Vatan, millet ve ümmet olarak zor bir süreçten geçiyoruz. Âlem-i İslâm’ın her bir köşesi kan ağlıyor, Müslüman toplumların azınlık konumunda bulunduğu coğrafyalarda ise vahametin boyutu hesaba gelmeyecek düzeyde. Bu durumdan kurtuluş ümidi; kendisini her anlamda yetiştirmiş, hal çareleri üretme noktasında maharetli, ileride gelecek nesillere bağlanmış durumdadır. Huzurun, refah ve saadetin adresi, geleceğimizin teminatı olan bu kuşaklardır.
Ferahı ve felâhı getirecek ihtiyaç duyduğumuz nesillerin; dünya görüşü şekillenmiş, tarihten geleceğe, edebiyattan sanata hatta sanat tarihine kadar her alanda fikir sahibi olan, zihni berrak nesiller olması gerektiği konusunda şüpheye mahal yok! Lâkin arı-duru, berrak bir zihne sahip olmanın yolu her şeyden evvel, Allah Teala’nın muradı üzere sahih bir i’tikâd’a, en azından mükellef bulunulan işleri sahih bir şekilde ifa edebilmeyi sağlayacak temel ilme ve kültür düzeyinde de (tefsiriyle Kur’ân ve şerhiyle sünnet, kısacası ayet-hadis kültürü dediğimiz birikim) olsa, İslâmî İlimlerin her alanında belli oranda bir birikime sahip olmaktan geçmektedir.
İçerisinden geçmekte olduğumuz zaman diliminde, münhasıran Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içerisinde yaşamakta olan kuşağın, Müslüman olmakla yüklenilmiş olan mükellefiyetlerden uzak olmakla birlikte, ümmetin dertleriyle dertlenme gibi bir endişeyi de taşımayan, ümmet dertlerinin halli bağlamında hesaba katılması dahi zül sayılacak -buna mukabil muhakkak kazanılması gerektiğini düşündüğümüz- kayıp kesimi dışarıda bırakacak olursak, genel anlamda problemli iki kanatta yer tuttuğuna şahit olmaktayız.
Bu kuşağın problemli bir kanadını, namaz başta olmak üzere dinin şiarlarını, münferit ibadetleri hassasiyetle muhafaza etmelerine rağmen, şuurdan ve berrak bir zihinle içselleştirilmiş dünya görüşünden mahrum, ümmetin problemlerine vakıf olmaktan, problemlerin çözümü ve hal çaresi noktasında kafa yormaktan uzak bir şekilde yaşamayı tercih eden kesim oluşturmaktadır. Bu grupta yer alan kimseler, dini algı, anlayış ve yaşantısını tıpkı seküler-laik yapının dikte ettiği biçimde, vicdana ve mabetlere hapsolunmuş bir vaziyette şekillendirerek, mazeretlerinden kaynaklı cehaletleri sebebiyle mazur sayılarak borçtan belki kurtulacak olsalar da, aslında altından kalkılması mümkün olmayacak bir vebali de yüklenmiş durumdadırlar. Bunların önemli bir kısmının, beş vakit cami cemaatinden oluşmuş olması da, maalesef bu vahametin boyutunu fecaat seviyesinde haykırmaktadır. Maatteessüf ümmetin cemaate devam edenlerinin azımsanamayacak bir kısmının içler acısı hâli de budur!
Mevcut neslin problemli bir diğer kanadını ise, ümmet şuuruna sahip olduğu iddiasıyla ümmetin dertleriyle dertlenen, ümmetin geleceği ve salahiyeti noktasında kafa yoran, problemlerin çözümü, hal çareleri üzerine düşünen fakat buna mukabil temel ibadetler başta olmak üzere, mükellefiyetler konusunda zayıf kalmış kimseler oluşturmaktadır.
Bu kesim, ameldeki eksikliklerinin de ötesinde maalesef sahih i’tikad, İslâmî İlimlere dair malumat noktasında ilgisiz ve yetersiz kalan, bu meseleleri ideolojik-siyasi veçhe kadar önemsemeyen ve en acısı da içerisinde bulunduğu tehlikenin farkında olmayan bir kesimdir. Bu gruptakilerin zaman zaman, sahih i’tikad ve temel İslâmî İlimlerin oluşturduğu berrak zihni yapıdan uzak olmaları sebebiyle, İdeolojik-Siyasi düzlemdeki bazı meseleleri değerlendirirken İslâmî şuuru tahfif ederek ötelemeleri ve kimi zaman inkâra, kimi zaman redde kalkışma cüreti gösterebilmeleri, neticeleri açısından son derece tehlikelidir. İ’tikadı ve fıkhı ideoloji ve siyasete adeta kurban etmeleri, ebediyetlerine kasta kadar gitmekte, akıbetleri hakkında endişeye sebebiyet vermektedir.
