“akla uyduk, bir garîb âvâre düşdü gönlümüz..”
Nef’î
Ürettiklerimiz yaralara merhem olmuyor, etrafımızda gittikçe çoğalan, çoğaldıkça büyüyen ve büyüdükçe ufku görmemize engel olan, görüş açımızı kapatan gürültü ve bilgi kirliliğine katkı sağlıyor sadece…
Afilli laflar etmek, kocaman kocaman anlamlar yüklemeye çalıştığımız ama o kocaman anlamları hiçbir zaman bünyesinde barındır(a)mayan devrik/yıkık cümleler kurmaya çalışmak, nefsimizden başka hiçbir şeyi tatmin etmiyor ve şifâ olmuyor hiçbir sadra…
Noktadaki sonsuz ilme vakıf olamayan bu cahiller ordusu/bizler, noktadaki sonsuz ilmi ve âlemi tarif etmenin, anlatmanın, açmanın, kısacası onu “şerh” etmenin peşinde debelenip duruyoruz…
Büyüyen egolarımızdan, daha ilmin kapısını ufukta görmeyi bile becerememişken, noktanın ihtivâ ettiği sonsuz ilmi şerhetme iddiasındaki şârihler olarak takdim ediyoruz hep nefsimizi…
Cümle kurmak yolculuğa çıkmak gibi, bir kentten daha başka bir kente gitmek… Sonra kaybolmak, cümle olmaya çalışan kelimelerin telaşı arasında..
Cümleler/imiz karar verecek nereye gidildiğine; kökü kadîm’e kadar ulaşan bir irfan şehrine mi; heyûlayı andıran, kirli, faydasız ilimlerin duvarlarını ördüğü, nefsin ve aklın şehrine mi?… Ya da neyi kaybettiğini bil(e)meyen arsız, ahiret kârsız, bulanık ama modern zihinli zillet insanlarının karnaval havasında eğlendiği günah şehrine mi?…
Peygamberden, Seleften miras kalan kutsal inancın ana kaynaklarına hevâ bulayan ama yine de karın ağrısına devâ bulamayan küstah, gamsız, îzansız, nefsinin peşine aklını vagon yapmış, ahlâktan edepten yoksun modern palyaçoların ilmî mirasımızın üstünde cirit attığı bu ahir zamanda, mürekkebin kıymetini bile anlayamayacak kadar hırsa gömülmüş olan bu Cehl-i mürekkeblerin çoğalttığı sayısız garabetin önüne, onulmaz bir zûl ve karınca telaşıyla duvar örmeye, set çekmeye niyet eden gönlümüzle yollara düştüğümüzden beridir, noktadaki ilmi çoğaltmaktan ileri gidememenin gamıyla yoğruluyoruz biçâre..
Câhil olmak mazeret mi bilinmez ama câhil kalmak mazeret değil..
Nass’ların yanında aklı da, mantığı da tersyüz eden cahillerden müteşekkil bir nesil yetişiyor; cevap almak için sormayan, ukalalık nehrinde keyif çatmak için çırpınan… İlmi ise; doymak bilmeyen nefsini yüceltmek ve zihin konforunu tatmin etmek için arayan, bulduğunu beğenmeyen, beğendiğini eğip büken ama amel etmeyi aklından bile geçirmeyen bir nesil, nerden bulduğunu bile bil(e)mediği bir cüret ile; medeniyetler kuran, çağ kapatıp çağ açan, kadîm bir ilmî mirasa kafa tutuyor…
Mine’l-ğarâib…
Âdemoğlu akıl ve düşünme melekesini aslî hüviyetinden –gönüllü- uzaklaştırdıkça, aklını kiraya verdikçe, yaradılış gayesini unutması da beklenen/muhtemel sonuç olup çıkıyor karşımıza…
Aslî hüviyetinden ve asıl maksadından uzaklaştırdığı aklını önceleyen, hatta –farkında olmadan- ilâh edinen Âdemoğlu’nun bu dünyada Allah’ın değil “şeytanın halifesi” olması işten bile değildir.
“Herşeyin bir yolu vardır, Cennetin yolu da ilimdir” (Deylemî) diyen Peygamberimiz (s.a.v.)’in kasdettiği ilim ile bugün ilim diye ortaya koyulan ve mahiyeti Allah Resûlünü bile inkâra kadar varabilen garabetlerin arasında elbette bin dörtyüz yıllık uçurumlar mevcut, Kelâm-ı kadîm ile hiçbir bağı olmayan, yaşam ve İman algısı sadece bu dünya ile sınırlı olan, her daim egolarına, ene’sine yenik ve mağlup yaşayan ahiretini gözden çıkarıp sadece dünyaya tâlip olan bu gürûhun cennete götürecek ilme ulaşması mümkün müdür?
girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep,
dediler ilim geride, illa edep illa edep…
yûnus..
Elinde “Kur’an’a Dönüş” kılıcıyla meydanlara inen ama yolları ve maksadları hiçbir zaman hakîkatle, ibadetle, takva ile Allah rızası ile kesişmeyenler, Müslümanlara nelere inanıp neleri reddetmeleri, İslâm’ı Kur’an’ı nasıl anlaması gerektiğini dikte etmekten geri durmayıp nefs ve hevâlarından garabet üfürüyorlar kafası karışık iman ehline…
İlmi sâdırlardan satırlara indiren kadîm ulemayı aşağılayıp reddeden, hor gören yani redd-i miras yapan modern iman ehli, sâdırlardan satırlara geçmiş olan ilmi hiçbir zaman satırlardan sâdırlarına alabilmeye muktedir olamayacaklar, şüpheler sorular dehlizinde yolunu rotasını kaybedip ebedî hüsrâna dûçar olmaya mahkûm olacaklar…
Bizim hizbimize, çizgimize, hassasiyetlerimize dâhil olmayıp, ortalıkta esip duran inkâr ve irtidât rüzgarlarına paçasını kaptırıp şerit değiştirmiş, ters yöne girmiş olan insanları kurtarma derdine düşmenin, onları yok saymaktan daha evlâ olduğunun bilinciyle teyakkuza geçmenin ehemmiyetini farketmeli ve ilmi satırlardan sâdırlara “edeple ve hürmetle” geri döndürmenin telaşına düşmeliyiz…
Ama önce;
Burada durmak, durup nefes almak gerek…
Durup nefes almak nefsi durultacaksa eğer…
Şükrü Yaşar
yüreğinize sağlık hocam harika bir yazı olmuş