PDY/FETÖ ihanetini fırsat bilerek bütün cemaatleri aynı kapsamda değerlendiren bazı kimselerin bu tavrının; İslâm tarihi, İslam medeniyeti ve kurumları tarihi ve mezhepler tarihi verileriyle, aklî verileri birlikte değerlendirmekten son derece uzak bir tavır olduğu açıktır. Son günlerde; yazılı, görsel ve sosyal medya üzerinden bütün cemaatleri hedef alan bu kabul edilemez tavrın, muhkem camiaları PDY/FETÖ yapılanması gibi takdim etme cüretine karşılık bazı noktalara açıklık getirme zaruriyeti hâsıl olmuştur.
Kendilerini İslâm’ın ana caddesi olan Ehl-i Sünnet yapıya nispet ettikleri halde, uzun yıllardan beridir anlaşılması ve tasvip edilebilmesi mümkün olmayan birçok görüşün ve tatbikatın mümessili olmuş ve ilerleyen dönemde devlet içerisinde, devlete ve millete rağmen bir tür yapılanma içerisine girmiş PDY/FETÖ’nün, tıpkı diğer terör örgütleri gibi sebep olduğu kaos, hem sivil toplum kuruluşlarını hem de değer ve kavramlarımızı hedef haline getirmiştir.
Her şeyden evvel şunu ifade etmek lazımdır ki, köklü tarîkatlerle bu tür yapıları birbirinden ayıramamak ve aynı potada eritmeye çalışmak, hem ciddi bir bilgi eksikliğinin hem de fikrî anlamda talihsiz bir muhakeme zafiyetinin göstergesidir. İslâm tarihi, İslâm medeniyeti ve kurumları tarihi, hassaten mezhepler tarihi alanında az buçuk bilgi sahibi olan kimselerin böyle bir zafiyet göstermesi beklenemez ve göstermeleri durumunda böyle bir şey asla kabul edilemez. Dolayısıyla, bu konuda söz hakkı verilecek ve fikrine başvurulacak kimselerin, belli bir usulü ve hareket tarzı olan köklü yapılarla, tepeden inme suni oluşumları birbirinden ayırabilecek nitelikte, ehil şahsiyetlerden seçilmeleri ve toplumla sağlıklı kanaatlerin buluşmasının sağlanması noktasında yayın organlarının üzerlerine düşen seçicilik mesuliyetini layıkıyla yerine getirmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde, seçtikleri konuşmacıların iddia, itham ve iftiralarına ortak olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarının bilincinde olmalıdırlar.[1]
FETÖ’den sonra, birtakım tarikat ve cemaatlerin devlet için tehdit unsuru olduğunu savunan bazı sözde konuşmacılar, kimi camiaların da ismini anarak, ilim, irşad ve sosyal hizmetler dışında hiçbir gayesi olmayan bu güzide hizmet erlerini hedef göstermekte, kendilerine kulak verenleri ve kamuoyunu yanlış bir şekilde yönlendirmeye çalışmaktadırlar.[2]
Söz konusu şahısların bu tavırlarıyla, hakikaten PDY açısından tehlike unsurları taşıyan yapıları kamufle etme gayesiyle, hedef saptırmaya çalışıp çalışmadıkları hususu da gözlerden ırak tutulmamalı ve önemle irdelenip, titizlikle sorgulanmalıdır. Zira Ehl-i Sünnet’e savaş açmış görünüme sahip birtakım çevrelerin kamu kurum ve kuruluşlarında hızla kadrolaştığı ya da mevcut kadrolardan hızla adam devşirmekte olduğu gerçeği, bugün artık açıkça ifade edilebilen ve yetkili mercilerin de ikaz edilmesi gerektiği düşünülen bir boyuta çoktan ulaşmış durumdadır.[3]
Görsel, yazılı ve sosyal medya başta olmak üzere, iletişim araçları üzerinden hedef saptırmaya ve asıl tehlikeyi perdelemeye çalıştıkları düşünülen çevrelerin bu tavrına aldanmak, tıpkı geçtiğimiz ay, şehitler ve gazilerimizle kıl payı kurtulmuş olduğumuz felaketten belki de engellenemeyecek ve telafisi de mümkün olmayacak çok daha büyük felaketlere maruz kalmamıza sebep olabilecektir.
