İlim talebi , fikir ve ideal tahsîli için okullara, kitaplara ; iâşe ve nafaka temini için işe ,çarşıy’u pazara ve nihâyet hayata tutunmak için cemiyete, kalabalıklara koşarken hep bir tarafımız eksik kalır oldu. İnsan denen hakikatimizin ceset ve ruhtan terekküp ettiğini, dolayısıyla maddi veçhemizin yanında bir de rahmânî ve aslî özümüz olan ruhumuzun bulunduğunu unuttuk. O ruhun harfsiz savtsiz kelimelerle konuşan diline kulaklarımızı tıkadık. İç sesimizi dış dünyanın gürültüleriyle boğduk. Neden mi? Hep acelemiz var çünkü. Kotarılması gereken işlerimiz, tehir edilemeyecek telaşlarımız.
Nasihati dinlemeye değil duymaya bile vaktimiz yok. Ancak musibetler bir süreliğine durdurabiliyor fireni patlamış meşguliyetlerimizi. Çoğumuz belâya bile duyarsızlaşmışız. Bâtınî hasselerimiz nasırlaşmış. Kendi acısını bile duyamayan zavallılarız. Havâss-ı vicdâniyyesi alınmış insanda behîmiyetten başka ne kalır ki geriye. İnsanlığımız sûrîliğe mahkum. Ne îkaz ne ceza bizi muhatap alıyor bu dünyada artık. Bir hazin savrulmuşluğun, bin türlü aldanmışlığın hikayesine dönüşüyor ömürlerimiz. Bizi sadece gaflet tarif ediyor. İstikâmetimizi, gâye-i hilkatimizi, sebeb-i hikmetimizi yitirmişiz.
Bu mudur halbuki hakîkî insanlık? Kalplerimizi hissetmeyen, akletmeyen bir et parçasına çevirmek mi? Muhîtin şartlandırmalarına tâbi olmak, bize uygun görülen role ölümüne sâdık kalmak mı? Bir ömür “ne derler” zindanında yaşayıp dışardan mâkul, içerde maktûl olmak mı?
Ama ne yapalım ki menfaat çekişmeleri koparmadık bağ bırakmadı. Şimdi her şeyi olan fakat dostu, kardeşi, sırdaşı, mahbûbu, mâşuku olmayan fertler olduk. Keyfî planda dipsiz bir yalnızlığı yudumluyoruz. Öyle küstah enâniyetlerimiz var ki milyonlar milyarlar içinde farkedilmemişliğin , keşfedilmemişleğin küskünlüğüne kapılmışız. Mevkiinden, statüsünden memnun olan neredeyse yok. Herkes heder edilmişliğin, haksızlığa uğramışlığın tribini atıyor kadere. Tevâzû yok. Mahviyyet, kanaat, rızâ yok.
En kestirme ifadesiyle “gönül insanı” yok. Nasıl olsun ki. Kim yetiştirecek böyle insanları. Mânâ önderleri el etek çekmiş dünyadan. Menfaat veren müessir ilim alınmış aramızdan. Ukalâlığımızla başbaşa bırakılarak cezalandırılmışız. Cismâniyetimizin ötesine göre program yapacak tüm ulvî gayretlerden ve köklü müesseselerden mahrum kaldığımız bir asırdayız.
Sadece âlî fıtrat şahsiyetler ile acıların pişirdiği olgun mizaçlı kişiler kaldı dünyada ruhunun derinlikleri olan. Bu vasıfta birini bulur bulmaz eteklerine yapışmalı ve sonuna kadar istifade etmeliyiz ondan. Yalnızlıklarına, alelâdeliklerine, kıymetlerinin çevrelerince takdir edilmiyor oluşana aldırmadan. Çünkü gönül insanlarının ölçüleri bambaşkadır. Dünyadan ve ehl-i dünyadan öyle istiğnâları vardır ki tek dertleri efâl, ahvâl ve akvâlde hüsün ve istikâmettir. Böyle bir insan olmak zor elbette. Samîmiyet istiyor. Fedâkarlığı meleke kılmayı, nezâketi tabîî halde yaşamayı emrediyor. Tekellüfsüz, tahammülsüz rızâ üzere olmayı îcâp ettiriyor.
Hani bir makamdan bahseder ya sûfîler, o makamda sâliki methedenin methi şımartmaz, zemmedenin zemmi sarsmaz. O kadar farkındadır ki kendinin, mübâlağalı her iltifat onu sadece rahatsız eder. Ve esasen hadîs-i şerîfin o sarsıcı ifâdesiyle “boynunu vuran” böyle kimselerle tekrar bir araya gelmek istemez. Ender’u nâdirâttan da olsa Rahmân’ın böyle hâs kulları vardır ve onları bulan her türlü mahrûmiyetten uzaktır.
