Kur’ân’ın birçok ayetinde vurgulanan “anlama” ameliyesi ne demektir? Herkes herşeyi anlayabilir mi? Herhangi bir metin’den yazıdan ya da sözden, bir çocuk, bir deli(akıl hastası), bir yaşlı, bir Müslüman, bir ateist, bir hıristiyan, bir mecusî, bir doktor, bir hakim, bir mühendis, bir ayakkabı boyacısı, bir kasap, bir katil, bir kadın, bir erkek, bir sosyalist, bir marksist, bir budist, bir rasyonalist, bir şair, bir matematikçi, bir dilbilimci v.s. aynı şeyi anlayabilir mi? Bu mümkün müdür?
Böyle bir deney yapılsa, yani mesela bu saydığımız kesimlerden birer ikişer kişiye; “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir“(Fetih 10) , “Arş üzerine istiva eden Allah, nerede olursanız olun, sizinle beraberdir“(Hadid 4) gibi ayetlerden ne anladıklarını sorsak hiçbir farklılık olmadan aynı cevabı verirler mi? Ya da hepsi bu ayeti doğru şekilde anlayabilir mi?
Ya da; “Allah size gaybı bildirmez; fakat dilediği Peygamberine gaybı bildirir.“(Al-i imran 179) , “Allah gayba kimseyi muttali kılmaz; ancak dilediği Peygamber müstesna.“(Cin 26) gibi ayetler ile beraber, ”Ben gaybı da bilmem“(Enam 50, Hud 31) , “Gaybı da bilmek Allah’a mahsustur“(Yunus 20) gibi ayetlerle birlikte bu ayetleri bütüncül olarak okuyup bir arada değerlendirdiklerinde ne anladıklarını sorsak, saydığımız insanlar aynı şeyi anlayabilirler mi? Ve ya Hz. Musâ (a.s.) ile Hızır(a.s.) kıssasının zikredildiği ayetlerin meallerinden ne anladıklarını sorsak, hepsi -istisnasız- aynı cevabı verir mi?
”Hadisleri yeniden, yeni baştan Kur’ân’a arzetmek” gerektiğini dillendirenlerin aslında yaptıkları şey; Hadislerden anladıkları/çıkardıkları yorumu, Kendi Kur’ân yorumlarına arzetmekti. Hadisleri “zannî” addettikleri için, her fırsatta zann’dan kaçındıklarını(!) vurgulayan bu gürûh, bâriz bir şekilde, kendi zannî hadis yorumlarını, yine kendi zannî Kur’ân yorumlarına arzetme garâbeti içinde bulunduklarını göremeyecek kadar da zihinleri iğdiş edilmiş vaziyette…
Fakat bu noktada atladıkları ya da ısrarla kaçındıkları en önemli soruyu sormaktan imtina ettiler;
“Biz bu hadisleri ve ayetleri gerçekten doğru anlıyor muyuz? ”
Bu soru ise bizi şu noktaya götürecektir;
“Anlama” ne demektir? Kur’ân’ı doğru anlama noktasında değinmemiz gereken en önemli husus “anlama”nın ne olduğudur. Anlam, dilin çok çeşitli yönlerini kapsamaktadır. Bir anlama faaliyetinin beş ayrı unsuru vardır:
–Anlatan,
-Anlatılan,
–Mana ve maksat,
–Anlaşılan,
–Anlayan. [1]
Anlatılan her metnin iki ana unsuru olan anlatılan ile anlaşılanın kesiştiği nokta amaçtır. Mana aslında amacın kendisidir. Anlayan ile anlatanın birlikte aradıkları ya da buldukları şey ise “hakikat”tir.
Anlama eylemini gerçekleştirecek kişi öncelikle anlaşılacak olanın “nasıl bir metin” olduğunu ve kim tarafından anlatıldığını cevaplandırmalıdır. Çünkü anlatanın niyeti ile anlatılan (metin) arasında mantıkî bir ilişki vardır. Anlatanın düşünce, duygu ve niyetleri, metinde seçip kullandığı kelimelerle bağlantılıdır.[2] Bu yüzden anlatanın niyetini okumak için hariçten yaşam öyküsüyle ilgilenmeye gerek yoktur. Bütün bunları gerçekleştirecek olan anlayanın da anlam üretiminde küçümsenmeyecek ölçüde rolü vardır.[3] Zira metnin muhatabı, metnin kendisini nasıl düşünüyor, nasıl düşlüyor ise metnin içeriğini de bu düşüncesine uygun bir yoruma tabi tutar.