FETÖ İle Muhkem Yapıları Nasıl Ayırt Edeceğiz?
Tarihte devletler için problem teşkil etmiş yapıların hemen tamamına bakıldığında, ilim, irşad, amel, takva ve hizmetten ziyade, siyasi yapılanmayı önceledikleri, kökü tarihte eskilere dayanan muhkem yapılara nazaran, toplum içerisinde eskiden beri süregelen bir yapıları bulunmadığından, öncelikle isyan ederek ya da darbeye kalkışarak üst yönetimi ele geçirme prensibini benimsedikleri görülecektir.[4]
Siyasi yayılmayı ve kurumları ele geçirmeyi önceleyenler bu uğurda, İslâmiyet’in temel esaslarından taviz vermeyi, onlara aykırı olan birçok ameliyeyi gerçekleştirmeyi mubah saymakta ve takiyyeyi vazgeçilmez bir unsur olarak kabul etmektedirler.[5] İfade etmiş olduğumuz hareket tarzı ve yöntem farkı, bu tür yapıların tespiti ve tanınması noktasında en mühim ayrıntı olmaktadır.
Çoğu zaman İslâm dışı unsurlar tarafından desteklenmiş suni oluşumların bu ahvaline karşılık, tarihi, kesintisiz bir şekilde asr-ı saadete kadar uzanan muhkem yapılar ise İslâmiyet’in temel esaslarına sımsıkı sarılmanın, akidelerini ve tasavvur dünyalarını Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat i’tikâdına uygun olarak hassasiyetle tashih etmenin yanı sıra, amelde bazı mubahlardan dahi uzak durmayı, takva yolunu esas almayı ilke edinmişlerdir. Özellikle tasavvuf büyükleri, birtakım ruhsatları dahi terk ederek azimetle (her zaman ve her şartta geçerli aslî hükümler) amel etmeyi esas kabul etmiş, Kur’ân ve Sünnete ters düşecek bir görüşle amel etmeyi ve bu tür görüşlerle fetva vermeyi katiyen doğru bulmamışlardır.[6]
Hak İle Bâtılı Ayırt Etme Ölçüsü
Tasavvufun esası, Kur’ân ve Sünnet’i zahidane bir hayat tarzıyla yaşayabilmektir. Belirli bir silsile ile kesintisiz olarak Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’a kadar uzanan bu yapıların, İslâmiyet’e aykırı olan görüş ve fiillerle ameli benimsemesi ya da böyle bir şeye tevessül etmesi mümkün değildir. Müstakim Şeyhlerle müteşeyyihleri (şeyhlik iddiasındaki sahtekârlar) birbirinden ayırma konusunda en önemli kıstas, Kur’ân ve Sünnet’e tavizsiz bağlılıktır. Her ne sebeple olursa olsun, bu anlayıştan taviz veren kimselerin, körü körüne taklid mercii kabul edilerek önder veya rehber edinilmeleri kesinlikle caiz değildir.
Sorunlu yapıların her birinde Sünnet’e muhalif birtakım fiil, uygulama, faaliyet ve organizasyonlar söz konusu olduğunda hâkim olan anlayışın: ‘’büyüklerimiz hata etmezler, bunu tasvip etmişlerse muhakkak bir bildikleri vardır’’ şeklindeki anlayış olduğu ve sorunun temelini de bu anlayışın oluşturduğu hiç tereddüt etmeksizin söylenebilir. Bu anlayış, Ehl-i Sünnet’in temel i’tikad esaslarından biri olan: ‘’Peygamberler dışında hiç kimse masum değildir’’[7] esasına aykırı kabul edilen ve Şia’nın inanç esaslarından biri olan ‘’Masum İmam’’[8] inancına benzemektedir.
