İtirazların Tutarsızlığı Açısından Tevessül Meselesi

Lügatte; başkasına ulaşmak için vasıta kılınan şey manasına gelen ‘vesile’ kelimesinin[1] tef’eul bâbına nakledilmesiyle oluşan ‘tevessül’, vesile edinmek manasına gelmektedir. Istılâhî manasıyla ise ‘tevessül’,salih amelleri veya salih olduğuna inanılan bazı kimseleri vesile edinerek Allaha yakın olmaya çalışmak ve O’ndan dilekte bulunmaktır.

Tevessül, günümüzde tasavvuf ehli arasındaki yaygınlığı itibariyle sûfîlere mahsus olduğu zannedilse de Ümmet-i Muhammed’in umûmunu ilgilendiren bir meseledir. Zîra, sahih haberlerin naklinden anlaşıldığına göre tevessül gerek Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) döneminde gerekse Efendimizin irtihâlinden sonra ashâb-ı kirâm (radıyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimiz tarafından meşru görülmüş ve uygulanmıştır. Mezhep imamlarından da tevessülü meşru gördükleri hatta bizzat tevessülde bulundukları tarih kaynakları tarafından nakledilmektedir. (Tevessülün meşruiyyetine dâir delâil  hayli fazla olduğundan bu yazımda sadece tevessülün meşruiyyetini inkar edenlerin delilleri ile onlara verilecek olan cevapları ele alacak ehl-i sünnet ulemânın tevessülün caiz olduğunu göstermek üzere zikretmiş olduğu ayet-i kerîme ve hadîs-i şerifleri müteâkip yazımda incelemeye çalışacağım inşaallah.)

Tevessül meselesi İslam dünyasında ilk defa hicri 7. ve 8. yüzyıllarda yaşamış olan İbn-i Teymiyye tarafından sistematik şekilde incelenmiş ve bir problem olarak gündeme getirilmiştir. Tevhid’i kendisinden evvel misali görülmemiş bir biçimde ‘rububiyette, uluhiyette, esma ve sıfatta tevhid’ olmak üzere üçe taksim eden İbn-i Teymiyye; veliler ve sâlihleri Hz. Allaha yaklaşmak için aracı tanımak, ölmüş kimseleri yardım için vasıta yapmak gibi hususların ‘ulûhiyyette tevhide’ mâni olacağından hareketle bu tarz tevessülü şirk telakki etmiştir. Yalnız şunu ifade edelim ki, İbn-i Teymiye tevessülü mutlak olarak reddetmemiştir. Salih amellerle, esma-i hüsna ile ve hayat sahibi kimselerden dua istemek suretiyle yapılan tevessül ona göre de meşrû ve mûteberdir. Onun câiz görmediği tevessül ‘Yüzü suyu hürmetine, filan kimsenin hakkı için’ gibi kalıplarla ifade edilen yahut ölü bir kimsenin kabrine giderek ondan dua talebinde bulunma şeklinde icra edilen ‘zât ile tevessül’ meselesidir.

İbn-i Teymiye‘nin bu görüşleri  Ehl-i Sünnet ve-l cemaat akidesinin iki ana damarını teşkil eden Maturidi ve Eş’ari kelam ekollerine mensup birçok alim tarafından tenkid edilmiştir.Bu sebeple de mezkur görüşler günümüzden yaklaşık iki asır önce Arabistan’ın Necid bölgesinde Muhammed b. Abdülvehhab önderliğinde ortaya çıkan Vehhabilik hareketine kadar çok fazla taraftar bulamamıştır. Muhammed b. Abdülvehhab da İbn-i Teymiye‘nin bu görüşlerini hareketinin merkezine alarak yukarıda bahsetmiş olduğumuz şekilde zat ile tevessülün kişiyi şirke düşüreceğini iddia etmiştir. O da bu hükme, İbn-i Teymiye‘nin yapmış olduğu tevhid taksiminden hareketle varmıştır.

Özellikle  Muhammed b. Abdülvehhab‘ın ve o dönemde onun fikirlerini benimseyen Vehhabilerin  yalnızca akidevî kaygılarla bu görüşlere zahip olduğunu düşünmek kanaatimce fazla safdillik olur. Meselenin ilmî ve akidevi yönünden daha ziyade siyasi ve iktisadi arka planının olduğunu anlamak için mezhepler tarihi eserlerinin Vehhabilik bölümlerine göz atmak yeterli olacaktır. Bu yazının maksadı Vehhabilik hareketinin siyasi yönünü anlatmak değilse de zararların boyutlarını doğru anlayabilmek için Selefî/Vehhâbî cereyânın siyâsî ve akîdevî cephelerini çok iyi tahlil etmiş olan Osmanlı’nın son dönem Rabbani alimlerinden Bozkırlı Abdullah Fevzi Efendi’nin görüşlerini nakletmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Birinci Dünya Savaşı’nda Sina Cephesinde, Milli Mücadele Döneminde de Batı cephesinde savaşmış mücahid ve aynı zamanda bir müderris olan Abdullah Fevzi Efendi merhum şöyle diyor:

