Şiir okumak -okuyabilmek daha doğrusu- açıkça söylemek isterim ki, herkesin harcı değildir,
(burada şiiri seslendirmekten/yorumlamaktan bahsetmiyorum elbette).
Bunu söylerken kastettiğim şiirler, kafiye tuttuysa sal gitsin şeklinde baştan sağma yazılmış, hiçbir sanatsal nitelik taşımayan, duyguları anlatabilme, hissettirebilme kaygısı güdülmeden yazılmış şiirimsiler değil elbette.
“Neden herkesin harcı değildir?” sorusunu cevaplamak dahi işte bu durumla alakalıdır. Bahsettiğim durum her ne kadar bu “üst dil”in, yani şiirin sizi ne kadar beslediği ile, iç dünyanızda belirginlik kazanmış değerler, edebî seviye ve süflî ölçü(t)ler bağlamında “sözlü dil”i değil de bu “üst dil”i iyi tanımak ve bilmekle ilgili olsa da, bu sorunun cevabını bilmiyorsanız, o zaman işiniz zor. Hele ki okuyacağınız şair, bir Necip Fazıl, bir Cemal Süreyâ, bir Cahit Zarifoğlu ise, çok daha zor…
“Şiir niçin okunur, neden şiir okuruz?” sorusuna vereceğimiz cevap muhtemelen; ‘’Herhalde yokluğunu hissettiğimiz bir şeyleri tamamlamak, bir zorluğu gidermek ve nihayet bir doyum sağlamak için.’’ Olacaktır. Fakat bu cevap beraberinde şu soruyu da getirir kaçınılmaz olarak; Yokluğunu hissettiğimiz şey nedir? Şiir okuma yoluyla gidermeye çalıştığımız zorluk nedir? Şiir okuma ile birlikte hangi hususta bir doyum sağlarız? Bu noktada iki şey önem kazanır, birincisi eğer bu sorularınıza Şair (ya da okunan/okunacak şiir/ler) okuyucunun kafasında oluşan bu sorulara gerçekten tatmin edici cevaplar verir, eğer vermiyorsa ya o şairi okumamalısınız ya da hiç şiir okumamalısınız. Çünkü şair’in verdiği cevabı anlayamıyorsanız şiir okumanıza gerek yok demektir.
Şiir ve şiir’den ziyade “Şiir okuma fiili” ancak ‘’Söz’’ün anlamını yitirip acziyet içinde bulunduğu bir ortamda anlam, değer, derinlik ve varlık kazanabilir. Cemal Süreyâ’nın ve yine birçok şair’in de dolaylı olarak dile getirdiği gibi; İnsan iç dünyasında hissettiği kendi doğrularını ve kendi duygularını dış dünyada bulabilirse, şiire yüz vermez çünkü.
Şiirin kaynağında, insanoğlunun -bazen akıllara durgunluk veren- trajedisi vardır, bu trajedi o’nun “iç dünya”sıyla “dış dünya”sı arasındaki çatışmadır. Bu, bir anlamda ‘’dışsal’’ olanla ‘’içsel’’ olanın çatışmasıdır. Sanatın diğer dalları ve şiir, bu iki dünyanın çatışmasından doğan bir arayış, bir acı, bir çığlık, bir kıvılcım. İsmet Özel’in deyimiyle ‘’bir basınç farkı’’dır. Böyle bir isteğin insanın içinde kabarması için insanın kendi doğruları ile dış dünyanın somutluğu arasında bir uyumsuzluk, bir basınç farkı olması gerekir.
Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerini okumaya çalışmak demek aynı anda dört mevsimin bütün olumsuz şartlarına, bütün zorluklarına meydan okuyarak yürümeye çalışmak demektir.
O’nu anlamayı bir yana bırakın, okuyabilmek bile özel bir altyapı, birikim, vukûfiyet ve kabiliyet, kısaca “özel bir kılavuz” gerektiriyor bana göre. Bunu “Şiir Okuma Kılavuzu” adlı kitabında anlatan İsmet Özel “şiir okumanın, bir ‘kılavuz’u gerektirecek kadar çetin bir iş olduğu”nu dile getirmektedir. . Hakiki şiir yerine hayalet şiirlerin ortalıkta dolaştığı bu yoz sanat ortamında iyi niyetli şiir okuyucusunun gerçek şiire ulaşma, şiirden beklenenleri elde etme yolunda bir kılavuza ihtiyacı olduğu aşikardır. Şairin, “Bir insan şiir okumayı seçmişse, bu okuma süresince ve sonucunda kişiliği, kimliği ve yeryüzünde sahip olduğu yer bakımından şiirden bir kazanç sağlamayı düşünüyorsa, yapacağı bu işi tesadüflerin umursamaz akışı içinde değil de kararlılık içinde gerçekleştirme yolundaysa o insanın şiir okumak için bir kılavuza ihtiyacı vardır.” (1) sözleri, böyle bir ‘’kılavuz’’un gereğini ortaya koymaktadır.