Masumiyet isnadı bu inanca sahip olan bir kulda, hata isnadını ve hata yapma ihtimalini kabul etmeyen, takip ettiği şahsın her yaptığını doğru olarak gören bir anlayışı hâkim kılar. Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat yolunu benimsemiş olan yapılarda böyle bir anlayış reddedilmiştir; ve veli de olsa herkesin hata yapma ve günah işleme ihtimali kabul edilmiş, dolayısıyla her kim olursa olsun, söylediklerinin, savunduklarının ve yaptıklarının Kur’ân ve Sünnet ölçüsünde değerlendirilmeden tasdiki ve taklidi caiz görülmemiştir. Hatta istikamet sahibi olmayan kimselerden, olağanüstü hallerin zuhur etmesi durumunda bile bunlar makbul kabul edilmemiş ve istidrac olarak nitelenerek istikametin ölçü kabul edilmesi gerektiği özellikle vurgulanmıştır.[9]
Yaşadığı sürece insanoğlunun fitneye düşebilme, ayak kayması yaşama ve yolunu şaşırma ihtimali her zaman mevcuttur. Bu sebeple, Ehl-i Sünnet hassasiyetini taşıyan âlimler ve mürşidler, savunularının ve görüşlerinin Ehl-i Sünnet’e uygun düşmeyeceği bir durum söz konusu olduğunda, savunu ve görüşlerinin kabul edilmemesini ve kendilerinin bundan ikaz edilmelerini tavsiye buyurmuş hatta kendilerini takipten vazgeçilmesi gerektiğini önemle vurgulamışlardır. Haddimiz olmayarak ifadeye ve müdafaaya kalkışma cüreti göstermiş olduğumuz bu yapılarda, vazgeçilmez bir sünnet olan istişare mekanizması her zaman hassasiyetle işletilmekte ve camiaların faaliyetleri, şeyhin (ya da kanaat önderi vd.) ardındaki ulema kadrosu tarafından fıkha göre incelemekte hatta bu istişareler sonucunda zaman zaman Şeyhin, görüşünden ya da tavrından vazgeçtiği bazı örnek hadiselerle de karşılaşılmaktadır. Şeyhler pek az hata yapmaktadırlar. Bunun sebebi masumiyet değil, istişare mekanizmasının bihakkın işletilmesidir.[10]
Bir Yanda FETÖ Diğer Yanda Müstakim Camialar
Bir yanda; amaçları uğruna amelî ve ahlaki hususlardan temel i’tikâd esaslarına kadar birçok konuda tavizler verip bunları hiçe sayan ve takiyyeyi, bedduayı, lânet etmeyi şiar edinmiş olan ve rehber edindikleri şahsın buyruklarını hiçbir şekilde Kur’ân ve Sünnet ile muvazene etmeksizin körü körüne kabul ve tasdik edenlerden oluşan bir yapı…
İnsanların ayıp ve kusurlarını araştırmaktan, müstehcen görüntüleri tehdit, şantaj unsuru olarak kullanmaktan yüzleri kızarmayan, insanları birtakım siyasi ve idari emellere erişebilme adına kebair günahları işlemeye zorlayanlardan oluşan bir yapı…
Beynelmilel amaçlar uğruna hizmet etmekte olan, gözyaşı, kan ve zulüm üzerine oturmuş kuruluşlarla işbirliğine girişen, onların projelerinin sacayaklarından biri olan, yeri geldiğinde terör örgütleriyle işbirliği yapmaktan çekinmeyip taşeronluğun her türlüsünü bünyesinde sindirebilen ve kardeşlerinin, akrabalarının, aidiyetlerinin bulunduğu topraklarda iç savaş çıkarmayı dahi vazife addedebilen bir yapı…
Diğer yanda; tarihi kökleri asr-ı saadete kadar dayanan, i’tikâddan amele, hayat tarzından kisveye kadar Kur’ân ve Sünnetten kıl payı kadar şaşmamayı ölçü edinmiş, ilmî faaliyetlere azami ehemmiyet atfedip irşâd, emri bil maruf ve sosyal hizmetleri öncelemiş ve her daim devletinin ve milletinin yanında saf tutmuş, davası uğruna şehitler ve gaziler vermiş muhkem yapılar…
Hangi açıdan bakarsak bakalım, iki ayrı yakada duran bu iki farklı topluluğun adlarının birlikte anılması dahi başlı başına bir fecaat iken, ideolojik bir benzerlikten bahsedilmesi tabir edilemeyecek kadar talihsiz bir değerlendirmedir.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız ölçüleri esas alanlar, muhkem yapılarla toplum ve zaman zaman devletler için tehlike unsuru taşıyan yapıları birbirinden ayırabileceklerdir. Bu kıstasları göz önüne alanlar, mezkûr tehlikeli yapılanmaların geçek yüzünü tespit etmekte güçlük çekmeyecek ve bu çerçevede aklî ölçülere göre değerlendirmelerde bulunabildikleri takdirde bu tür yapılar tarafından istismar edilme tehlikesini de peşinen bertaraf etmiş olacaklardır.