Modernist bakış açısının İslâmî nass’lar bağlamındaki en temel problematiği “Nassların bize ne dediği” yani “Mana” değil, “Bizim nass’lardan ne anladığımız” yani “yorum”dur. Bu formülasyonun temelinde ise “Hermenötik (yorumsamacı) okuma” ve “Tarihsel Bakış” vardır. Kur’ân’ı anlama noktasında modern çağlarda kullanılan/başvurulan bir anlama biçimi olan “hermenötik okuma” yani “yorumcu yaklaşım” temelde “benmerkezci”dir. Kişi bir sözü veya metni kendi bilgi ve zeka seviyesi, zihniyeti, kültürü, hayat tecrübesi, yetişme tarzı, bakış açısı, önyargıları, temel tercihleri, çevresi gibi unsurlar doğrultusunda anlar veya yorumlar. Yani böyle bir anlama faaliyetinde anlayan özneden bağımsız, objektif bir anlama söz konusu değildir. İnsanların zihnindeki –yukarıda saydığımız- kavramsal ve yargısal şablonların farklılığı kadar sayıda farklı anlamalar, anlamlandırmalar ve yorumlar çıkabilir ortaya. “Benmerkezci” yani “Hermenötik okuma” olan “yorumcu yaklaşım” bir “esas” olarak kabul edildiği takdirde, birbirinden farklı birçok “yorum”un ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Peki İslâmî Açıdan “Anlama” Ne Demektir?
Bir kavram olarak “anlama”, İslâmî literatürde ve lügat’te “Fıkıh” olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda Kur’ân da, A’râf/179, Enfâl/65, Tevbe/87, Fetih/15, Haşr/13, Münâfikûn/3,7 gibi ayetlerde “anlama”yı “fıkıh/fıkhetme” olarak zikretmektedir. İslamî ilimlerin gelişmesine paralel olarak “fıkh”ın kavramsal çerçevesinde de bir takım değişiklikler olmuş, kelime kapsamı daraltılarak “istidlal yoluyla tafsili delillerden şer’î ameli hükümleri bilip-çıkarmak” şeklinde tarif edilmiştir.[4] Burda esas olan kâide, Başta Kur’ân ve Sünnet olmak üzere , İslamî bilgi kaynaklarının “arapça” olması hasebiyle, bu kaynakları “anlama” ameliyesinin de fasih arapça esas alınarak icrâ edilmesi gerektiğidir.
İslamî Usûl’de bir lâfzın, metnin ifade ettiği “mana”yı tesbit edebilmek için onu 4 yönden ayrıma tabî tutulmaktadır;
1- Lâfzın hangi mana için vaz’ olunduğu. Bu ayrım kendi içinde “Hâss, Amm ve Müşterek” olmak üzere üçe ayrılır.
2- Vaz’ olunduğu manada mı yoksa başka bir manada mı kullanıldığı. Bu ayrım da kendi içerisinde “Hakîkat, Mecâz, Sarîh, Kinâye” olmak üzere dört kısma ayrılır.
3- Kullanıldığı manaya delâletinin açıklık-kapalılık derecesi/durumu. Bu ayrım da açıklık derecesi bakımından “Zâhir, Nass, Müfesser, Muhkem” olarak, kapalılık derecesi bakımından da “Hâfî, Müşkil, Mücmel ve Müteşâbih” olarak –toplamda- 8 kısma ayrılmıştır.
4- Kullanıldığı manaya delâletinin şekli (çıkarılan mananın doğrudan mı yoksa dolaylı bir yolla mı ifade edilmiş olduğu). Bu ayrım da; Lafzın manaya delâlet şekli ve sözü söyleyenin lafızdan maksadının ne olduğunu anlayabilme yolları itibariyle, “İbâre, İşaret, Delâlet ve İktizâ” olarak 4 kısma ayrılır. (Bu konuda daha geniş bilgi için ilgili eserlere müracaat edilebilir.)
Bu bahsi geçen tanımları, kavramları bizler uydurmadık, ya da geçmiş ulema uydurmadı elbette. Bu hususiyetler ve detaylar Kur’ân’da zaten mevcuttu ve tanımlar da mevcut olanın tanımlanması, isimlendirilmesinden ibarettir. Tıpkı dünyada, doğa da renklerin, nesnelerin, havyanların, bitkilerin var olması ama sonradan isimlendirilmesi gibi.
Bütün bu hususlar Kur’ân’ın orijinal metni/lafzı ve Arapçanın hususiyetleri ile doğrudan alakalı olduğu için, bu hususlar dikkate alınmadan, “Kur’ân’ın Ruhu” gibi herkesin farklı şeyler anladığı muğlak, yuvarlama ifadelerle, Kur’ân’ı anlamaya çalışmak altı delik bir kovaya su doldurmaya çalışmaktan ileri bir şey ifade etmez.
Bütün bu unsurlar; Kur’ân’ı ve Hadisleri orjinal metninden değil de, birilerinin zannî yorumundan, anladıklarından ibaret olan Kur’ân ve Hadis Meâli üzerinden doğru bir anlama ve “Hadisleri Meâle Arz” gibi nesebi gayr-i sahih bir ameliyeye giriştiklerinde karşılaşacakları yüzlerce hayatî hataya işaret etmektedir elbette.
Bu bakımdan, her fırsatta ard arda sıraladıkları “apaçık kitap, apaçık Kur’ân” terkiblerinin geçtiği ayetlerin mealleri eşliğinde “Kur’ân apaçık ve anlaşılır bir kitaptır, onunla aranıza kimseyi sokmadan alın elinize bir meâl ve dininizi meâlden öğrenin” retoriği, ancak “cambaza baktırma” telâşı ve limon kolonyasının verdiği geçici ferahlık kıvamında bir rahatlatma, avutma seansından ibarettir.