Vehhabilerin bu inkarındaki (tevessülü inkar etmeleri kastediliyor) zarar-ı manevi ve hirman-ı ebedi kendilerine münhasır kalabilir,fakat bütün felaket ve şenaat bunun verasındadır ki,bu inkarın asar-ı fiiliyyesi olan harekat-ı müsellahanın yani ”ihdar”(Müslüman kanını dökmeyi helal görme) kaziyyesinin mazarratı bütün alem-i İslamı alakadar eder.Çünkü Makam-ı Celil-i Nübüvvetin,rütbe-i samiyye-i Velayetin azamet ve kudsiyyetine iman etmenin bir netice-i zaruriyyesi olan ‘tevessül ve istigase’ ye sarılan her Müslüman,Vehhabi zihniyetince hakk-ı hayata malik değil;kanları heder,malları ganimettir.İşte Vehhabiliğe neşv-ü nema veren nokta da başlıca burası olsa gerektir.Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz vechile ‘ganaim’ namıyla Müslümanların emvaline vaz-ı yed etmek çok kolay ve tatlı olan ticaretlerdendir.Bu nevi ticaret avamın,hatta havass-ı Vehhabiyyenin çok hoşuna giden şeylerdendir.Onun içindir ki,ta Necid çöllerinden gelip de güya cihad kastıyla arazi-yi mukaddese-i Hicaz’a akın ederek sanki,Müslüman olmayan bir ülkeyi bir belde-i fetheder gibi taşkın bir gurur ile mehbit-i vahy-i İlahiyye’ye(İlahi vahyin iniş makamına) ve belde-i tahire-i Rasül-i Kibriya’ya harben vaz-ı yed etmeği kendilerine bir şeref gibi gösteriyorlar.Şurası çok calib-i dikkattir ki,Vehhabiliğin teessüsünden beri bu adamların Kur’an da mansus olan küffar ile cihad fi sebilillah yaparak,yeniden bir belde-i küffarı,dahil-i havza-i İslam ettikleri (Müslüman olmayan bir diyarı İslama dahil ettikleri) meşhud ve mesmu değildir.Bütün kabadayılıkları bilad-ı İslamiyye’ye bihassa Harameyn’e taarruz ve tecavüzlerindedir.’ [2]

Meselenin siyâsi arka planına dâir bu naklin arif olanlara kifayet edeceğinden kuşku duymuyor ve mevzunun ilmî cihetine dönüyorum.

Yukarıdan beri izah ettiğim üzere İbn-i Teymiye tarafından te’sis edilip Muhammed b. Abdilvehhab eliyle yeniden revaç kazandırılan Selefî/Vehhâbî harekete günümüzde modern bid’at bir fırka olan ve din telakkîlerini sadece ‘Kur’an müslümanlığı’ üzerine inşâ eden ‘mealciler’ de bu bağlamda iştirak etmiştir.Yani bu iki fırka her ne kadar referansları farklı olsa da söylem birliği yaparak zât ile tevessülün meşru olmadığını dile getirmektedirler. Dolayısıyla Selefîlere tevessül meselesinde verilen tüm cevapların mealcilerin bu husustaki itirazlarına da cevap teşkil edeceği izahtan varestedir.

Şimdi Selefîler açısından meselenin temelini oluşturan nokta İbn-i Teymiye’nin tevhid taksimi olduğu için ve ayrıca mealciler içinde problem ilâhî tasarrufların herhangi bir kula havale edilemeyeceği bağlamında ele alındığı için ulûhiyet ve rubûbiyette tevhid telakkîsinin mâhiyetini ele alalım. Bunu yaparken de mezkur tevhid taksimini kendi mezheplerine mensup bir müellifin eserinden hulâsa ederek nakledelim. İmam Tahâvi (rahmetullâhi aleyh)’nin akîde risalesine şerh yazmış olan İbn Ebi’l-İzz el Hanefî bu şerhte özetle şöyle diyor:

Tevhid-i ûlûhiyet ve Tevhid-i Rububiyet 

İbn-i Teymiye’ye ve takipçileri olan Selefilere göre tevhid; ulûhiyet, rubûbiyet ve esma ve sıfat tevhidi olmak üzere 3’e ayrılır. (Ehl-i Sünnet ulemânın cumhurunun tevhidi zatta, sıfatta ve ef’âlde tevhid şeklinde mülâhaza ettiklerini hatırlatalım. Tüm bunların tafsîlâtı bu yazının sınırlarını aşacağından bu kadarıyla iktifâ edip meraklılarının Maturidi ve Eş’ari alimlerin kaleme aldığı akîde ve kelâm metinlerimize müracaat etmelerini tavsiye ediyorum.)

