2024 yılı Nisan ayında Mevlâ’nın lütf’u inâyeti ile umre ziyareti nasip oldu. Bu nimet-i maneviyeye mazhar kılan Rabbimize nihayetsiz hamd’ü senâlar olsun.
Bu ibadeti ifânın düşündürdükleri ve hissettirdiklerini bu düşünce ve hissiyattan uzaklaşmadan muhtasar surette de olsa not etmek istedim.
1-Beytullâh’ın mânevî cezbesi fevkalade. Mümin kalbinin o câzibe merkezinin tesir alanında karşı konulamaz bir incizâba kapıldığını hem hissettim hem müşahede ettim. Siyah örtülü dört duvar formundaki bu yapının ademoğlunun arz üzerindeki ilk beyti oluşunu, inşâ olunduğu zamandan bu güne tahrip edilişini, yıkımını ve neredeyse tamamen ortadan kalkmasını, tekrar inşasını, tadil ve tamirine kadar çok çeşitli bâdirelerden geçtiğini gerek İslam tarihi ve gerekse dinler tarihi eserlerinden okumuştum.
Siyer kaynaklarımız, Beytullah’ın hikâyesini vahye paralel olarak Adem (a.s) ile başlatıp, İbrahim (a.s), eşi Hacer validemiz ve oğlu İsmail (a.s) ile devam ettirir. Fakat semâvî dinlerin zamanla tahrif oluşu karşısında puta tapanlar nezdinde de mukaddes olan bu kadîm beytin şirk ritüelleriyle ve putlarla kirletildiği bilinmektedir. Tâ ki Efendimiz (A.S)’ın bisetine kadar. Kütüb-ü fıkhıyyede ise Beytullah, namazda istikbal edilmesi farz olan tevhid nişânesidir ve Allah’ü zülcelâl’e ibadet eden tüm muvahhidîni bir müşterek noktada cem eder.
Tasavvuf büyüklerinin Kâbe-i Muazzama ve onun hizasında 7. kat semâda yer alıp melekler tarafından tavaf edildiğini beyan buyurdukları beyt-i mâmur hakkında dermeyân ettikleri esrâra ne akıl erer ne sır. Deriz ki kelâma gelmez, tadmayan bilmez. Hakîkat-i Kâbe, Hâkîkat-i Kurân-ı Mecîd ve Hakîkat-i Salât gibi seyr’ü sülûk durakları ehlince Zât-ı Hak’tan evvelki en yüce makamlar olması, meselenin nâzikiyetini ortaya koyan ve bizim ancak idrakimiz nispetinde edebiyatından nasiplendiğimiz tespitlerdir.
Beyt-i Haram’ın “Azamet” sıfâtının tecellî merkezi olduğu, Alah’ü Zülcelal’in zâtıyla hususî bir alakasının bulunduğu da müşâhede ehlince kütüb-ü tasavvufiyemize derc olunmuştur. Suret-i zâhirede beşer tarafından inşa edilmiş bir beytin, bizzat Rabb’ül alemin tarafından mütekellim ye’sine izafe edilmesi ve o beyte “beytim” denilmesi (Bakara/125) elbette salt aklî idrakin vukuf kesbedebileceği bir sır değildir. Zîra Cenâb-ı Hakkı’ın zaman ve mekandan münezzeh oluşu naklen mübeyyen, aklen müsellemdir.
Mezkur ayetin lafzından, bahse dâir hadislerden ve mânâ ehlinin esrar perdesini nisbeten kaldıran ifadelerinden Kâbe-i Muazzamanın, etrafında tekbir, tesbih ve tehlillerle dönen kalabalığı neden bir kara delik gibi kendine cezbettiği bir nebze anlaşılabiliyor.
Bu his ve düşüncelerle o kalabalığa baktım. Bir mıknatısa tutulmuş gibi Beytullah’a sürüklenen her milletten insan kalabalığına. Pervânenin ateşe râm oluşu gibi Mültezem’e yapışmak, Hacer’ül Esved’e el sürmek için kan ter içinde çırpınanlara, süratle dönen o insan selinde girdabın merkezinde kaybolmak için can atanları seyr ettim.