Tasavvuf, Tarîkatler ve Devletler
Tasavvuf-tarîkat müntesipleri tarih boyunca, ilk İslâm devletlerinin vazgeçilmez kurucu unsurlarından biri olmuş, Sultanlara mürşidlik etmiş ve devletlerin varlığının devamı, tebaanın birlik ve beraberliğinin teşekkülü ve devamını sağlama konusunda, her zaman önemli vazifeler üstlenmişlerdir. Medeniyetlerin temelini atan ve ilmi gelişmelerden mimariye, cihaddan fütuhata çağların ve devirlerin taşıyıcısı olmuşlardır. Bu vazife, gerek Milli Mücadele döneminde gerekse de o günden bu günlere devletin her daim yanında olmak, gerektiğinde desteklerini esirgememek, devlete karşı bölücü ya da yıkıcı faaliyetlerin de her zaman karşısında olmak şeklinde tezahür edegelmiştir.[11] Bununla beraber, idareci ve siyasilerin birtakım icraatlarının dinî ve toplumsal değerler açısından uygun olmadığı değerlendirildiğinde, bu düşüncelerin ilgili makamlara istişare yoluyla iletilmesi ve önerilerin de bu şekilde arz edilmesi yöntem olarak benimsenmiş, bu gibi meşru yolların dışında kalan yasadışı yollara ya da farklı faaliyetlere asla tevessül edilmemiştir.
İşin Ehline Tevcihi ve Liyakat Hassasiyetine Karşılık Kadrolaşma İddiaları
Tasavvuf ehli devlet memurluğu vazifesini, tahakkuk eden yoğun hak-hukuk meseleleri ve devlet ricaliyle münasebetin birtakım tavizleri doğurabileceği endişesiyle makbul görmemiş, hediye dahi kabul etmeyecek derecede bir mesafe koymayı uygun görmüşlerdir. Bu itibarla, birilerinin hakkını çiğneyerek belli makamlara erişmeyi, bu makamlara gelindiğinde birtakım gerekçelerle adaletsiz kararlar vermeyi; liyakat sahibi bulunmayan, ilgili vazifelere ehil olmayan ellerin bu tür vazifelere getirilmelerini teklif olarak dahi kabul etmeyecek bir hassasiyetin sahibi olmuşlardır.
Örgüt mensuplarının darbe kalkışması esnasında yaptıkları bizlere, adalet anlayışlarındaki çok büyük kırılmaları işaret etmiştir. Masum insanların kanını akıtmaktan çekinmezken, geçerken işgal ettikleri bir bahçenin sahibinden helallik talep etmeleri, son derece düşündürücü bir algı çarpıklığının ve tahsil edilmiş olan dinî eğitiminin, düşünce ve zihinden gönüllere inmediğinin açık bir ispatı niteliğindedir.