Alim Karaman’ın da dediği gibi, Zarifoğlu’nun dünyasına, yeni bir iklime geçer girersiniz. Yeni bir iklime girmenin ne gibi etkileri oluyorsa o etkileri aynen yaşarsınız.
Hayal ile gerçeğin, hayat ile ölümün, varlık ile yokluğun, geçmiş ile geleceğin, teslim ile isyanın, online casino nederlandsegokken iç dünya ile dış dünyanın v.b. çatışkıların, karşıtlıkların nasıl birbiri ile iç içe geçtiğini ve nasıl birbirlerini bütünlediklerini önce okursunuz sonra kelimeler, cümleler size kendilerini açtıkça (ki açarsa eğer) bu kez görmeye, anlamaya başlarsınız o’nun şiirlerinde.
Zarifoğlu’nun anlatımındaki tat, daha önce hiç yemediğiniz, tadını bilmediğiniz ve başka hiçbir yerde yapılmayan bir yemek gibidir. Yersiniz fakat bir yandan da hissettiğiniz tadı tanımlamaya çalışırsınız ve tanımladığınızı, neye benzediğini hissettiğiniz an, “Zarifoğlu’nun üslûbu, dili tam da şuna benziyor” dediğiniz an bir de bakmışsınız ki o tanımınızın tam zıdd-ı kâmili ile karşınıza dikiliverir.
Zarifoğlu’nun şiirleri hakkında daha önce yapılan yorumları, değerlendirmeleri incelediğimde karşıma çıkan, çoğunlukla “anlaşılmakta güçlük çekilen bir dile, üslûba sahip olduğu” yönündeki görüşlere, tesbitlere ben de katılıyorum doğal olarak. Çünkü o’nu anlamak gerçekten zor. Kendine özgü bir dili, kendine özgü bir kurgusu var. Somut ve soyut algısı çok farklı.
Biraz Necip Fazıl, biraz Cemal Süreya, biraz Sezai Karakoç, yer yer Turgut Uyar tadını hissetseniz de aslında o’nun şiirlerindeki tat hiçbirine benzememektedir.
Şairin hissettiği, gördüğü, algıladığı herhangi bir şey, üzerinden zaman geçtikçe, bekletildikçe değişime dönüşüme uğrar. Zarifoğlu, herhangi bir anda, herhangi bir şeyi nasıl görüyor nasıl algılıyorsa tam da o anda kağıtlara kaydedilmiş gibi fakat bir yandan da zaman geçtikçe ve bekledikçe o herhangi bir şeyde meydana gelen değişimin ve dönüşümün de aynı anda aynı cümlelere eklendiğini hissettirir ilginç bir şekilde, yani olması gerektiği gibi ama olmaması gerektiği gibi de…
Herhangi bir duygunun zıddını aslında aynı zamanda o duygunun kendisiymiş gibi hissettirebilen yani “herşey zıddıyla kâimdir” düsturunu tam anlamıyla zihinlere zerkeden, kayıtsız şartsız kabul ettiren bir mahiyeti hâiz o’nun dili.
Çok iddialı ama şaşırtıcı şekilde çok sıradan gibi…
Bağırıyormuş gibi ama çok sakin…
İnsana özgü ne varsa sorgulatıyor sıklıkla…
Sarsıcı, değiştirici, dönüştürücü, sorgulatıcı bir gönül macerası mahiyetinde yaşanan, yaşattıran bu anlatım, her “şey”in aslı ile mefhum-u muhâlifi arasında “git-gel”ler yaşayıp/yaşatıp, dönüşümlü bir şekilde zikzaklar çiz(dir)ip duruyor hem kendisine hem okuyucuya…
Kendi bakışı, kendi sesi ve kendi imkânlarıyla ortaya konulmuş bir sanat eseri o’nun her şiiri.
Ezcümle, Zarifoğlu’nun dünyasına girmek istiyorsanız, öncelikle bunu neden istediğinizi kendinize izah edip karar vermelisiniz kanaatimce. Çünkü “keşke hiç girmeseydim” diyebilme ihtimaliniz de var ama yine de ne olursa olsun girin derim, buna değer…
Dipnotlar:
1- İsmet ÖZEL, Şiir Okuma Kılavuzu, Şule Yay, İst. 2002, s. 9
Cevapla