Manevi Terakki ve Şahsiyet Medresesi Olarak Tasavvuf Dünyamız
Kâinat, insan için çözülmeyi bekleyen muammalar silsilesi ile dolu. Varlık âlemi insan için ne kadar karmaşıksa, bu âlemin içerisinde yaşayan insan da o kadar karmaşık ve sırlarla dolu.
İnsanı tanımlayan ilim adamlarına baktığımızda, insanı adeta küçük bir âlem olarak nitelediklerini görüyoruz. Kâinatın yapısında hem madde, hem de mana olduğu gibi, küçük âlem olan insanında bir yanı madde olmasına karşın diğer yanı mana ile tamamlanmaktadır.
İnsan, nasıl ki maddi manadaki varlığını sürdürmek için, gıdaya ve beslenmeye ihtiyaç duyuyorsa, manevi varlığını sürdürmek ve için de sağlam ve sahih bilgi ile beslenmesi gerekmektedir.
Bugüne kadar insanlığa gönderilen peygamberler, insanın öncelikle ve özellikle mana yönünü talim/tezkiye etmişlerdir. İman etmeden önce yol kesen, adam öldüren insanlar, iman edip nefislerini tezkiye ettikten sonra, karıncayı bile incitmekten imtina eden insanlar haline gelmişlerdir
İnsanları tezkiye eden, onları başkalarını incitmekten, dünyaya meyletmekten ve dünya nimetlerine karşı arzularını engelleyip, asıl hayat olan ahirete hazırlamak olan bir yol var ki bu ilme tasavvuf deniliyor. Bu yazımızda deryadan bir damla nisabı bu konuya değinmeye çalışacağız.
Bir şeyi anlatmadan önce, tanımını yapmak icap eder. Ancak, tasavvuf ilminin, alıştığımız manada, bir müspet bilim veya İslami manada, zahiri ilim olmadığı, aksine bir hal ilmi olması hasebiyle, bu ilmi tanımanın en iyi yolunun onu yaşamaktan geçtiğini söylemek durumundayız.
Tarih boyunca, bazı olaylara ve kelimelere yüklenen manalara bakınca, en çok eleştirilen, tartışılan, hatta bazı kesimler tarafından tekfiri mucip addedilen bir kavram ve kurumla karşı karşıya kalıyoruz.
Kimilerince Müslümanları mücadeleden alıkoyduğu, insanları sadece dergâhlarda post ve hırka ile uğraştırdığı iddia edilen ve karşı çıkılan tasavvuf gerçekten nedir?
Baştan söyleyelim ki, tasavvufun tek ve net bir tanımı yoktur. Bunun sebebi ise; her Sufi’nin içinde bulunduğu hal ve döneme göre onu tanımlamasıdır.
Biz Tasavvufun belli başlı tanımlara bakacak olursak;
Cüneyd-i Bağdadi’ye göre tasavvuf; yaratıklarla alakayı kesip Allah ile olmaktır.
Semnun’a göre Tasavvuf; hiçbir şeyin sana, senin de hiçbir şeye malik olmamandır.
Ruveym’e göre Tasavvuf; Nefsi Allah-u Teâlâ’nın muradına teslim etmektir.
Şeyh Ebu Said Ebu’l Hayr’ a göre Tasavvuf; vakti en değerli şeye sarf etmektir buyurmuşlardır
Ebu’l- Hüseyin en-Nuri’ ye göre; Tasavvuf ne şekil, ne de bir ilimdir, o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı mücadele ile ilim olsaydı öğrenmekle tahsil edilirdi. Bu sebeple sırf şekil ve ilim, maksada ulaştıramaz. Tasavvuf, Hakk’ın ahlakına bürünmektir.
İmam-ı Rabbaniye göre, Tasavvuf ihlası kesintisiz bir halde yaşamak ve dinin hükümlerini zevk duyarak ifa edebilir hale gelmektir. Bu hali, “ahlaki bir seciye” güzelliğiyle sürekli olarak hayata geçirmektir.
Tasavvuf; nefsin ve kalbin tasfiye ederek güzel ahlak ve edep sahibi olmaktır. Tasavvuf; nefisle sulhu olmayan bir cenktir ki bu cenk neticesinde ihlasa, istikamete, rızaya ve teslimiyete varılır.
Tasavvufun hakikati; İslam’ın hakikatidir, ruhu ve nurudur. İlimdir, irfandır, ihlastır, inceliktir, tefekkürdür, mahviyettir, güzel ahlaktır.