”A-)Rubûbiyet Tevhidi 

Herşeyi yaratanın Allah olduğunu,kâinatta sıfat ve fiilleri birbirine denk iki yaratıcı olmadığını ikrâr etmektir. Âdemoğlundan herhangi bir topluluk, tevhîdin bu türünde inkâra sapmamıştır. Aynı şekilde, Arap Müşrikleri’nin de rubûbiyette tevhidde bir problemi yoktu. Nitekim,’’Andolsun ki onlara ‘Gökleri kim yarattı?’ diye sorsan,onlar elbette ‘Allah’ diyeceklerdir.” (Lokman,25) ve buna benzer ayet-i kerîmeler de onların kâinâtı yaratan ve idare eden Allah’ın tek olduğuna inandıklarını gösterir. 

B-)Ulûhiyet Tevhidi 

Hıçbir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak ibadet etmektir.Rasûllerin davet ettiği ve indirilen kitapların dile getirdiği tevhid budur. Zîrâ, Zümer Sûresinin 3.ayetinde Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor:”İyi bil ki hâlis din ancak Allah’ındır.O’ndan başka veli (dost ve ilah)lar edinenler:’Biz bunlara ancak bizleri Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyiruz.’(derler)…”İşte Mekke Müşrikleri putların kendilerini Allah’a yaklaştıracakları vehminde olduklarından o putları Allah’a ortak koşmuş ve ulûhiyette şirke düşmüşlerdir.

C-)Esma ve Sıfat Tevhidi

Bu, Allah Teala’nın kendini Kur’anda vasfettiği,Rasülüllah Efendimiz’in sahih sünnetinde bize açıkladığı üzere, Allah Teala’yı kendi isim ve sıfatlarıyla birlemekle olur. Yüce Allah’ın sıfatlarını inkar edenler,sıfatları nefyetmeyi tevhid adının kapsamına dahil etmişlerdir. Cehm b. Savfan ve onun görüşlerini benimseyenler gibi. Bu görüş, bozukluğu zorunlu olarak bilinen bir görüştür.”[3]

Bu tarz bir tevhid telakkisinden çıkan sonuç şudur: Nasıl ki Mekke Müşrikleri ‘Semâvât ve Arz’ı yaratan ve idâre eden Allah’ın tek olduğunu ikrâr etseler de putları şefaatçi ve vesile edinmekle şirke düşmüşlerse, Peygamberleri yahut velî kulları Allah’a yaklaşmada aracı kılan Müslümanlarda şirke düşerler. Onların Allah’ın var ve tek olduğuna (hatta diğer tüm imân edilmesi gereken zarûriyyât-ı diniyyeye) îman ediyor olmaları bu hükmü değiştirmez.

Kur’an ve Sünnete çarpık bakmakla verilmiş bu hükümler ilk bakışta mâkul gelebilir. Tevessülün şirk olduğunu söyleyen hemen herkesin aynı mukaddimelerle ve aynı kıyasla delil getiriyor olması da bunu ortaya koyuyor. Lâkin, meseleye biraz ince bir bakışla nazar edildiğinde yapılan kıyâsın poblemli, usül açısından fâsid  olduğu anlaşılır.

İbn-i Teymiye tarafından yapılan bu tevhid taksimine ve buradan hareketle tevessül bizzâtın şirk olduğuba dair görüşe Ehl-i Sünnet âlimlerce muhtelif eserlerde verilmiş cevaplardan ve yapılmış reddiyelerden hulâsaten derlediğim itirazları maddeler halinde ele alalım.

Tevhid’i Bu Şekilde Taksim Etmenin Yanlışlığı

A-)  Uluhiyet ve rububiyet kavramları İbn-i Teymiye’den önce kullanılmışsa da tevhidin bu şekilde 3’lü taksimi ne Rasûlullah Efendimiz’den ne de selef-i salihînden tevârüs edilmiştir. Esasen kendilerini Selef’e hakkıyla tabi yegâne fırka olarak deklare eden ve bid’atlere karşı ifrat diyebileceğimiz derecede sert bir tutum sergileyen Selefîlerin bizzat bu taksimi de İbn-i Teymiye’nin ihdâs ettiği bir bid’at olarak görüp karşı çıkmaları gerekir. Lâkin te’vile de çok taraftar olmadıkları halde onların bu bid’ate birtakım te’villerle kılıf uyduracaklarını tahmin etmek çok zor değildir. Zîrâ,onlarda İbn-i Teymiye taassubu hakikate kayıtsız şartsız  teslim olmaya mani teşkil etnektedir.(Burada şunu belirtelim ki bizim açımızdan  her hangi  bir şeye  Sahabe ve Selef zamanında aynen rastlamamak o şeyin  mutlak olarak reddedilmesi  gerekliliğini doğurmaz. Lakin, bid’atin her türlüsüne şiddetle hücum eden Selefilerin bu hususu göz ardı etmeleri metodolojik bir problemdir.)

