“İnsanoğlu çiğ süt emmiş” diye bir tabir var. Bunu söyleyenler, insanın her daim iyi olmadığını, kendisinden beklenenden daha farklı da davranabileceğini ifade etmek istemişler. Genelleme yapmak belki insafsızlık olacak ama kâmil manada yetişmişlerin dışında, insan her şeye önce kendi menfaati üzerinden bakmaya, her şeyi kendi bulunduğu zeminden görmeye, değerlendirmeye, ölçüp, biçip nihayetinde kendine yarayacak şekilde yorumlamaya alışmış. Bundan dolayı eline geçirdiği her ölçüyü bozmak, onu esnetmek ve kendine yarar hale getirmek için akla gelmeyecek işler de yapabiliyor.
Allah Teâla hikmeti gereği, yarattığı kullarının bazılarına maddi olarak zengin ve ferah, bazılarını da fakir ve sıkıntılı bir hayat vermiştir. Böylelikle içtimai bir düzen ve denge gözetmiş. Zengin olan fakirin halinden anlasın, ona destek olsun diye zekât, sadaka ve infak gibi ibadetler emretmiş ve cömert zenginlerin cennete gireceğini de vaat etmiş.
Kâinatta bulunan denge gereği, hiçbir şey kalıcı değil. Sürekli bir değişim ve tebeddülat hâkim. Bugün zirvede olan, yarın en dipte olabiliyor. Dolayısıyla bugün ferah bir hayat yaşayan, yarın alışık olmadığı bir hayatın içerisinde bulabiliyor kendini. Bu yüzden “varlığın da kıymetini bilmeli, yokluğun da” demiş büyüklerimiz. İçtimai değişimler bazen cemiyeti yavaş yavaş şekillendiriyor ve hiçbir tepkiye sebep olmuyor. Bazen de hızlı bir dönüşüm yaşanıyor ve cemiyette izahı zor arızalar bırakabiliyor. Böyle bir değişime göz atmak için memleketimizin son otuz yılına bakmanın yeterli olacağını düşünüyorum.
Bu otuz yılın ülkemizdeki Müslümanlar açısından hayli hareketli geçtiğini söylememiz mümkün, ama bereketli olup olmadığına müspet cevap vermek zor. Zira zorlukla ve darlıkla imtihanın ayrı hikmetleri, bolluk ve rahat içerisinde imtihanın da ayrı hikmetleri varmış; zorlukla imtihanı kazananlar, maalesef bolluktaki imtihanı kaybedebiliyorlarmış; müşahede etmiş olduk.
Abdullah İbn. Mesud buyuruyor ki: “Biz Uhud gününe kadar kendimizi tam Müslüman zannederdik, o gün Allah imanımızı avucumuza koydu ve baktık ki daha çok yol kat etmemiz lazım. “
Yıllarca çeşitli baskılara ve zulümlere rağmen, inançlarından ve davalarından zerre taviz vermeyen insanlar, bolluk ve ferah bir ortama kavuşunca gevşediler ve hassasiyetlerini kaybetmeye başladılar. Ellerine geçen imkânları kimisi beytülmal hassasiyetine yaraşır bir incelikle değerlendirdi, kimisi ise bu imkânları şahsi menfaatleri uğruna hoyratça harcadı.
Bu hal aslında bizler için tanıdık bir manzaraydı. Zira çağlar ötesinden günümüze ışık tutan ve bizleri ikaz eden Resulullah (ﷺ) Efendimiz şöyle buyurmuştu.
“Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümit ediniz. Allah’a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum” (Buhârî, Rikak 7; Müslim, Zühd 6.)
Müslümanın zengin olması elbette çok güzel bir şey. Maddi olarak zengin olmak, imkânların geniş olması elbette avantajlı bir durum. Ama bunu Allah rızası için, ilim yolunda, hizmet yolunda, fakir fukaranın gözetilmesi, açların doyurulması ve bu dinin daha fazla yayılması için kullanmak kaydıyla. Aksine bu imkânlar şahsi arzulara, zevk, sefa ve şatafata dalarak koca koca evlerde yaşamak veya lüks arabalar ile sefa sürmek için kullanılıyorsa o insan için tehlike zilleri çalmaya başlamış demektir.
Zaman zaman böyle insanları uyardığımızda sığındıkları bir bahane var; sanki hayatlarının tamamında sünnet üzere, Kur’an üzere yaşıyorlarmış gibi, diyorlar ki: bak Resulullah (ﷺ) Efendimiz ne buyurmuş “Şüphesiz ki Allah, verdiği nimetinin eserini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.” (Tirmizî, Edeb 54. Ebû Dâvûd, Libâs 14)
Bahsettikleri Hadis-i şerife baktığımız zaman aslında Efendimizin (ﷺ) bu uyarısının zenginlik veya lükse dair olmadığını, varlık sahibi bir sahabenin Efendimizin (ﷺ) meclisine saçı başı dağınık ve düzensiz gelmesinden dolayı söylendiğini görüyoruz.
Elbette haklı oldukları taraflar da var. Mademki Allah Teâla dünyalık olarak geniş imkânlar vermiş o halde değerlendirmek lazım. Ama ölçüyü kaçırmadan, haddi aşmadan. Peki, ölçü ne?
Bu ölçüyü öğrenmek için gönül dünyamızın sultanlarından Mahmud Sami Ramazanoğlu hazretlerinin, imkânı olmasına rağmen fakirler alamıyor diye muz almadığını, onun yerine elma aldığını hatırlayabiliriz. Yine aynı bahçenin bir başka gülü Musa Topbaş hazretlerinin varlıklı birisi olmasına rağmen evlatlarına “sarayda dahi yaşasanız, iktisada riayet edeceksiniz” tembihini zihnimize nakşedebiliriz.
Verilen nimetleri üzerlerinde göstermek isteyenlere gelirsek, şu soruları cevaplamalarını isteriz. Allah Teâlâ’nın şu kâinatta yarattığı nimetlerin sayısını bilebilir miyiz? Bu nimetlerin hepsini üzerimizde göstermeye, takatimiz ve ömrümüz yeter mi?
Mesela akıl bir nimet değil mi? Onunla doğruyu ve yanlışı ayırıyoruz.
İman nimet değil mi?
Cömertlik nimet değil mi?
Ahlak nimet değil mi?
Adalet nimet değil mi?
Doğruluk ve dürüstlük nimet değil mi?
Emanet ehli olmak liyakat sahibi olmak nimet değil mi?
Tevazu nimet değil mi?
Kanaat nimet değil mi?
İbadet edebilmek nimet değil mi?
Rabbimizin bizlere verdiği nimetleri saymaya kalksak ne bu yazı biter ne de sayacaklarımız. O halde sadece Allah Teâlâ’nın bir nimetini üzerimizde göstermek yerine mesela maddi imkânların yanına tevazuu, kanaati ve cömertliği ekleyip bu nimetlerin başkaları üzerinde de görünmesini sağlayabiliriz.
Ne demişti hazret “biz yersek dışarı çıkar, fakirler yerse arşa çıkar.”
Allah razı olun hocam
İmkan olmayan insan sadece Rabbine güvenip, gayret ediyor netice Allahtan diyor. İmkanlar arttıkça insan imkanlarına daha çok güveniyor. Buda ihlası zafiyete uğratıyor. Ve Allah kişi güvendikleriyle bırakıyor.
Huneyde olduğu gibi…
İslam tarihi bu ve benzeri nasihatlarla dolu.
Hisse alamaz isek gidişat iyi değil.
Rabbim halimizi razı ve hoşnut olacağı hale tebdil eylesin inşallah. Amin