Tasavvuf ile alakalı tanımların tamamını buna yazımızın hacmi yetmez. Ancak bu tanımların hülasasını almak icap ederse: Kulun, Cenâb-ı Hakk’ın (c.c) rızasını tek gaye edinerek, hayatını Kur’an ve Sünnetin bildirdiği şekilde idame ettirmeye gayret etmesidir diyebiliriz.
Gerek tasavvufun tanımlarından, gerekse bugüne kadar gelen tasavvuf erbabının hayatlarından, İslam’a gönül vermiş, iman etmiş bir Müslümanın, hayatındaki bütün değerlerden daha kıymetli gördüğü İslam dinini, hassas ölçüler içerisinde, ibadet ve taatini yapmaya sevk ettiğini müşahede ederiz.
Ancak, böylesine hassas çizgide hayatını idame ettirmek isteyen insan, Allah Teâlâ’nın ve Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, bizden ne istediğini, sonra da bu isteğin nasıl yerine getirilmesi gerektiğini bilmek zorundadır. Dolayısı ile dinin emir ve yasaklarını bilmeden tasavvufa girmek sakıncalıdır.
Bu konu ile ilgili olarak İmam Malik (rahmetullahi aleyh) Hazretleri şöyle buyurmuştur.
“Kim fıkıhla meşgul olur da tasavvufi terbiye görmezse fasık olur. Kim tasavvufla meşgul olur da dini ilimleri bilmezse zındık olur. Her kim de bu ikisini cem ederse, hakikate nail olur” (Ali el-Kari, Mirkatül-Mefatih)
Yine yolumuzun büyüklerinden Abdülhalik Gücdüvani (kuddise sirruh) Hazretleri de talebesine nasihat ederken şöyle buyurmuştur.
“Fıkıh ve Hadis ilmini öğren, Sufilerin cahillerinden uzak dur”
Tasavvufun temelinde takva vardır. Kulun her türlü meşgaleden sıyrılıp, Rabbi ile irtibatını sağlayabilmesi ve bu halinin devam ettirebilmesi takvalı bir yaşamdan geçmektedir.
Temeli takvaya dayalı olan bu yolda, salikin kendini meşgul eden her türlü engeli aşmak, kendisine emredilen taat ve ibadetleri yapmak için, azami gayret sarf etmesi gerekmektedir
Çünkü tasavvuf ehli, her an Rabbi ile irtibatlı olmaya niyet ederek, hayatının her anını bu ilahi murakabe atında yaşamaya karar vermiştir. Bu hali İslam’da ihsan kavramı ile tanımlıyoruz.
Meşhur Cibril hadisinde, Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e sorduğu İhsan nedir? Sorusuna Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen onu göremesen de o seni görür” şeklinde cevap buyurmuştur.
Şayet kişi ihsan derecesine ulaşırsa, her halinde ve ibadetlerinde Allah Teâlâ’yı yanında hissedecek, masiyetten kaçınıp, masivayı terk edecektir. Kişi her anında, Cenâb-ı hakkı yanında hissederse, O’ndan başka her şeyden yüz çevirecek, bütün varlığı ile Allah Teâlâ’ya yönelerek müşahede makamına ulaşacaktır. Kul bu makama ulaştığında, her amelinde kalbinde Allah Teâlâ’yı, onun yüce kudretini, tekliğini ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu müşahede edecektir. Kalbini bu kıvama getiren kişi, artık iman nuru ile bakmaya, basiret gözünün açılması ile de âlemi farklı olarak görmeye başlar. Böyle bir kıvama gelen kul gerek namazlarını, gerekse diğer ibadetlerini huşu ile yapmaya ve yaptığı ibadetlerden zevk almaya başlar.
Tasavvuf, öncelikle şahsiyeti inşa eder. Hatayı, kusuru hep karşısındakinde gören, başkalarının en ufak hatasını bile eleştiren insan, tasavvufi terbiyenin içine girdiği zaman, karşılaştığı olumsuzluk ve hataların, öncelikle kendisinde bulunan bir hatadan meydana geldiğini düşünür. Eleştirirken, önce kendisine bakarak, kendinde bir hata veya kusur olup olmadığını kontrol eder, sonra karşısındakine döner.
Tasavvuf ehli, dünyayı değiştirmenin yolunun, önce insanın kendisini değiştirmekten geçtiğini bilir. Çünkü tasavvuf bir hal ilmidir ve yaşanarak öğrenilir.
Müslüman, girdiği yerin rengini kokusunu almaz, aksine girdiği yerin rengi ve kokusunu hali ile değiştiren kişidir.