B-) Kur’an-ı Kerim’de  ‘Rab ve İlah’ kelimeleri  rububiyeti ve uluhiyeti ayrı ayrı  ifade etmek açısından farklılık ihtiva etse de  müteradif olarak kullanıldığı mevzilerde vardır. Dolayısıyla bu iki mefhumun  mutlak olarak farklı anlamlarda istimal edilmiş olduğu Kur’anın bütünlüğü açısından iddia edilemez. Örneğin; Enbiya Suresinin 22.ayet-i kerimesinde

”لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ”

( Eğer yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş’ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir, münezzehtir.) ‘ilah’ kelimesi aslen “rububiyet” mefhumunun muhtevası olan  “semavat ve arzı idare etme” manasında  kullanılmıştır. Keza Mu’minun Suresinin 91.ayetinde  de durum aynıdır.

مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَّذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ

(Allah evlat edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Öyle olsaydı her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galip gelirdi. Allah, onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.) Bu ayet-i kerimede geçen ‘Küllü ilahin’ terkibindeki ‘ilah’ lafzı sıyak itibariyle rububiyet mefhumunu ifade etmektedir.

C-) Rubûbiyet tevhidini ‘Ademoğlundan herhangi bir topluluğun inkâr etmediğini iddia etmek’ Kur’an-ı Mecid  ve Sünnet-i Seniyye ile asla bağdaşmaz. Bu iddianın sebebi hususiyle Kur’an naslarını parçacı okuma yanlışıdır. Selefilerin bu görüş için istinad ettikleri ayetler Kur’an olduğu gibi bu durumun bütün insanlığa tamim edilmesini imkansız kılan şu ayetler de Kuran’dan’dır. Mesela; Câsiye Sûresinin 24.ayet-i kerîmesinde

وَقَالُوا مَا هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُم بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ

 ‘(Bizi öldüren zamandan başkası değildir.)  diyen Dehrîlerin rubûbiyet tevhidini inkar ettikleri aşikardır. Kezâ Duhân Suresinin 7-8 ve 9. Ayetlerinde

رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِن كُنتُم مُّوقِنِينَ ﴿٧﴾لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ رَبُّكُمْ وَرَبُّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ ﴿٨﴾بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ يَلْعَبُونَ﴾

Eğer kesin olarak inanıyorsanız,iyi bilin ki Allah semâvât ve arzın ve ikisi arasındakilerin Rabbi’dir. Ondan başka ilah yoktur. O hem yaşatır hem öldürür. O sizin de sizden öncekilerin de Rabbi’dir.Fakat onlar (kâfirler) bir şüphe içinde oynayıp eğleniyorlar.) buyrularak onların Allah’ın semavat ve arzın ve arasındakilerin  Rabbi olduğunda şüphe içinde oldukları beyân ediliyor. Yine Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde Firavun’un ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim.’ dediği herkesin mâlumudur. Tüm bu ayetler de Kur’an-ı Hakimin ayetleri olduğuna göre O’nun ayetlerinden bazılarına dayanarak bütün insanlığın rububiyet tevhidine iman etmiş olduklarını iddia etmek ayetler arası tearuza sebebiyet vereceğinden isabetli bir tavır değildir.

Ayrıca bu iddia tarihî ve aktüel tecrübeye de aykırıdır. Çünkü tarihten günümüze hiçbir yaratıcının var olmadığını yahut âlemde iş bölümü yapmak suretiyle tasarrufta bulunan birden fazla ilâhın olduğunu iddia edenler var olagelmiştir. Bunlara örnek olarak yukarıda da zikrettiğimiz ‘Dehrîler’ ile biri iyilik öteki kötülük Tanrısı olmak üzere 2 ilahın kâinâtı sevk ve idâre ettiğine inanan ‘Mecûsîleri’ zikredebiliriz. Bugünde kâinatın tamamen tesâdüf eseri meydana geldiğini iddia eden binlerce Ateiste ve maddenin ezelî ve kendinden olduğunu iddia eden Tabiatçılara rağmen böyle bir söz söylemek; kendi ideolojisini isbât edebilme adına  mücerrebâta, müşahedâta ve vâkıaya inat ve taassupla karşı çıkma,Kur’an ve Sünnette mezkûr birçok nassı  ihmâl etme hatasından  öteye geçemez.

