibidir. O kişi parmağının denizden ne kadar alabildiğine baksın!” buyurarak tüm peygamberler gibi zemmettiği dünya hayatının ahiret yurduna kıyasla hiçliğini ortaya koydu. “Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptırmanızdan korkuyorum.”[5] buyuran Allah Rasulü (sallallahualeyhivesellem) meşru olmasına rağmen dünyaya aldanmasınlar ve fitne olmasın diye ailesini dünyanın çekiciliğinden hep uzak tutmaya çalıştı.
Hazreti Fatıma (radiallahuanha) validemiz, bir savaştan getirilen esirlerin ihtiyacı olanlara verildiğini eşi Hz. Ali (radiallahuanh)’den işitmiş, onun da tavsiyesiyle Efendimiz (sallallahualeyhivesellem)’den kendisine bir yardımcı istemeye gitmişti. Hz. Fatıma (radianllahuanha)’nın su taşımaktan omuzları, değirmen çevirmekten elleri şişmiş, evde yaktığı ocakla devamlı kendi ilgilendiği için elbisesinde yanıklar oluşmuştu. Allah Rasulü’nü evde bulamamıştı ama Alemlerin Efendisi onların hanesine teşrif etmişti. İsteklerini sordu, onlara köle vermedi, yatmadan önce okumak üzere bazı tesbihler telkin etti.
Peygamber (sallallahualeyhivesellem) Ehl-i Beyt’e zekât almayı da yasakladı. Ümmete dağıtılmak üzere kendisine getirilen malları dağıtmadan gece uyku uyumadı.
Mekke fethedildiğinde, Kâbe’nin anahtarlarını taşımak vazifesi olan Hicabe’yi isteyen Hz. Abbas ve Hz. Ali (radiallahuanhuma)’nin bu isteğini kabul etmedi. Onlara bir hizmet vazifesi olarak Sikaye’yi, yani Kabe’ye ziyarete gelenlerin su ihtiyacını karşılamak ve Zemzem’in bakımını yapmak işini tevdi ederken, Hicabe’yi Osman b. Talha’ya takdim etti.
Allah Rasulünün halifeleri de ahiret yurdu için dünya hayat’ı elinin tersiyle itmeyi bildi. Bu yüz çeviriş kendisini en çok infak hareketlerinde gösterdi. Tebuk Gazvesinde Hazreti Ömer malının yarısını, Hazreti Ebubekir malının tamamını vakfetti. Aynı cihada hazırlık sürecinde Hz. Osman 950 deve ile 100 at infak etti (radiallahuanhum).
Dünyayı elinin tersiyle itmeyi bilenler büyük oldu. Nesiller geçti, zaman değişti. Dünyanın cazibe araçları her gün çeşitlendi. Ona aldırış etmeyip ahirete odaklanmayı bilenler hep var oldu. Zühd hayatı yaşadılar, halk ile birlikte görünüp Hakk ile birlikte oldular. Ve fakat şeytan insanların ekserisini dünya-ahiret dengesini kurmak hususunda kandırdı. Bunun farkında olan ehil ulema gerekli ikazları yapmaktan hiç geri durmadı.
Abdulfettah Ebu Gudde merhumun naklettiğine göre İmam Gazali Hazretleri şöyle demiştir:
“…Her gün ömürleri azalmasına rağmen malları arttığından dolayı sevinen ahmaklar gibi olma. Mal artıyor ancak ömür azalıyor, bunun neresinde hayır var? İlmin ve amelin dışında bir şeyin artmasına sevinme, çünkü eşin, malın, çocukların ve arkadaşların kabirde seni yalnız bırakıp gittikleri zaman bu ikisi kabirde sana refakat edecek arkadaşlarındır.”[6]
Kişinin dünyaya bağlanması vesilesiyle düştüğü gaflet kişiye bela olarak yeter. Bazen de şeytan dünyalıklar ile kazanılacak hayırları kullanarak insanı kandırır. Bu hususta İsmail Çetin Hocaefendi’den dikkat çekici bir tasnifi özetle buraya aktarıp, tafsilatını -mutlaka tetkik etmeniz tavsiyesiyle- ilgili kitaba havale ediyorum.
Şeytanın verdiği vesveseler kök itibariyle altı kısımdır dedikten sonra şu sıralamayı yapmaktadır: Küfür ve şirk arzusu verir, Sünnetleri terk bid’atleri işleme arzusu verir, küfür ve bid’ate sevk edemez ise ona günahın lezzetini gösterir, başaramazsa küçük günahların devamını arzular, kişinin kalbine “bu günah değildir helaldir neden terk ediyorsun, bol bol ye iç” diyerek kişiyi gaflete sürükler, yolundan çevirir. Bunlar olmazsa farz ve vacibi terk ettirerek nafile ibadetlerle meşgul eder..
İşte şeytan tüm bunlarda başarılı olmazsa konumuzla alakalı olan, çok çarpıcı bir “taktik” kullanır. “Çok çalış ve mal kazan” diyerek kişiye hırsı, “ileride zengin olduğunda o paralarla hayır yaparsın” diyerek de kişiye tul-i emeli verir. [7]
Kişinin içine düştüğü uzun gelecek planları (tul-i emel) onu oradan oraya sürükler, ölümü unutur, kazanmaya muvaffak olursa hayır hasenata fırsat bulamadan daha çok olsun için yeniden hırsa bürünür.
Şu dünyaya meylin her türlüsünde biz kullar için gaflete götürücü geniş bir yol vardır.
Eşyaya tefekkürle nazar edip ibret alabilmek ve dünyanın çekiciliğinden ikrah edenlerden olabilmek duamızdır.
Dipnotlar:
[1] el-En’âm, 32
[2] el-Bakara, 8
[3] Âl-i İmrân, 14
[4] et-Tevbe, 3
[5] Buhari, Zekat 47, Cihad 37; Muslim, Zekat 121-123
[6] Abdulfettah Ebu Gudde, Zamanın Kıymeti, Otto Yay. s. 54
[7] İsmail Çetin, İnsan ve Vazifesi, Dilara yay. s.54 vd.
Cevapla