Yerleri, gökleri, kâinatı ve tüm mahlûkatı yaratan Allah Teâlâ, marifetullah yolu ile kendisini tanıması ve kendisine ibadet ve kulluk etmesi için insanı da yarattı.
Yarattığı insana diğer mahlûklardan ziyade, akıl ve irade nimeti bahşetti. Verilen akıl ve iradenin gereği olarak imtihan etmeyi murat etti ve insanı dünyaya gönderdi.
Dünyanın geçici ve bir imtihan sahası olduğu hakikatine iman edenler için, dünya ve içerisinde bulunan nimetler, son nefese kadar sürecek bir gayretin ve çalışmanın sebebi olurken, iman etmeyenler için har vurup harman savrulacak bir imkân olarak görüldü.
Allah Teâlâ imtihan etmek üzere dünyaya gönderdiği insana, diğer mahlûklardan ziyade bazı hususiyetler ile birlikte imkânlar ve nimetler verdi.
Cenâb-ı Hak insana akıl, irade, zekâ, hırs, öfke, benlik gibi onu hayatta tutacak, mücadele ve gayret ettirecek hususiyetler verdi.
İmtihan için gönderdiği insana, uyması gereken ölçüleri bildirmek üzere Kitap ve bu kitabı açıklamak, uygulamasını göstermek için de peygamberler gönderdi. Gönderdiği kitap ve peygamberleri takip etmek için irade verdi.
Bu imtihanın gereği olarak aklını ve imkânlarını, dünyaya dair işlerde mi, yoksa ahirete dair işlerde mi kullandığına baktı.
Gücünü, kuvvetini, heyecanını, gayretini, haktan ve adaletten yana mı, yoksa batıldan yana mı kullandığına baktı.
Kendisine verdiği bedenini, gençliği, enerjisini ve zamanını Hak namına mı yoksa batıl namına mı kullandığına baktı.
Malını, mülkünü, imkânlarını nasıl kullandı? İnfak edip diğer insanlarla paylaştı mı yoksa mal biriktirme sevdasına kapılıp, ölürken yanında bir dirhem bile götüremeyip ömrünü heba ettiğine baktı.
Kısaca bu dünyada, insanın kendisine verilen her nimet, her şey mahşer günü hesabı sorulacak bir imtihan olarak verdi. Allah Teâlâ bu gerçeği şu ayet-i kerime ile teyit etti: “Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette hesaba çekileceksiniz ” [1]
Yine bir başka Ayet-i kerimede dünya hayatının nelerden ibaret olduğunu şöyle anlattı:
” Bilin ki dünya hayati ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün. Sonra da cer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten ibarettir“[2]
Emrine sayısız nimet verilen, bu nimetler gibi kendisine verilen ömrün de bir sonunun olduğunu bilen insanın, bu dünyada sonsuza kadar kalma gayreti ne kadar beyhude bir çabadır. Kendisinden önce atalarının veya en yakınlarının ölümlerini görmesi bile insana ders olarak yetmiyor.
Çocukluğumuzda oyunlar oynardık. Arkadaşlarımız ile ya ağaç yapraklarını veya gazete kâğıtları ile yaptığımız paralar ile bir arkadaşımızın taş ve benzeri şeylerden oyun gereği hazırladığı bazı şeyleri alır, satar akşama kadar vakit geçirirdik. Akşam eve gittiğimizde elimizde ne para, ne de alıp sattığımız bir şey kalırdı. İşte dünya böyle bir oyunun sahnelendiği kısacık bir oyalanma yeridir bizim için.
Yine bir Ayet-i kerimede dünya hayatı şöyle hülasa ediliyor:
“Nefsani arzulara, özellikle kadınlara, çocuklara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı düşkünlük insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer Allah’ın katındadır.”[3]
İnsan, sahip olduğu nimetlerin asla kendisinden uzaklaşmasını ve alınmasını istemez. Sahip olduğu imkânların daimi olarak kendisinde kalmasını ve ölümsüz bir hayatı arzular. Kimi sahip olduğu mala, mülke, kimi evlatlara, kimi saltanatına, kimi isminin yaşamasına, kimi de bedeni güzelliğinin daim olması için uğraşır durur ama bu çabanın beyhude olduğunu anlamaz.
Mevlânâ Hazretleri, dünyanın fâni câzibelerine aldananlara şöyle hitap eder:
“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar görüp imrenen! Kalk helâya git de, onların akıbetini orada gör!”
“Pisliğe de ki: Senin o güzelliğin, tabak içindeki lezzet, letafet ve güzel kokun nerede?”