Muhkem Yapıların Eksik Olduğu Yerde Paralel Yapılar Teşekkül Eder
Söz konusu örgütün 17 sene boyunca bölge imamlığı yapmış olan bir şahsın:
‘’FETÖ’nün en az örgütlenebildiği iller dindarlığın daha yüksek olduğu Konya, Erzurum, Karadeniz’in doğu illeri gibi yerlerdir. Bunların en yoğun örgütlenebildiği iller ise dindarlığın az yaşandığı Ege bölgesi gibi yerlerdir. Genelde dini Gülen’in kitap ve kasetlerinden öğrendikleri ve başka kaynaklardan beslenmedikleri için sorgulamıyorlar.’’ şeklindeki tespitleri, kanaat önderleri etrafında oluşmuş köklü yapıların devlet için birer tehdit değil; bilâkis devlet için tehdit niteliği taşıyabilecek yapılara karşı, onların teşekkülü karşısında bir tür panzehir oldukları gerçeğini ortaya koymaktadır. Bugün kimilerinin önemsiz hatta bir tür aşırılık olarak gördüğü İslâm kisvesinin, benzer yapıların palazlanmasının önünde açık bir engel oluşu, cemaatin yapılanamadığı bölge ve yöreleri belirten sözde bölge imamları ve örgüt yetkililerinin açıkça itiraf ettikleri bir husustur.[12] Binaenaleyh bu tür yapılanmaların önünü kesebilmek, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat i’tikâdına sıkı sıkıya bağlı, sahih ilim ve irşâd anlayışı konusunda hassasiyet sahibi câmiâların desteklenmesi suretiyle faaliyetlerinin yaygınlaştırılması ve toplumun İslâmiyet’i böylece güvenilir kimseler elinden öğrenmelerini sağlamakla mümkün olabilecektir. Bu tür örgütler üzerinden muhkem camialara cephe alıp onların faaliyetlerini engellemek, kendilerini dine nispet eden paralel yapıların zuhur etmesinden ve palazlanmasından başka bir şeye yaramayacaktır.
FETÖ Ehl-i Sünnet Cemaatlerle mi Benzeşmektedir yoksa Modern Akımlarla mı?
Sorunu, kökten çözüm yerine teberrîye indirgemenin doğru olmadığı kanaatini taşıyor olsak da, belli bir kesimin FETÖ bahanesiyle, bu örgütün bazı anlayışlarının Ehl-i Sünnet ile geçişkenliğini dillendirmeleri, bu noktada bir tahlili zorunlu kılmaktadır. Hizmet hareketi olarak başladığı ifade edilen bu hareketin makası değiştirerek zıvanadan çıkışı, hangi akımlarla benzerlik taşıyan yaklaşımları benimsedikten sonra söz konusu olmuştur; kendilerini nispet ettikleri genelde Ehl-i Sünnet, özelde Risâle-i Nûr hizmet hareketinden terör örgütüne evirilişte kullanılan argümanlar hangi akımların argümanları olmuştur? şeklindeki soruların izi, problemin tespiti ve halli açısından dikkatle sürülmelidir.
1- Tarihselcilik
Gülen yapılanmasının Ehl-i Sünnet’ten ayrılışının tedrici olduğu rahatlıkla söylenebilir. İlk etapta Ehl-i Sünnet’e aykırı herhangi bir söylem içerisine girmeyen yapı, ‘Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü’ faaliyetine müdahil olduktan sonra evvela, Kur’ân-ı Kerîm’de Yahudi ve Hristiyanlar hakkında yer alan âyet-i kerîmelerin hitabının tarihsel olduğu yönünde bir söylemle Ehl-i Sünnet’ten ayrılmıştı.
2- Modern Fıkıh ve Yeniden İctihâd Söylemi
Söz konusu yapılanmanın Ehl-i Sünnet’ten ayrıldığı noktalar artarken bir diğer derin ayrışma da, yapıya mensup hoca olarak takdim edilen kimselerin modern fıkıh anlayışı doğrultusunda yeniden ictihâd söyleminde bulunmaları oldu. İslâm Fıkhının büyük oranda değişime ve dönüşüme tâbi tutulması gerektiği savunuldu. Konuya dair sempozyumlar tertip edilip kitaplar ve serî makaleler kaleme alındı.