D-)  وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ

(Onlara Semâvât ve Arzı kim yarattı diye sorsan elbette Allah derler) ve benzeri ayetleri merkeze alarak  Mekke Müşriklerinin tamamının rububiyet tevhidini ikrar etmiş olduklarını söylemek de doğru değildir. Nitekim; ŞehristânîEl-Milel ve-n Nihâl’ isimli eserinin Cahiliye Arapları’nın inançlarına ayırdığı bölümünde onları ‘Muattıla (Eğitilmemiş, Cahil) Araplar ve Muhassile (Eğitimli, Tahsilli) Araplar olmak üzere 2’ye ayırmış, sonra Muattıla’yı da

  • Yaratıcıyı ve öldükten sonra dirilip hesaba çekilmeyi inkâr edenler
  • (Yaratılışı kabul ettikleri halde) öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler ve
  • (Yaratılış ve öldükten sonra dirilişi kabul ettikleri halde) Peygamberleri inkâr edip putlara tapanlar

şeklinde 3 grupta incelemiştir.[4] Görüldüğü üzere Rasulullah Efendimiz’in tebliğde bulunduğu kitle homojen bir yapıda değildi. Onlar arasında Allah’ın varlığını ikrar edenler olduğu gibi inkâr edenler de mevcuttu. Ayrıca birçoğunun da ‘ahirete iman’ hususunda problemleri vardı.

Mekke Müşrikleri arasında kainatı sevk ve idare hususunda Allah’a ortak koşanların olduğuna   şu ayet-i kerimeler de işaret eder:

Ra’d Suresinin 30.ayetinde;

كَذَلِكَ أَرْسَلْنَاكَ فِي أُمَّةٍ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهَا أُمَمٌ لِّتَتْلُوَ عَلَيْهِمُ الَّذِيَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمَنِ قُلْ هُوَ رَبِّي لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ مَتَابِ

(İşte seni böyle kendilerinden önce birçok ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmet içinde gönderdik ki onlar Rahman’ı inkâr ederlerken, sen onlara karşı, sana vahyettiğimiz Kitab’ı okuyasın. De ki: «O Rahman benim Rabbim, O’ndan başka ilah yoktur; ben O’na dayandım, tevbem de O’nadır!») Müşriklerin Rahman’ı inkâr ettiğinden haber verilmiştir. Dolayısıyla bu kimselerin rububiyette tevhidi ikrar etmiş olduklarını söylemek  mümkün değildir.

Keza, Hac Suresi 39 ve 40. Ayetlerinde;

أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَاتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَإِنَّ اللَّهَ عَلَى نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ ﴿٣٩﴾الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ إِلَّا أَن يَقُولُوا رَبُّنَا اللَّهُ

(Kendilerine savaş açılan kimselere (savaş) izni verildi; çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya gerçekten kadirdir. Onlar: «Rabbimiz Allah’tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar….) Mü’minlerin yalnızca Rabbimiz Allah’tır demeleri sebebiyle yurtlarından çıkarıldıkları zikrediliyor. Müslümanları sırf bu inançlarından ötürü hicrete icbar eden müşriklerin rububiyet tevhidini  ikrar ettiklerini söylemek  şöyle dursun bilakis böyle inandıkları için mü’minlere tahammül dahi edemediklerini söylemek gerekir.

Ayet-i kerimeleri çoğaltmak mümkünse de bu örneklerin selim akıl sahipleri için kifayet edecek netlikte olduğuna kanaat ediyoruz. Nihai olarak konuyla alakalı tüm ayetlerin istikrasından çıkan netice şudur ki; Mekke Müşrikleri arasında Bir Allah inancıyla birlikte mabudiyette/uluhiyette ona şirk koşanlar bulunduğu gibi, hem rububiyeti hem uluhiyeti cihetiyle Allah’ı yani O’nun varlığını inkar edenlerin  bulunduğunu söylemek gerekmektedir.