Ecrâm’ü semâvât, felekler, güneş, ay ve yıldızlar kendileri için takdir edilen bir yörüngede dönerler ve lisân-ı fıtrîleri ile Hâlık’u Zül’ Celâl’i tesbih ederler. Çünkü dâirevî dönüş kemâledir. Bidâyetin nihâyete derc olduğu nokta o kemâlin zirvesi. İlmel yakîn hiçlikten aynel yakîn hiçliğe esrarlı bir devir. İşte Kâbe de ademoğlunun zâhirî devir menzili. Bâtınının devri ise isneiyyetten (ikilikten) vahdete, ordan tekrar isneiyyete. Varmış gibiden yokluğa, yokluktan varmış gibiliğe. Makam-ı fark’tan makâm-ı cem’e, ordan tekrar fark’a.
Sırtında ve belinde kefenimsi beyaz birer bez parçası, renk renk insan, var edene bir berzah bulmuş da ordan geçivermeyi arzu ediyormuşcasına, hiçlikten varlığa geçişin kapısını çalmak için dönüyor, dönüyordu.
O devre iştirak ettim. Dilimde Kuran’dan ve sünnet-i sahîhadan dualarla. Amma bende o kumaş yok. Ne eriyen kalpler gördüm Beytullah’a yaklaştıkça, göz yaşı olmuş akıyorlardı gözlerden. Bozulmamış mayalar ki elest bezminin misâkını tecdid edince eritilmiş demir gibi yeni varlığının şeklini almak üzere kırmızı hamur olmuşlar, küf ve pastan sıyrılmışlardı. Ben bunu yaşadım mı bilmiyorum. İnsan bunu yaşadığını bilir mi onu da bilmiyorum. Sadece yapılması gerekeni yaptım ve olup biteni öylece seyrettim. Elbet menâsik-i hac ve umrenin zahir itibariyle bir fıkhı olduğu gibi bâtın itibariyle de bir fıkhı var. Lakin o esrarı herkese verirler mi? Her bir fiil ve erkanın hikmet ya da hikmetleri, kullukta kesb-i kemal için künhüne erilmez incelikleri var. Buna yakînen inanıp sadece fıkhın yapacaksın dediğini yaptım.
Mana ve hikmetin kapısını akıl ve idrakimle çaldım. Bu paçavra kelimeleri de ordan söylüyorum. Amma his ve müşâhedenin tadını duydu mu dilim. Bilemem. Bildiği ile amel edene bilmediğini öğreteceğini vaad eden Mevlâ fehm’ü idrakime bir ziyâdelik bahşetmiş midir? Bilmem.
Bir şey mühim ki hayretim arttı. Seyrân etmenin hayran olmağa çok faydası var. Rabbim zâyî ettirmesin.
2-Tüm semâvî dinlerin beşiği olan, maddesi ne derece çorak ise mânâsı o derece münbit bu topraklarda peygamber duasının halen nasıl icâbete mazhar olduğunu gördüm.
رَبَّـنَٓا اِنّ۪ٓي اَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّت۪ي بِوَادٍ غَيْرِ ذ۪ي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِۙ رَبَّـنَا لِيُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ
“Senin Beyt-i Haram’ının yanına ekin bitmez bir vadiye zürriyetimden bir kısmını iskân ettim, Yâ Rabb namazlarını ikâme etsinler diye” (İbrahim Süresi-37)
Ekin bitmez vadiyi çıplak gözle görünce insan daha bi müteessir oluyor. Neredeyse toprak bile yok. Çıplak kayalardan oluşan dağlar, kıraç bir vadi.