Bir sevgi yazısı olacaktı bu. Niyetim sevgiyle dolu kalplerin hayatı nasıl güzelleştirdiğini anlatmaya çalışmaktı. Sevgisizliğin, sevmemek ve sevilmemenin bizi nasıl eksilttiğini anlatmaktı. Ama kalemim böyle karamsar bir tablo resmetti kendi keyfince. Ahmaklaşmadan iyimser olmanın bir yolunu bulabilseydim böyle olmazdı elbet. Belki el’an bazı menfilikler yaşıyor olmaktan kaynaklı muzdarip haletimin kağıtta tecellisi oldu bu satırlar .Ben de mani olmadım. Bir vesile kabul ettim dertlenmeye. Varsın karamsarlık olsun. “Benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz” buyuran ve risâlet vazîfesi süresince sadece birkaç defa azı dişleri görünecek kadar tebessüm eden Peygamber (S.A.V) efendimizde de hüzün gâlip bir tavırmış.
“HÜZÜN”. Aslında sevgiyi anlatırken de buradan hareket edilebilir. Çünkü bu kelime “SEVGİ”yle ikiz kardeş gibi. Âdetâ birbirlerinin lâzım-ı gayr-i mufârıkı olan iki mefhum. Menbâları bir. Aynı sathın müspet ve menfî iki yüzü sevgi ve hüzün. İnsan ya sevdiği iledir,sevgi iledir. Yâhut sevdiğine veya sevgisine ırak düşmekten mahzun bir haldedir. Öfke, kırgınlık, küskünlük, keder değil sadece hüzün duyar. Mahbubu varsa sevdiğine uzak olmanın, yoksa sevgisine muhatap bulamamanın hüznünü.
Sevgiliyle mesâfe gönül boyutunda aşılır da kalp sükunet bulabilir. Zîrâ muhabbetiniz bir yerlerde mukabele görür. Birlikte idrak edilmiş güzel zamanların hayali bir tesellidir. Lâkin sevme istîdâdı yüksek gönüllerin yalnızlığı, muhâtapsızlığı yakıcı ve tesellisiz bir azaptır. Bir türlü yağamayan yağmur, ne yapsa doğamayan güneş gibi sancılıdır, boğucudur.
Bir tâze sabahı, ikindi çayını, tüm ihtişâmı ile ilkbaharı, yağmurun sesini, buz gibi serin suyu, masmâvi gökyüzünü, yollar boyunca seyahat etme keyfini, gecenin sükûnetini, radyoda çalan bir buhranlı şarkıyı paylaşabilecek kimsenizin olmaması.Kuzinenin başında beraberce keyiften mayışacak yarânınızın, sükûtunuzu da dinleyecek ve anlayacak ahbâbınızın olmaması. Omzuna başınızı koyup bütün sıkıntılardan kurtulmanın umudunu, size sunacağı kayıtsız “seninleyim” sokulganlığında yeniden duyabileceğiniz bir gönüldaştan yoksun olmak. Bu tarifsiz bir hüzündür işte. Bir türlü anlaşılamamak. Gönül vermeye bahaneler ararken katı kalplerin nefretinin yüzünüze çarpılması ve avuçlarınızın arasında sakladığınız sıcacık sevgileri buruşturup buruşturup tekrar sînenize koymak.
Kader bazı alınlara hüzün yazmış. Uçsuz bucaksız bir hüzün. Olamamanın, yapamamanın, başaramamanın değil anlaşılamamanın hükmünü vurmuş. Bunca ses, renk ve ışıltının arasında kalbiyle duyan, basîretiyle gören ,ışıltılara kapılmayan üç beş insanı da hüzün sarmış. Asrının diline, zihnine, gafletine yabancı münkesir kalpler hüzün limanlarına demirlemiş.
Her şeye sevgiyle bakmak, hayatı her haliyle sevmek bir şükürdür aslında. Rızâ halinin muhîte in’ikasıdır. Evde pişen, komşuya düşen, sokağa taşan, mahalleyi saran bir sürûr halidir. Kişinin varlık telakkîsi ile mütenâsiben bütün insanlığa, bütün mahlukâta ve nihayet tüm bunları yaratana yükselir.
Duruşunuza samîmiyet, bakışınıza ışıltı, konuşmanıza şefkat, veçhenize tebessüm katar. Başkaları hakkındaki düşüncenizi hüsn-ü zan üzere tutar. Hata ya da kusur âyân beyansa mazeret noktaları aramaya sevk eder. Öfkeden, kinden, husûmet ve adâvetten men eder. Bu hissiyatın vücûdî değil ademî olduğunu ve bâkî olanın güzel olan olduğunu hatırda tutar. Bu müspet tavır hayırhaâh sadırlarda güzel akisler bulur. Sevilir. Aranır. Olmakta olandan her halde çıkarttığı müspet mânâ herkesi ısıtır.
Beklentilerimizi alacak telâkkî etme şımarıklığımızı kırar her halde sevmek. Duânın tek kabul tarzının, talep edilenin verilmesi olmadığının şuurundan neşet eden derin bir tevekküldür o. Eksiği bütünleyebilmek, yarayı sarabilmek, sevdiğinin sevdiklerini de severek çoğalmak , gönüllerde bütünleşebilmektir.