E-) Yukarıda beyân ettiğimiz hususlara ‘Tüm bu saydığınız zümreler aslında Allah’ın varlığını biliyorlar ama inat ve kibirlerinden yahut başka birtakım  mülâhazalarla Allah’ın varlığını inkâr ediyorlar.’ tarzında bir itiraz sevkedilebilir. Bu itiraza cevabı günümüz ateistlerinden ‘Walter Sinnott-Armstrong Tanrısız Ahlâk’ isimli (İngilizceden tercüme edilen) eserinde veriyor. O bu tarz bir iddianın; ateistleri samimiyetsizlikle suçlamak olduğunu, böyle diyen bir kimseyle tartışmanın süremeyeceğini  ve aynı mülahazaların iman eden kimseler hakkında da melhuz olabileceğini öne sürerek  bu iddiayı reddediyor.[5] Tüm bunlara rağmen ‘onlar Allah’ın rubûbiyetini biliyor fakat inanmadıklarını söylüyorlar’ desek dahî bunun iman olamayacağı açıktır. Zîrâ,mârifetin imân için kâfî olmadığı mübtedî bir talebenin bile mâlumu olan bir meseledir.

Selefi çevreler bu taksimden hareketle yani Mekke Müşriklerinin tamamının Hz. Allah’ın rububiyette  vahdetini  tanıyıp uluhiyette ona şirk koştukları telakkisiyle, itikadi durumu böyle olan  Müşrikler hakkında inzal edilen ayetleri zatla tevessülün meşruiyetine iman edip bununla amel eden Müslümanlara kıyas etmek suretiyle muvahhid Müslümanlara şirk ithamında bulunmaktadırlar.

Şimdi aşağıda önce selefilerin bu fasit kıyasını ve  bu kıyası yaparken dayandıkları ayetleri sonra da mezkur  kıyasın butlanını gerektiren delilleri beyan etmek isterim.

Yapılan Kıyas

.وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَؤُلاء شُفَعَاؤُنَا عِندَ اللّهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ    اللّهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي السَّمَاوَاتِ وَلاَ فِي الأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُون

Allah’ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar ve «Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.» diyorlar. De ki, «Siz Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir…Yunus Suresi-18)

. أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ

(İyi bil ki, halis din ancak Allah’ındır. O’ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: «Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz… Zümer Suresi-3)

. وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ

(İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı… Bakara Suresi-165)

Tevessüle itiraz edenler bu ve benzeri ayet-i kerimelere istinaden şöyle diyorlar: Bu ayet-i kerimelerde görüldüğü üzere ‘rububiyet tevhidini’ ikrar eden Müşrikler (liyukarribüna ilallah) demeleri sebebiyle şirke düşmüşlerdir. Binaenaleyh, her kim Peygamber veya Salih zatlardan biriyle tevessül eder, onları kendisi ve Allah arasında vesile ve şefaatçi olarak görürse; yukarıda Müşrikler hakkında inzal edilmiş olan ayet-i kerimelerin mefhumuna dâhil olur ve Müşrikler hakkında cari olan şirk hükmüne maruz kalırlar. İmanlarının sıhhati için gerekli olan sair zarurat-ı diniyyeye iman ve inkıyad etmeleri onların necatına kâfi gelmez.

Bu Kıyasın Butlanı 

Günümüzde Kur’anı yüzüne okumayı beceremeyen kimselerin bile diline pelesenk ederek Müslümanları sırf tevessül ediyorlar diye şirke düşmek gibi kocaman bir cürümle itham ederken dayandıkları yegâne deliller bunlardır. Fakat bu da Kur’ana çarpık ve usulsüz bakmanın, parçacı okumanın tevlid ettiği problemlerden biridir. Bu tarz bir ihticac şu sebeplerden dolay batıldır:

A.) Evvela şunu belirtelim ki,Müslümanların tevessül etmekle Mekke Müşrikleri gibi şirke düşeceklerini söylemek ‘kıyas’ yoluyla varılmış bir hükümdür. Seleften bugüne İslam alimlerinin cumhurunun bir usul ilkesi olarak tespit eylediği bir kaide vardır ki o da şudur: ’Mevrid-i nas’ta ictihada mesağ yoktur.’ Gerek Kur’an-ı Kerim’de tevessülün meşruiyetine işaret eden ayât-ı münzele  gerekse ashab-ı kiramdan ve seleften onların tevessül ettiklerine dair sahih haberler kitaplarda kayıtlıyken; kıyas ile böyle bir hükme varmak usul açısından hatalı bir yoldur. (Bilhassa nassların zahiriyle amel etmeyi şiar edindiklerini , kıyasa karşı olduklarını  ve  te’vile çok yer vermediğini bildiğimiz Selefiler’in Kur’an ve Sünnette varid olan ve hatalı kanaatlerini cerh eden  onca nassı te’vil etmeleri, müşrikler hakkında nazil olan ayetleri müminlere pervasızca kıyas etmeleri calib-i dikkattir.)