Ama İbrahim A.S’ın فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ yakarışı öyle bir dua ki böyle bir vadiye iskan ettiği Hz.Hacer ve ciğerparesi İsmail’in ardınca milyarlarla insanı buraya sevk ediyor, sevdiriyor. Peygamberâne duanın halisiyyeti ve ilâhî icabetin büyüklüğü düşündürüyor. Bizim dualarımızı,samimiyetimizi, ihlâsımızı uzun uzun düşündürüyor…
3- Suudî idare tevhid akîdesine halel gelmemesi ve en küçük surette şirke kapı aralanmaması için bazı tedbirlerde ifrat etmiş. Daha önceki mezar ve türbeler yıkılmış. Efendimiz (s.a.v) ismini dahî lafza-i celâlin yanında görmek pek mümkün değil. Bu soğukluk, aşkî tasavvuf kültürüyle yoğrulmuş Müslüman Türk’e has İslam pratiğinin ister istemez kızgın ve kırgın baktığı bir durum ki aynı hissiyât benim kalbimde de belirdi. Lâkin sonra bir evliyâ türbesinde türlü şirk bulaşıklarına bulanan ümmetin cehâlet ve gaflet derekelerindeki durumunu hatırlayıp bu noktada hikmet-i ilâhîye teslim oldum. Zîrâ avamın hurafeye olan meyline ciddi bir sed çekilmezse sahabe kabirleri (ki Ashabın önde gelenleri başta olmak üzere) birer dilek kapısı kılınabilirdi.
Tevhid belli bir seviyede idrak edilmediyse ve kalplerde kararlaşmamışsa amelin şirke bulaşması an meselesi oluveriyor ki şu an o ilmî ve amelî seviye İslâm dünyasında maalesef yok. Bu noktadan Rasülullah ve sahabe aşkımızın tezâhürlerini , ümmetin umumî maslahatı için kalplerde tutma gerekliliği , O (s.a.v) ve Sahabe efendilerimizin (Radıyallahü anhüm) yanıbaşında ayrı bir fedâkârlık oluyor. Hücre-i Saadeti çevreleyen şebekelere (müvacehe-i şerif’e) hüzünle bakarken “Hadi hacı, harrik” ikazıyla ayıkan, hevesleri kursağında kalmış nice ziyaretçinin burukluğunu, hasretle kurumuş dudaklarının bir kaç damla suda çaresiz tesellî aradığını gördüm.
4-Hac ve umre için bir nevî mahşerin provası denir ki doğrudur. Kılık kıyafet başta olmak üzere dünyevî anlamda imtiyaz bahşeden her şeyden sıyrılıp mutlak bir eşitlik içinde Rahmân’ın huzuruna varmak hiç tartışmasız bir mahşer provası. Kalabalığın ve yer yer yaşanan izdihamların arasında bir başına kalakalma, benlik vehmine kapılan bilinçlerin yetmiş iki milletten milyonların içine çölde bir kum tanesi, deryada damlâ kabilinden hiçliklerini fark etmeleri de bu provanın farklı semereleri.
Ama ben yukarda biraz teferruatla izaha gayret ettiğim üzere hem bu mahşerî temsili, hem de cüzî mevcûdâtımızın küllî vücuda doğru çekilişini hissettim. Ademoğlunun, dağlar, taşlar, nebâtât ve hayvânât’ın lisân-ı mahsuslarınca yaptıkları tespihe bilirâde iştirak, bizzarûre intibâk ettiğini hissettim. Tavaf bu insılâh hissini verdi. Çıplak bir halde kabirlerden kalkma ve muhâsebeye çekilme haşyeti kadar, zıllî vücûd ve idrâkini O vâcibül vücûd’a medyun olan beşerin Rabbini tam bir takdîs ve tazim ile tazim etmesini ve bunu sekrâmiz bir dönüş suretinde , irâde ve ızdırar arasında aşkla yapmasını hissettim. Bir zikr-i ekber gibi doldu içime mescid-i harâm.
Beşer, mutlak olanı şöyle dursun mücerred olanı anlamakta ve mücerrede varmakta bile acziyete düşünce, elest bezminin biâtı tazelensin diye Hacer’ül Esved uzatılmış sanki cennetten. Nereye teveccüh edilse vechi orda olmak insan idrakini bulandırınca secdeler bir noktada tevhid edilmiş ve Kâbe, ibâdetle tekrîmin teveccüh mahalli ve azamet-i ilâhiyenin tecellî mekânı olarak Nebiler tarafından binâ edilmiş gibiydi.