Bugün yaşadığımız coğrafyada, tasavvuf kollarının farklı olması bir ihtilaf değildir. Aksine, bir bahçede yetişen, farklı renkte ve kokuda çiçeğin, o bahçeyi güzelleştirmesi gibi, tasavvufi kollarında farklı olması, hem bu yolun güzelliği, hem de farklı istidadı olan insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile koyulmuş usullerdir.
Misal olarak, sert ve coşkun mizaçlı insanlar, Kadirilik kolunda terakki ederken, romantik ve sanatkâr ruhlu insanların Mevlevilikte karar kılması buna örnek verilebilir. Yine vakur ve sakin mizaçlı, deruni özellikli olan insanların da, Nakşilik kolunda karar kılması manidardır. Bu yolların farklı olması, Allah Teâlâ’nın bir rahmetidir. Bu çeşitlilik te ölçü yeterki Kur’an ve Sünnet olsun.
Tasavvufu ve tasavvuf erbabını eleştirenlerin en fazla sığındığı bahane, Müslümanları dergâhlara kapatıp, onları sadece zikirle meşgul edilmesi bahanesidir. Ancak tarihte ve günümüze baktığımız zaman, tasavvuf erbabının sadece evradını çekme ile uğraşmadığını, bizatihi toplumun içerisinde olduğunu, topluma emri bil maruf’u tebliğ ettiğini görüyoruz.
Yine toplumu irşad edenlere, yön verenlere ve çığır açanlara baktığımızda bu insanların ekseriyetinin tasavvuf erbabı olduğunu müşahede ediyoruz.
Gerçek tasavvuf, halk içerisinde hak ile beraber olma yoludur, yoksa kimsenin görmediği, ıssız yerlerde sufilik yapmak değildir. Tasavvuf ehli “el kârda gönül yârda” düsturu ile her anını murakabe içerisinde geçiren kişidir.
Bu düsturu hayatında hassas bir şekilde uygulamış muhterem üstatlarımızdan Musa Topbaş (rahmetullahi Aleyh) şöyle buyuruyor.
“ Bizim yolumuz atıl-batıl bir kenara çekilme yolu değildir. Bilakis Ashab-ı kiramın yoludur, gece gündüz hizmet yoludur. Biz seve seve hem evradımızı yürütürüz, hem sohbetimizi yaparız, hem de cemiyete hizmet hususunda elimizden gelen gayretimizi gösteririz.”
Tasavvuf erbabı; bazen âlimken, meşhurken bir başka hakikat sultanına intisap ederek, onun dergâhında hizmet eden ve çağlar sonrasına ışık veren Mevlana Halid-i Bağdadi olur.
Bazen, valiyken aşkla bağlandığı mürşidi Üftade Hazretlerinin emri ile Bursa sokaklarında ciğer satan Aziz Mahmud Hüdayi olur.
Bazen, Hukuk bölümünü bitirdiği halde, üstadı Esad Erbili (kuddise sirruh) Hazretlerinin emri ile İstanbul’a gelip, zor zamanda halkı irşada başlayan Mahmud Sami Ramazanoğlu (kuddise sirruh) Hazretleri olur.
Bu itibarla, hayatını Kuran ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dinin zahirî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifadeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek manada tasavvuf ehli olamaz.
- Tasavvufi terbiye altına giren insan;
- Haramlardan yüz çevirir, hatta şüpheli şeylerden bile uzak durur.
- Haram işlenen yerlerden uzak durarak kalbi ve ruhi huzurunu korur.
- Hayatın geçici heveslerinin peşinden koşmaz.
- Kendisine verilen ömür emanetini nefsinin gelip geçici isteklerine harcamaz.
- Kur’an ve Sünneti hayatına rehber edinerek, salih amel, hayır ve hasenatlar la süsler.
- İbadetlerini huşu içerisinde yapmaya gayret eder. Allah yolunda hizmet etmeye gayret eder. Salihlerle birlikte olmaya gayret eder.
Hâsılı kelam, bizim aciz kalemimiz ve kelamımız ile deryadan damla miktarı kadar anlatmaya çalıştığımız Tasavvuf, Allah ve Resulüne aşk ile bağlanıp, imanı yakin olarak hissetmek Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in örnek ahlakı ile ahlaklanarak İslam’ı en güzel şekilde yaşayabilmeye gayret etmek ve Resulullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ‘in yetiştirdiği güzide nesil olan, ashabının yaşadığı takva hayatını yaşayabilmektir.
Mevla Teâla bu güzel yolda yürüme gayreti gösterenlere istikamet nasip eylesin. Kur’an ve Sünnet yolundan ayrılmadan yolculuğumuzu tamamlamayı nasip eylesin.
Cevapla