B.) Yapmış oldukları bu kıyas yine usul açısından maa’l-farik bir kıyastır ve batıldır. Yani; kıyasın zaruriyyatından olan ‘makis ile makisun aleyh arasındaki illet birliği’ bu kıyasta mevcut değildir. Zira; (liyukarribüna ilallah) diyerek putları aracı kıldığını iddia eden Müşrikler; o putlara ibadet ve kulluk ediyor, onları ibadete müstehak bir ‘Şerik-i rab’ telakki ediyorlardı. Yukarıda zikredilen ayetlerde geçen (endad) kelimesi ‘benzer, denk, emsal’ manalarına gelen (nidd) kelimesinin cemisidir. Ayrıca istisna teabbüdden yapılmaktadır ki “ biz onlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” demektir. Bu da tapmış oldukları putları Allah’a denk gördükleri gibi onlara karşı yaptıkları tazim ve saygı fiillerinin bir taabbüd olduğunu  ifade eder. Yine Kafirun suresinde geçen Peygamberimize ‘Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet edici değilim. Sizde benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz.’ demesinin emredilmesi, müşriklerin putlara ibadet ettiğini, onları kulluğa müstehak gördüklerini gösterir. Ayrıca, Müşriklerin putlarının önünde secde ettikleri, kestikleri kurbanları putlarına arzettikleri, onları ziyaret etmeden yapmış oldukları Hacc’ın tamam olmayacağına inandıkları, onların önünde fal okları çekip çıkan sonuca göre bir işi yapıp yapmamaya karar verdikleri gibi şirk içeren fiilleri işledikleri de tarihi kaynaklarca  nakledilmiştir.[6] Bütun bu hususlar Müşriklerin putları Allah’a ibadette ortak koştuklarını gösterir.

Tevessül eden Müslümanlar ise tevessül ettikleri zevatın Hz. Allah’ın kulu olduğuna, kendi başlarına hiçbir zarar ve menfaate muktedir olmadıklarına, ibadet ve kulluğun yalnızca Allah’a yapılması gerektiğine itikat eder onlara asla kulluk ve ibadet etmezler. Yalnızca Cenâb-ı Hakkın (Muhakkak sen en yüce bir ahlak üzresin..Kalem-4), (Seni sadece alemlere rahmet olarak gönderdik.Enbiya-107) (Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın ki amelleriniz boşa gider de haberiniz bile olmaz.Hucurat-2) gibi ayetlerinde tavsif ve tebcil eylediği Rasül-ü müctebayı ve  (Onlar ne güzel arkadaştırNisa-69..) (Onlar üzerine ne korku vardır ne de onlar mahzun olurlar..Yunus-62) gibi tebşirata mazhar olan sadıkları, şehitleri ve salihleri dualarında vesile edinirler o kadar. Yani müminlerin istisnası taabbüdden değil tevessüldendir. Onlar “Ma netevesselü bihim illa li yukarribünâ ilallâh’ demektedirler.

Arada böyle azim farklar mevcutken Müşrikler ve Müslümanları aynı kefeye koyup; günde 5 vakit namaz kılan, gece gündüz Allah’ı tesbih eden, Allah’ı yegane ma’bud bilip ona asla hiçbir şeyi ortak koşmayan muvahhid Müslümanları yalnızca Allah katında kıymetli olduğuna hüsn-ü zan beslediği kimseleri dualarında aracı kılıyorlar diye şirk gibi ebedi azaba müstehak kılacak bir cürümle itham etmek cehaletle ve insafsızca verilmiş hükümden başka nedir?

C-) Bir sözü Müşriklerin veya Müslüman olmayan herhangi bir kimsenin söylemiş olması o sözün mutlak manada yanlış olduğunu göstermez. Mesela, Müşriklerden bazılarının yukarıdaki ayetlerde de işaret olunduğu üzere puta tapma sebebi ‘kıyamet günü kendilerine şefaatçi olacağı’ vehmiydi. Şimdi bizler Kur’an ve Sünnetteki  yalnızca mü’minlere menfaat vereceği beyan edilen onca nususa rağmen şefaate inanan müminleri de şirke düşmekle itham edebilir miyiz? Oysa ki tevessülü şirk sayan Selefiler de Mealciler de şefaatin (iki grubun şefaat kabulleri farklı olsa da) varlığını kabul etmektedirler. Bu mantığın şefaat bağlamında işletilmeyip, tevessül meselesinde işletilmesinde kabul edilebilecek ma’kul bir gerekçe de görülmemektedir.