3- Dinler Arası Diyalog Faaliyeti Uğruna Kur’ân’ı, Hadîsleri ve Bediüzzamân’ı İstismar
Gülen yapılanmasını, köklü camialardan ayıran bir diğer yönü de, faaliyetleri uğruna Ehl-i Sünnet’in usûl kaidelerini aşan bir şekilde Kur’ân âyetlerini te’vile yönelmesiydi. Benzer yaklaşım, hadîs-i şerîflerle ilgili de sergilendi. Hadîsler ve siyere ait âsâr, eğilerek ve bükülerek söz konusu faaliyetler için delil gösterilmeye çalışıldı. Üstâd olarak andıkları muhterem zâtın risâle ve mektuplarında yer alan bazı pasajları da, parçalı okumayla kendilerine referans olarak almaktan kaçınmadılar. Buna karşı çıkan grupları, nüfûz ettikleri hukukî merciler üzerinden terörist gruplarla ilişkilendirerek mahkûm ettiler.
FETÖ’nün Sünnî yapı içerisinden çıktığını iddia edenler, bu makas değişimini analiz ettikleri takdirde, aslında kendilerine benzediğini açık ve net bir şekilde anlamış olacaklardır. Bu itibarla, yeni paralel yapı ya da yapılar arayanlar, çıkış noktası ve hareket tarzı olarak kendilerini FETÖ ile mukayese ederek değerlendirdikleri takdirde, aynada muhtemelen kendileriyle karşılaşacaklardır.
Kavramlarımızın İçinin Boşaltılmasına Müsaade Edilmemelidir
PDY/FETÖ yapılanması sebebiyle; Mesih, Mehdi, velayet, keramet, ğavsiyet, kutbiyet gibi kavramlar başta olmak üzere, Ehl-i Sünnet’in i’tikâd umdelerinden bazı kavramlarımızın da tartışmaya açılması, bu yolla modernist zihniyete uygun olarak te’vil ve inkâr anlayışının fırsattan istifadeyle yayılmaya çalışılması maatteessüf ilim ve insaf dışı bir dönemin başlangıcının da habercisi olmaktadır. İlmî değerlerimizin, adaletin ve insafın lüzumu, terör örgütlerinin istismarı sebebiyle sahih kavramlara karşı savaş açılması değil; bilakis bu kavramların sahih olan anlam bütünlüğünü ortaya koymak ve Hak ile batılı birbirinden tefrik etmek suretiyle toplumun kavram kargaşasına düşmesinin önüne geçmektir. Tevâtür seviyesine ulaşmış, eslâfımızdan beridir birer i’tikad umdesi ve kabul olarak nesillerden nesillere aktarılmış olan kavramlarımız, bir terör örgütünün istismarıyla buharlaştırılacak kadar sahipsiz ve kıymetsiz değildir. Bu sebeple, cümle ilim sahiplerinin bu mefhumlara karşı başlatılmış olan inkâr furyasına karşı durmaları ve bununla mücadele etmeleri vazife addedilmelidir.
İstismar edilen kavram, unvan, mevkii ve makamların tümünü tartışacaksak eğer, siyasetçi, asker, mülki amir, akademisyen vb. gibi dünyevi birtakım unvanların da tartışmaya açılması gerekecektir. Askeri, hukuki alan başta olmak üzere, bürokrasiye nüfuz etmiş olan bu yapının beyin kadrosunu akademisyenlerin oluşturduğu ve bu akademisyenlerin bilhassa son derece tartışılmış ve Ehl-i Sünnet anlayışa hâkim kimselerce vaktiyle reddedilmiş işlere imza atmış ilahiyatçılar olduğu, işin bu tarafını biraz daha ciddiyetle sorgulamak gerektiğini işaret etmektedir.
Konunun kavramlar olmadığı, istismar olduğu tartışma götürmeyecek bir hakikattir. Tarihte birçok sahte peygamberin de gelip geçmiş olduğu ve buna mukabil aklı başında hiç kimsenin bu müessesenin varlığını ya da yokluğunu (hakikatini ve sübutunu) tartışmaya açılması gereken bir mesele olarak gündeme getirdiği vaki olmamıştır.