İslam geleneğindeki anlama disiplini ile çağdaş anlama usulünün işleyiş ve neticeleri itibariyle aralarında derin farklar vardır. Her iki anlayış usulünün amaçlarının farklı olması sistemlerin işleyişinde hala en önemli faktördür. İslam geleneğindeki anlama usûllerinde açıklamalar, sebebin yanı sıra illet ve hikmete dayanır. Çağdaş anlambilimlerde ise anlama sadece nedenseldir. Çağdaş Kur’an telakkileri ile klasik dönem tefsirleri arasında derin farklar olmasının bir nedeni de anlatılan ile anlayanın münasebetidir. Metnin algılanış şeklinin anlamaya etkisini daha açık bir şekilde görebilmek için yerli modernistlerin zihin kodlarını inşâ ve fikir/yöntem’de kaynaklık eden Batı’lı (Yahudi ve Hıristiyan) oryantalistlerin Kur’an yorumuna bakmak gerekir; Bu oryantalistlerden birisi olan Wansbrough’a göre “Kur’an bir çok kültürün birleşmesi ile ortaya çıkan ve bugünkü haliyle Muhammed sonrası oluşan bir kitaptır.”[5] Başka bir oryantalist olan Sprenger ise “Hz. Peygamber’in aktarımlarının ekseriyetinin öncekilerin masallarından ibaret”(!) olduğunu söylemektedir.[6]
Yerli modernist ilahiyatçılara en çok ilham kaynağı olan, Modern ilahiyatçılar tarafından, hadislere yönelttiği eleştirileri en çok kullanılan ve Mustafa İslamoğlu’nun “Ben onun eserlerinin hiçbirisinde ne Kur’ân’a ne de İslâmî değerlere karşı en ufak bir hakaret ve kötülemeye rastlamadım”[7] diyerek savunduğu Macar yahudisi İgnaz Goldziher ise “…bu fevkalbeşer kimselere isabet eden bir hastalıktır ki, onlar daha önce meçhul olan yeni bir hayat nizamını ortaya koyup, bütün kötülükleri yıkmaya kendilerinde kuvvet bulurlar. Nebi (Hz. Muhammed s.a.v.’i kasdediyor) ve Havarilerin (Sahabe) gayretleri, bu hastalıktan başka bir şey değildir” [8]. demektedir.
Kur’an-ı Kerim’in doğru bir şekilde anlaşılması, anlatılanın anlaşılana uygun olmasıyla mümkündür. Bunun için de anlatan ile anlayan arasında ideal manada bir iletişim olmalıdır. Anlatan; Allah Teala ile, ilk anlayan; Efendimiz (s.a.v.) arasında pürüzsüz bir iletişimin olması, Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılmasını temin etmiştir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) başka herkesin vahyi anlamada his, duygu ve birikimleri etkili olmuştur. Hz. Ali (r.anh)’ın tesbitiyle Kur’an’ın “hammâlun zû vûcüh” (çok anlamlı) olması anlayan açısından oluşabilecek problemleri daha da ciddileştirmiştir. Kur’an’ı anlayanın yanlış anlamasını engelleyebilmek için müstakil anlama disiplinleri geliştirilmiştir.
Kur’an’ı Kerim’in ilahi bir kitap olması, anlaşılmasında farklı bir yöntemi gerekli kılmıştır. Çağdaş anlam bilimlerde anlayan esas alınırken Kur’an’ı anlama usulünde anlatan esastır, anlatanda tam bir yeterlilik söz konusu olduğundan eksiklik hep anlayan ve anlaşılanda aranmıştır. Bu yüzden müfessirler/anlayanlar, anladıkları manalarda yanılabileceklerini hiçbir zaman gözardı etmemişlerdir. Bu sebeple tefsirlerin sonuna “Allah-u a’lem” (En doğrusunu Allah bilir) kaydını düşmüşlerdir.
”Hadisleri Hevâya Arzetmek” adlı yazıdan iktibastır.
Dipnotlar:
[1] Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, T.D.V.Y., Ankara, 2000, s. 36.
[2] J. J. G. Jansen, Kur’an’a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, (ter. Halilrahman Açar), Fecr, İstanbul, 1193, s. 9.
[3] J. J. G. Jansen, a.g.e., s. 10.
[4] Teftâzâni, Şerhû’l-Makâsıd, I, 18.
[5] Bkz. Dücane Cündioğlu, Anlamın Buharlaşması ve Kur’an, Kitabevi, İstanbul, ty., s. 27.
[6] Nöldeke & Schwally, GDQ, c.1, ss.14-17
[7] Bknz; Mustafa İslamoğlu, Kur’ân ve Oryantalist Bakış Açısı, 1999
[8] İ. Goldziher, el-Akide ve’ş-Şeria fi’l-İslâm (Mısır, et-Tabatu’s-Saniye) s. 12.
Cevapla