“Cevaben sana der ki: O saydığın şeyler gonca idi. Ben de kurulmuş bir tuzaktım. Sen gelip tuzağa düşünce; gonca eridi, soldu ve cürufa döndü.”
Gideceği yere ulaşmak isteyen, istasyonda uyumaz.
Dünya, bizim için herhangi bir yerden başka bir yere seyahat ederken, yorulduğumuzda dinlenmek için oturduğumuz ve bir müddet gölgelendiğimiz bir ağaç gölgesinden ibarettir. Sadece kısa bir müddet kalacağımız yerde eğlenmek bize bir şey kazandırmayacak, sadece ulaşacağımız ve keşfedeceğimiz başka menzillerden bizi mahrum edecektir.
Bu gerçeği İmam Şafii Hazretleri ne güzel ifade etmişler:
“Kervanların yolculuk esnasında ev inşa etmeleri akıl karı değildir.”
Bu fani dünya ebedi hayatımıza, yani ahirete giden yolda bir istasyondur. İstasyonda eğlenmek, zaman geçirmek ve orada kalmayı arzulamak insana sadece pişmanlık getirir. Er veya geç her insan bir gün ölüm kapısından geçerek ebedi âleme göç edecektir. Öyleyse ebedi bir hayat için hazırlık yapmak ve gayret göstermek her akıl sahibi insan için karlı bir yatırım olsa gerektir.
Akıllı insan kendisine büyük bir sermaye olarak verilmiş kısa ömrü, hem dünya hem de ahireti için iyi değerlendirmeli, sermayesini malayani işlerle değil, ebedi olacak ahiret hayatını zenginleştirmek için çaba sarf etmelidir.
Ahiret hayatının karşısında, okyanusta bir damla hükmünde olan dünya hayatı, beşikle tabut arasına sıkıştırılamayacak kadar değerli bir imkândır.
Fani hayatımızın en son giysisi olan kefen bir gün mutlaka zengin veya fakir, üstün veya hakir, âlim veya cahil her insanı saracak bir gerçekliktir. Onun için, kundaktan başlayıp son elbisemiz olan kefenimizi giyene kadar geçen süreyi iyi değerlendirmek durumundayız. Zira en son giysimizi giydikten sonra, artık pişmanlık duymak ve geri dönme imkânımız olmadığı için mahşer günü sorulacak sorulara en uygun cevapları vermek ve orada hükmü geçecek azıklarımızı toplamak zorundayız.
Dünya hayatı ister saray, ister villa isterse tahtadan bir baraka da yaşansın onun nihayeti iki metrelik kabirdir.
Dünya hayatının, ahiret hayatına karşı ne kadar değersiz olduğunu Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz şu hadisi ile ne kadar güzel ifade ediyorlar.
“Ahirete göre dünya sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.”[4]
Hayat denilen şey, gün gelip sona erecek ve insanın sahip olduğu tüm malını, mülkünü, makamı ve saltanatı ile birlikte tüm sevdiklerini terk edip onlara veda edeceği, kabre girmekle sona eren bir imtihandan ibaret.
Bu imtihan esnasında, kendisine ebedi hayatında yardım edecek amelleri işlemesi için sınırlı ve kıymetli olan zamanını iyi değerlendirmeli ve toplayabildiği kadar azık biriktirmesi gerekir. Bu konuda yolumuzun büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri der ki:
“Dünyanın bir günü, ahiretin bin senesinden hayırlıdır. Çünkü dünyanın bir gününde rızayı ilâhîyi tahsil etme imkânı vardır. Ahirette ise dünyadaki gibi amel-i Salihler yapıp da kazanma imkânı yoktur. Orada sadece ömrün hesabı vardır.”
Hâsılı kelam süresi ve sınırları belli bir hayat yaşıyoruz. Yaptığımız her amel, en ince detayına kadar kayıt altına alınıp, bir gün bize okumamız için verilecek. O halde akıllı olup ebedi bir hayatı geçici bir hayata takas etmeyelim.
Son olarak, buraya kadar söylediklerimizin hulasasını barındıran şu mısra ile yazımıza son verelim.
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misafirhanedir,
Hiç mukim âdem bulunmaz bir acîb kâşânedir.
Bir kefendir akıbet sermayesi şâh u geda,
Pes buna mağrur olan mecnun değil de ya nedir?
Rabbimiz cümlemize dünya tarlasını hakkıyla eken ve ektiği hayır, hasenatı kat kat fazlası ile ahirette hasat edenlerden eylesin.
Dipnotlar
[1] Tekasür Suresi 8
[2] Hadid Suresi 20
[3] Âl-i İmran Suresi 14
[4] Müslim, Cennet, 55
Cevapla