Terör örgütlerinin amaçlarından birisi de algı yönlendirmesi yoluyla toplum içerisinde kargaşaya sebebiyet vermek olduğu gibi, kavram kargaşası ile manevi değerleri baltalamaktır. FETÖ üzerinden bu kavramların içini boşaltmak isteyen ve inkâr yolunu seçenler, bu anlayışlarıyla esasında terör anlayışına hizmet etmiş olmaktadırlar.
Hak Galip Gelecek Bâtıl Yok Olacaktır
Unutmamalıdır ki, bâtıl su üzerindeki köpük gibi, Hak ise toprağa hayat veren su gibidir. Suyun üzerindeki köpük kabardığında üste çıkarak hakikati perdelemiş gibi görünür ama kısa bir müddet sonra yok olup gitmeye mahkûmdur. Er ya da geç hak galip gelecek ve bâtıl zail olacaktır.
Dipnotlar:
[1] Örnek olarak birçok televizyon programı zikredebilmek mümkünse de, biz sadece birkaç örnekle iktifa edeceğiz. Habertürk Tv,
[2] Sol tandanslı bazı kimselerin, Ateist-Marksist zihniyetleri sebebiyle dinî yapılanmaların tamamını tehlike olarak değerlendirmeleri belki bir yere kadar anlaşılabilir bir şey olabilir; fakat Mehmet Ali Şahin ve benzer isimler gibi sağ tandanslı ve muhafazakâr siyasi gelenekten gelmiş olan kimselerden böyle bir anlayışın sadır olması hakikaten tuhaf bir durumdur. Zira bu insanlara ve bu insanları bugünlere getiren siyasi yapılara en büyük desteği söz konusu câmiâlar vermiş, o hareketlerin tabanını, İslâmî camialar teşkil etmiştir.
[3] Birtakım eleştirilerin, muhatapların isimlerinin zikredilmemesi sebebiyle amacına ulaşmadığı görülmektedir. Açıkça isim vermek gerekirse; İskender Evrenesoğlu, Mustafa İslâmoğlu, Ahmed Hulusi, Haydar Baş ilh… gibi takipçileri nicelik bakımından önemli gibi görünmeyen fakat devlet kadrolarında ciddi nüfûz sahibi isimleri sayarak başlamak yerinde olacaktır. Televizyonlarda boy gösteren konuşmacılar ve köşe yazarları, müstakim camiaları hedef gösterirlerken bu gibi isimlerden hiç bahsetmemektedirler.
[4] Kendilerini İslâmiyet’e ve özelde tasavvufa nispet eden tarihteki isyan hareketlerinin hemen tamamı aynı yöntemi benimsemiştir. Hasan Sabbah ve fedailerinden oluşan İsmâilî-Haşhaşî zümre, Baba İshak ve yandaşları, Şeyh Bedrettin ve yandaşları… Hepsinin teşekkül süreci ve isyanı FETÖ ile hem yöntem hem de sonuç olarak benzeşmektedir. İfade etmiş olduğumuz tespit, mezhepler tarihi uzmanı olan muhterem hocamız Mehmet Ali Büyükkara’ya aittir.
[5] Takiyyenin lügat ve ıstılah manalarıyla, Şiî-İmâmî ve diğer kollardaki takiyye anlayışı ve bu anlayış doğrultusunda gelişimi, sergilenebileceği en son perde ve detaylar için bkz. Mustafa Öz, ‘’Takiyye’’, DİA, C.XXXIX, s.454
[6] Sûfilerin bu anlayışının beyanına örnek olarak, Mektubât-ı Rabbânî, 70, 73 ve 102. Mektuplara bakılabilir. Bu bakış açısının Nakşibendîlerle sınırlı olmadığı bilinmelidir. Her bir tarîkatin büyüklerinin anlayışı için ilgili edep-erkân kitaplarına ya da Ahmed Ziyaüddîn-i Gümüşhânevî’nin Câmiu’l-Usûl’üne bakılabilir.
[7] Meleklerin ve Peygamberlerin masumiyeti ve Ashâb başta olmak üzere, Peygamberler zümresi dışında kalanların Ehl-i Sünnet mensuplarınca masum addedilmediğinin beyanı için bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, Bilmen Yayınevi, İstanbul (t.y.), 236, 249, 287, 291 vd.
