Dil, anlayışında, anlatışında, arayış ve ilimlerinde, zahiri ve batıni var oluş ve aktarılış sahasıdır. Mâlumdur ki iman mevzusu dâhi ‘kalp ile tasdik edilenin dil ile ikrarıdır’ şeklinde ‘ilke söz’ halinde çerçevelenmiştir.[1] Dil felsefecilerinin bütün dil doğuş ve gelişim teorileri ve sosyologların dil-beşeriyet irtibatının izahları bir tarafa dilin dünyevi sınırlara mahkûm bir vasıta değil uhrevi âlemi hatırlatıcı bir ilahi tarafı olduğunu da görmek gerekir.[2] Hakikati arama mesaisini gerçekleştirmek için varılacak bütün durakların –okumak, yazmak, konuşmak, tefekkür– temeli dilden yani ona haiz olma potansiyelinden teşekkül etmektedir.
Dil varlığın her noktasını diğerinden ayırmamızı ve tanımlamamızı zihin düzleminden alarak hayata aktaran biricik yol. Bütün insanlık birikimi bu aktarılabilirlik üzerine bina edilmiş ve edilmektedir. Dilin, doğadaki seslerin insanlar tarafından taklidi şeklinde doğduğu ve geliştiği şeklindeki yaklaşımcılar için ise[3] ‘doğanın nasıl ve neden insan tarafından taklid edilebilir ve insanın işitme frekansında sesler yaydığı ve doğa ile insan arasındaki ses-iletişim bağının ortak paydaları bir problem olarak durmaktadır. Dilin aktarılabilirlik vazifesini icrası, bütün ve parça ilişkisinin tayin edilebilirliği ile mümkündür. Yani bir şeyi diğer şeylerden tecrid ederek yalnız ona mahsus vasfına ait isim vermek o parçanın bütünden nasıl ve nerede ayrı olduğunu bilmeyi icap eder. Bir şeyi diğer hiçbir şeyle ilişkisini bilmeksizin yahûd bilmeyene ifade etmek mümkün değildir.
”Bir varlığın tanımlanması/tarifi dört şekil ile olur.
1-Kendisiyle
2-İçinde bulunan cüzler/parçaları ile
3- Dışarıda kalan nesnelerle
4-Kendi içinde veya dışında olan şeylerin tümüyle.
Bir ‘şeyi’ kendisi ile tanımlamak imkânsızdır zira bu durum zaten tanımı istenenin bilinmesini gerektirir ki bilineni yeniden bilinmediğini kabul ederek bildirmek abestir. Bir ‘şeyin’ cüzleri ile tanımlanması da muhaldir çünkü bu durumda o cüzün bütün ile kurduğu ilişkinin bilinmesi ve tanımın sağlanabilmesi için o ‘şeyin’ bilinmesi zaruri olur. Dıştaki ‘şeyler’ ile o ‘şeyin’ tanımlanması da yine aynı alaka ile muhal olur çünkü dıştaki ‘şeyler’ ile o ‘şey’ arasındaki irtibatı yahûd ayrımı bilmek için o ‘şeyi’ veya hariçteki sonsuz her ‘şeyi’ bütün vasıflarıyla bilmek icap eder. Birşeyi kendindeki ve dıştaki ‘şeyler’ ile tanımlamanın da üç şekildeki yollar ile olacağından bunun da muhal olduğu aşikâr olur.”[4]
Fahruddin Râzi’nin çevrelediği bu acziyet aslında yalnızca insanın böyle bir kabiliyetten mahrum olmasından değil, kullandığı aracın ve sahanın yani dilin varlık kaynağının ‘ilişkilendirme’ üzerine yükseliyor olmasındandır ve dil ile yapılan her beyanın mutlaka bir alaka yahûd ayrıştırma içermesinin zaruretindendir. ‘Amazonların balta girmemiş ormanlarındaki bir karıncanın kişinin kendi ile arasındaki ulvî bağ’[5] ifadesinin de dil, yani anlayış ve anlatış yönüde bütün âlemde mevcut olmaklığıda bu hususiyetledir.
İnsan ancak dil yardımıyla, varlıklar arasında bulunan ve akıl yoluyla kavranabilen bağlantıları anlamlandırmaya muktedir olur. Lafızla mana arasındaki ilişkiyi tespit ve tayin etmek için en önemli kolonlardan birisinin dil olduğu yaratılış ayetlerinde de bizlere hatırlatılmıştır. Hz. Âdem’in yaratılışındaki meleklerin şaşkınlığını, nefsi yanılgı ve hatalara düşerek Allah’a itaatten ayrılmayacak bir varlık yerine bu ayrılmaya müsait nefsi varlıkların yaratılma hikmetini kavrayamayan meleklere[6] karşı Allah’ın Âdem’e ‘eşyanın ismini haber verebilme’ vasfını verdiğini beyan ettiği ayetler[7] bize çok şey anlatmaktadır. Müfessirlerin birçoğuna göre Âdem’e verilen ezberletilmiş bir eşya-isim listesi değil varlıkları tanıma, anlama ve onu diğerlerinden ayıran vasıflarını ihata ederek tarif edebilme kabiliyetidir.[8] Hz. Peygamberde de “Allah’ım bana eşya ve hadisenin hakikatini göster.”[9] duasına istinaden bu ayrımı ve tanımlamayı yapabilme yetkinliğinin yanında mahiyetlerine de hâkim olma mevkii tahsis edilmiştir denmektedir. Akıl-dil ilişkisinin ulvi derecesinin nerelere kadar uzandığı onun ilahi yanını tekrar hatırlatır niteliktedir.
İslam içi penceredense bütün anlayışı tek bir mihrakta görerek dil mevzunu “Bilinmez bir hazineydim bilinmek istedim..”[10] ölçüsünde irtibatlandırıp bilme ve tanıma kabiliyetinde yaratılmayı anlamlandırabilmek. “Öyleyse ben neyim? Düşünen bir şey. Düşünen bir şey nedir? Şüphe eden, anlayan, kavrayan, tasdik ve inkâr eden.”[11] İnsanın memuriyeti öz halinde bundan ibarettir.
Dipnotlar
[1] İmam Azam Ebu Hanife – Fıkhu’l Ekber, İmam Tahavî – el-Akidetü’l Tahaviyye, İmam Mâtürîdî – Kitabu’t Tevhid
[2] ‘Emr-i kün fe yekûn’ her şeyin hitap ile başladığını işaret eder. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes ‘Başlangıçta kelam vardı’ diye başlar.
[3] Jean Jacques Rousseau – Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, syf.
[4] Râzi, Fahruddin – el-Mufassal, trc. Hüseyin Atay, syf. 15-16
[5] Mirzabeyoğlu, Salih – Dil ve anlayış, syf. 28
[6] Bakara – 30
[7] Bakara – 31-32-33
[8] Fahruddin Razi – Mefatih’ul gayb, c. 2, syf. 85
[9] Aliyyu’l-Kâri – Mirkat, 8/3453
[10] Aclunî – Keşfu’l-Hafa, 2/132
[11] Descartes, Rene – Felsefenin ilkeleri, syf. 143
Cevapla