Bu sevgiden mahrum kalpleri düşünün şimdi. Soğuk ,yalnız ,kasvetli. Öyle katımış ki taşlar ona nispetle ipek. Bakara Sûresi 74. âyetin ifadesiyle “sonra bunun arkasından kalbleriniz katılaştı, şimdi onlar taşlar gibi hattâ daha duygusuz, çünkü taşların öylesi var ki içinde nehirler kaynıyor, öylesi var ki çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor ve öylesi var ki Allah’ın haşyetinden yerlerde yuvarlanıyor”. O kalplerde bu hususiyetler yoktur işte. İçlerinde hiçbir zaman muhâsebe nehri kaynamaz, merhametsizlik zulmetini baskılayan vicdan o kalbi yararak nedâmet olup fışkıramaz. Ne ibretlik, ne sarsıcı manzaralar görür de temerrüdünden kıpırdamaz, rikkate gelemez. Kendiyle kalbi arasına Rahman hâil olmuştur. Bir zulmânî perde ile güzelliklerden, merhamet ve muhabbetten mahcûptur. Aslında devamlı üşür de hep öfke ile kin ile ısıtır içini. İntikam emelleriyle hayata tutunur. Şahsiyet ve karakterini adâvet ve husûmetten alır. Taşlaşmaktır bu işte. Temas ettiği her şeyi acıtmaktır.
“Gerçek mümin hem ülfet eden hem de ülfet edilendir. Sevmeyen ve sevilmeyen kimsede hayır yoktur.”(Buhârî, Edeb: 27) buyursa da peygamberi, ne ülfet eder ne ülfet edilir. Eşiyle küs, komşusuyla sorunlu ,arkadaşıyla kavgalı, ailesiyle problemlidir. Trafikte, toplu taşımada, lokantada ve sair tüm ictimai vasatlarda insanlar ona batmakta ve o insanlara kızmaktadır. O hariç herkes kusurludur ve insan olmayı becerememektedir. Terbiyeye, te’dibe muhtaç yığınlara küçümseyici bir edâyla bakıp tüm bayağılıklardan kendini ibrâ ederken, insanlığın içine sürüklenmekte olduğu her türlü çürümeyi bu kalabalıklara fatura etmenin rahatlığı ile içsel yalnızlıklarına yönelirler. Sanal mecralarda, sahte hayatlarda varlık bulurlar. Bir postmodern uyuşturucu olarak dev ekran televizyon, akıllı telefon ibtilâlığında hayatı ve tüm değerleri tüketirler.
Ne gezer böyle kalpte hüzün. Daima kazandığını zanneden kaybetme hissi duymamıştır ki bir defa bile onun hüznünü duysun. Bir kış gecesi yalnız olduğu odanın ışıklarını söndürüp gönül lambalarını yakarak içine doğru bir seyahate çıkmamıştır ki hiç. Ruhunun kalbini dinlememiştir. Katmerlenmiş huzursuzluğunu vicdanında dürülmüş, düğümlenmiş bir halde bulmamıştır. Bâtınının bu tefessühü basîretini mühürlemiş, letâifinin kulakları sağır olmuştur. Ne hilkatteki hârikuladeliği müşahede edebilir, ne kainattaki eşsiz ahengin mûsikisini duyabilir. Kalb-i selimden mahrumiyet ,akl-ı selim ve zevk-i selimden mahrumiyete müncer olmuştur.
Ne fena hâl ,ne korkulası hizlân. Ne acı rüsvâylık.
Sevgilerimizin kıymetini bilelim. Hüzün duyabilmenin imtiyazını kaybetmeyelim.
Sevmeyi ve sevilmeyi en büyük mazhariyet olarak gören gönül insanlarımıza sımsıkı sarılalım.Sevmek istemiş ama muhatabını bulamamış, sevilmenin bahtiyarlığını henüz tatmamış hüzün müptelâlarına da dua edelim.Kıymeti parada, güçte, makam ve mansıpta arayanlara kibirli değil müşfik bir acıma hissiyle bakan ve kendi asil hüznünün yalnızlığında bulduğu huzuru hiçbir kalabalıkta bulamayan mahzun gönüllere selam olsun.
Kırık kaplerimizle Mevlaya yakın olmayı beceremezsek bu hüzün hasret olur.Allah korusun.
Biraz Ahmet Hamdi, çokca Ahmet Selim (Zeki Önal), bir tutam da Yunus Emre, birkaç katre de….. ve aslında tamamen yeni bir mütefekkirimiz var. Allah bozmasın ve istikâmet üzere dâim eylesin.
Kendisini YETİŞTİRENLERDEN ve kendisinden Allah c.c razı ve memnun olsun.
Yâ Rabbîîî,
…EL-HAMDÛ-Lİ’LLÂHİ RAB-BİL’ ÂLEMÎÎÎN.