İşte muayyen bir binanın etrafında dâire dâire inciler gibi saf olmuş müminler, mâbudlarını mütealliğine ve tenzihine halel getirmeden Hacer’ül Esved’le selâmlar, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ile O (azimüşşânı) tâzim eder. Bu bize Rahmân’dan şân-ı ulûhiyetine yakışır bir tenezzül, kibriyâsına münâsip bir tekarrübdür.
5-Hz.Mevlâ tarafından vazife-yi risâlete hazırlanan bir kulun, şirk toplumunda nasıl bir halet-i ruhiye içinde uzlete mecbur kaldığını, Nur Dağının sarp eteklerinden çıkarak Gâr-ı Hira’da tecrübe ettiği inzivânın ne derin bir doğum sancısı olduğunu, taş ve kayalardan mürekkep o dağa bakarak hayretler içinde seyretmek ve bu ruh çilesinin hakikatinden bir şemme duymaya gayret etmek mühim bir nokta-i nazar. İçinde bulunduğumuz modern câhiliyyede kalbimizin selamet ve safâsı için, enfüs ve âfâkta müspet bir inkılap hamlesi yapabilmek adına ne derece zor yalnızlıkları göğüslemek , ne derin varlık krizleri geçirmek gerektiğini bize sessizce fısıldayan Cebel-i Nur, duyana çok şey söylüyor.
Sevr mağarasının yer aldığı zirve cihat yolcusunun yolunun nasıl sarp ve zor, küfrün adâvet ve takibinin nasıl inatçı ve amansız olduğunu en çarpıcı surette sembolleştiriyor.
6- Hurma ve Mâ-i Zemzem’den başka dünyevî bir şey vaad etmeyen bu çorak coğrafya, “hiç bir madde mülahazası ve nefse hoş gelecek en ufak bir haz düşüncesi taşımadan , dünya ve nimetlerinden sıyrılarak çorak ve kıraç bu topraklara bir tek ibadete gel, zâtındaki fakirlikle buluşmaya gel” diyor. Yeşil yok, deniz yok, gölge yok. Ama Beytullah var. Rasülullah’ın hatırası, üzerinde yürüdüğü toprak var. Kararmış kayaların , kavrulmuş çöllerin ufkundan dünyayı kıyâmete değin aydınlatacak İslâm nurunun söktüğü şafak var.
Arzın bu kurak, sıcak ve kayalık coğrafyasının, kâinatın hiç bir gülzârında yetiştirilememiş mükemmel bir gül çıkartıp yetiştirdiğine ve insanlığa uzattığına şahit olmak var.
Tevazu ve hiçlik sırrındaki rif’at ve vüs’ate işaret var. Görene, hissedene, bilene.
7- Mescid-i Nebevî’de, bağrında yatanların İzzet ve şerefi var. Minâreleri, sütunları ve her bir detayıyla geniş alana yayılı ihtişâmında tecessüm etmiş derin bir vakar . Yeşil kubbenin altında ayrılık ve hasret hüznü, vuslat ve ziyaret neşesi karışmış. Bağrı yanık peygamber aşıklarının gönlünden sızan sessiz nâtlar, manzumeler var. Dârusselâma dâvet , “üdhulûhâ” emrine bir beşâret var. Duyana, zevkedene, mü’mine.
8-Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî güzel ve vâsî kalpleri daha nice sünûhât ile dolduran bir envâr ve esrar menbaıdırlar. Ben, benim dar kabımın nasiplerini kendi kırık dökük lisanımla saçtım.
İncik boncuk benim; elmâs, yâkut , altun zebercet Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevverenindir.
9-Kelamın da kalemin de nefesi kesilir, bacakları tutmaz olur. Amma o heyecanın yorulmak bir tarafa ritmi bile yavaşlamaz. Yazan kendindekini yazar. Söyleyen kendince söyler. Bir tutulmaz kuştur, gider yeni ziyaretçilerin sinelerine konar.
Bana bunları söyletti, gitti.
Sırf şu yazıda anlatılan vechelerden de bir daha temâşâ edebilmek için bir daha bir daha gidesim geldi. Kaleminize ve kelamınıza sağlık. Tabii bir de kalem ve kelamla içindeki dökülen o kap kalbinize ve yüreğinize de elbette…