D.) Müşriklerin şirke düşmesine sebep olan onların (liyukarribüna) sözleri değil (ma nabuduhum illâ..) demek suretiyle o putları ibadete müstehak görmeleridir. Zaten şirki takbih eden ayet-i celilelerdeki ‘İlah’ lafzı da ‘ibadete müstehak olan’ zat manasınadır. Onları şirke düşüren şeyin ‘liyukarribüna’ demeleri olmadığını gösteren bir husus da şudur ki; putlara tapan tüm Müşrikler (liyukarribüna) demiyordu. Onlardan bazıları puta tapmalarına sebep olarak  ‘Atalarından kalma bir gelenek olmasını’ gösteriyorlardı. Yine onlar arasında Beni Müleyh gibi وَقَالُوا لَوْ شَاء الرَّحْمَنُ مَا عَبَدْنَاهُم مَّا لَهُم بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ   diyen ve puta tapmalarına sebep olarak Allah’ın kendilerini bu fiile cebretmesini gösteren kabileler de vardı. İşte böyle birçok farklı sebep öne süren fırkaların tamamının şirke  düşmesine sebep olan şey onların (ma nabüdühüm,ma abednahüm) demek suretiyle istisnayı taabbüd üzerinden yapmaları ve böyle itikat etmeleridir. Yoksa ‘putların kendilerini Allah’a yaklaştırdığı’ hülyası değildir.. Şu halde kesin olarak şunu söyleyebiliriz ki, ta’lilleri ne olursa olsun tüm Müşriklerin şirke düşmelerine sebep ‘putlarını ibadete layık ve Allah’a ortak bir Şerik-i Rab’ olarak görmeleridir.

E.) Zikrolunan  Zümer Suresi 3. Ayete başka bir vecihten yaklaşarak bu kıyasın fesadı bir kere daha ortaya konabilir. Şöyle ki (liyukarribüna ilallah) sözleri Hz. Allah’ın değil Müşriklerin ta’lilidir. Anlaşılan o dur ki; kendilerine hiçbir zarar ve menfaat veremeyeceği açık olan, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmanın saçmalığını beyan eden ayet-i kerimeler kendilerine okununca Müşrikler bu (liyukarribuna) sözünü bahane ederek kendilerini temize çıkarmak istemişlerdir. Zümer Suresinin 3.ayetinde onların bu ta’lili zikredildikten sonra ‘yalancı’ kimseler olarak tavsif edilmeleri de (liyukarribüna) demelerinin hakikati ifade etmediğine, bunun yalnızca bir bahane olduğuna işaret ediyor. Hatta burada biraz daha ta’mik-i nazar edecek olursak Müşriklerin neden böyle bir bahane öne sürdüğünü sezebiliriz. Kur’an-ı Kerim’de tevessıülü emreden ayetleri işiten ve sahabenin icra etmiş olduğu tevessül fiillerini müşahede eden Müşrikler işlemiş oldukları şirke ‘Bizde sizden farklı bir iş yapmıyoruz ancak sizin gibi Allah’a yaklaşmak için onları aracı kılıyoruz.’ gibi bir bahane öne sürmek istemiş olabilirler. Binaenaleyh, bu nokta illet-i tahrim değil, bir delil-i inni olmak üzere tevessülün lehinde delil olabilir, aleyhinde değil.

Tüm bu gerekçeler bize gösteriyor ki; İbn-i Teymiye‘yle başlayıp günümüzde de devam ettirilen tevhidin ‘rububiyette, uluhiyette , esma ve sıfatta’ şeklinde sınıflandırılması ve müşrikler hakkında nazil olan ayetlerin Müslümanlara kıyas edilerek zatla tevessül edenlere şirk damgası vurulması da doğru değildir. Hele de ümmet olarak geçtiğimiz şu zor dönemlerde, küffâra karşı kardeşliğe,birliğé çok fazla ihtiyacımız varken tevessül ediyor diye muvahhid Müslümaları tekfir etmek, Müslümanlar arasında tefrika çıkarmak suretiyle ortak düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürecektir.

Rabbim, Rasül-ü zî-şân Efendimiz ve tüm sevdikleri hürmetine ümmet-i Muhammed’e basîret, ferâset ve irfan nasip eylesin!


Dipnotlar:

[1] Cürcânî, Ta’rîfât, s.307
[2] Bozkırlı Abdullah Fevzi Efendi , Risaleler, İz Yayıncılık , İstanbul, 2012 , s.70
[3] Ali b. Ebi’l-İzz el-Hanefî , Muhezzebu Şerhi’l-Akîdeti’t-Tahâviyye , trc. M. Beşir Eryarsoy , Guraba Yayıncılık , İstabbul , 2011 , s.75-84
[4] Şehristânî, Milel ve Nihal , Litera Yayıncılık , İstanbul , 2011 , s.433-436
[5] A.g.e. , s.20-21
[6] Casim Avcı , Muhammedü’l-Emin , Hayykitap , İstanbul , 2008 , s.42-50