[8] Mehmet Bulut, ‘’İsmet’’, DİA, C.XXIII, s.134-136; cilt: 22; Mustafa Öz – Avni İlhan, ‘’İmâmet’’, DİA, C.XXII, s.202; Hamid Algar, ‘’Çârdeh Mâsum-i Pâk’’, DİA, C.VIII, S.227-228.
[9] Evliyânın kerametinin hakikati, Ehl-i Sünnet’in temel akaid kitaplarında açıkça beyan olunmuştur. Bununla beraber, sûfi büyüklerin kerâmete atfedilmesi gereken değer ve kıymet üzerinde önemle durmuş, ölçünün istikamet olduğunu özellikle belirtmiş, müridlerini bu konuda sakındırmışlardır. Örnek olarak bkz. Mektûbât-ı Rabbânî, 107, 216. vd. mektuplar; İmam el-Kuşeyrî, er-Risâle, s.; Abdurrahman et-Tâğî Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlardır: ‘’Kerâmete çok meyledenlerin, elinden, istidrâc kabilinden pek çok harika zuhur edecek olan Deccâl’e kapılmalarından ve ona tâbî olmalarından korkulur.’’ Seydâ-i Abdurrahmân-ı Tâğî, İşaretler,…
[10] Tasavvufun esasında olmasa da, muhtelif mektub ve menâkıb türü eserlerde mürşidin zaman zaman belli mertebeye gelmiş olan bir müridini imtihan noktasında, zahiren şeriate aykırı gibi görülen birtakım fiiller tavsiye edebileceği ya da talep edebileceğine dair bazı anlatımlar yer almaktadır. Bu gibi istisnai durumların doğru değerlendirilebilmesi ve anlaşılması için bkz. Şeyhe İtaat Etmenin Şer’î Ölçüsü Nedir? / Kadı Muhammed Senaullah el-Mazharî
http://www.gurabamecmuasi.com/Dergi/2-sayi/252-seyhe-itaat-etmenin-ser-i-olcusu-nedir.html
Konuyla ilgili ayrıca:
http://www.reddulmuhtar.com/index.php/567-kimi-allah-dostlarinin-zahiri-kufur-icerikli-sozleri.html
Ya da daha detaylı malumat için şu seriye bakılabilir:
https://www.darusselam.com/reddiyeler/allah-dostlarinin-zahirde-kufur-gibi-gozuken-sozleri-1-bolum.html
[11] Karahanlıların kuruluşumda Sâmânî sûfilerinin tesiri çok büyüktür aynı durum Gazneliler’in kuruluşu için de geçerlidir. Büyük Selçuklular, Osmanlı vd. devletlerin kuruluşunda da hep sûfi büyükleri etkin olmuştur. Âhilik bu noktada kurumsal olarak ön plana çıkmış olan daha şumüllü bir yapıdır. İslâm medeniyetinin teşekkülü ve yükselmesinde de sûfilerin katkısı çok büyük olmuştur. Bütün bu hususlara dair örnekler, tarih kitapları ve ilgili alanlara müteallik eserlerde detaylarıyla mevcut, ehlinin de zâten malumudur.
[12] Söz konusu şahıs, Sadi Alpsoy’dur. Benzer iddiayı Nurettin Veren de pek çok dile getirmiştir. Afganistan ve Pakistan bölgesinde özellikle kisveye aykırı hareket ve duruş sebebiyle teşkilatlanılamadığı itirafıyla Cübbeli Ahmed nâmıyla maruf Ahmed Mahmud Ünlü’ye, mücret mukabilinde yapılanmada aracılık teklifi iletildiği şahsının ve vakti zamanındaki avukatının beyanlarıyla ortaya çıkmıştır.
“Vesîle edinerek” denmez, “fırsat bilip bahâne ederek” denir; “vesîle” kelimesi müsbet ve makbul şeyler ve durumlar için tesebbüb ve tavassut ifâde eder, yazıda –haklı olarak– eleştirilen ve zemmedilen türden nâ-hoşluklar için istimâli, Türkçe açısından yanlıştır.