Vahdet Söyleminin Büyüsüne ve Sihrine Kapılan Ağzı Açık Ayran Delileri
Hayatının her anını bilgi noksanlığı ve mesnetsiz tavır, muhakeme kabiliyetinden uzak çapsızlıkla, dört başı mamur dünya görüşüne sahip bir birey olmaktan mahrum bir şekilde yalnızca fanatikliğe-ideolojistliğe dökebilmiş bu kesimin ‘Ümmetin Vahdeti’ gibi tarihten bu yana bu düşünceyi yanlış zemine[2] kurgulamış kişi ve zümrelerden farksız bir biçimde, sihrine kapıldıkları ve propagandalarıyla sempatizanlarını da adeta büyüledikleri, muhteva yönüyle Allah Teala’nın muradından fersah fersah uzak bir de sloganları vardır.
Mezhebin ne olduğundan ve mezhepler tarihinden habersiz, bu meselelerin tamamına tepeden bakıp da bu konuları önemsiz görerek farkında olmadan vakıa ile kavgaya tutuşmuş olan sözde vahdetçilerin tarihi anlamaktan ve bilmekten uzak, hakikatten bîhaber ideolojistleri, tarihin getirdiği hakikatlere pencerelerini kapatmış, yalnızca kendi kurgu ve ironileriyle bürülü lokalize alanlarında hayat sürmeyi tercih etmektedirler.
Hayız-Nifas Hocası Göndermesinin Altında Yatan Cehalet
Dünya görüşünü dinin ve imanının önüne geçirenlerin en çok başvurdukları davranışlardan birisi de kendileri gibi düşünmeyen veya kendilerini rahatsız eden değerlendirmelerde buluna hocaları, fikri meseleler yerine hayız-nifas konularına yönlendirme noktasındaki ahlaksızlıklarıdır. Bu şahısların, hocaları fikri-siyasi meselelere ehil görmeyip de hayız-nifas meselesine gönderme yapan anlayışları onların aslında muhakemeden uzaklıklarını ve ahlaksızlıklarının yanında cahilliklerini de göstermektedir. Zira hayız-nifas meseleleri, başlangıç ve bitiş yönüyle hanımların, namazına, oruç ve tavafına kadar mühim meseleler olup, bir ya da birden fazla vakit hatta bir ya da birkaç günlük namaz borcuna sebep olabilmesi yönüyle bu kendini beğenmiş kafasızların ötelemesinin aksine hayati bir meseledir. Öyle ki, konuya dair kaleme alınmış müstakil eserler ve bu meseleleri bilmenin âlimlik yönünden ayırt edici vasfına, ihata yönüyle geniş bir ufuk-muhakeme lüzumuna dair vurgular bu ehemmiyeti sebebiyledir.
Sözüm ona ümmetin bütün problemlerini tespit etmiş ve hal çarelerini de üretmiş olduğunu iddia eden, iç politikadan dış politikaya, sosyolojik sorunlardan ekonomik gelişmelere kadar meseleleri müzakere, mukayese ve muhakeme ederek çözdüğünü iddia eden, fikir adamlığı oyunu oynayan bu düşünce figüranlarının önüne çetrefilli hayız-nifas konusunu bırakın detaylarını, ana hatlarıyla koyacak olsak, neyle karşılaştıklarını dahi anlayamamış bir hal, ağız açık bir vaziyette baka kalmaktan başka bir şey yapamayacaklardır.[3]
Bize Lazım Olan Kuşaklar ve Konuya Dair Söylenecek Son Söz
Bize nasıl bir nesil lazım olduğu konusunda önümüzdeki en büyük örnek tarihi tecrübeyle sabit; Osmanlı Münevverleri olmalıdır. Şuur sahibi, ümmetin dertleriyle dertlenme hissiyatının yanında, hangi meslek grubu veya iş kolundan olursa olsun, sahih bir i’tikâda sahip, inanç ve tasavvur dünyasında en küçük bir leke barındırmayan, her şeyden önce; niyeti düzgün, zihni berrak bireylerdir.
İhtiyacımız olan; insan oluşunun ve eksikliklerinin farkında olarak, bu eksiklikleri giderme gayretine sahip, gereken emek ve zamanı harcamaktan imtina etmeden dört başı mamur bir dünya görüşüne sahip olmak gerektiğinin bilincinde, gereken olgunluğa erişmeden işi cehaletle taassuba ve fanatizme, kuru bir taassuba dökmeyen, kibir ve ucûbdan teberri eden şahsiyetlerdir.
Girişte de belirtmiş olduğumuz gibi, temel mükellefiyetleri yerine getirme ve fikrî anlamda benimsediği, iç politikadan dış politikaya, sosyolojik tahlillerden ekonomiye kadar dört başı mamur dünya görüşünü, kültürel düzeyde de olsa İslâmî İlimler zeminine oturtabilmiş, ayakları yere sağlam basan kişiliklerdir.
Bahsetmiş olduğumuz birikimini adeta bir tür filtre, bir tür süzgeç ya da kıstas olarak kullanabilecek kabiliyette, bu süzgeçten geçen, bu kıstasa uygun düşen görüşleri kabul ve tasdik, geçmeyenleri ise ret ve gerektiğinde aksülamel ile karşılayabilecek olgunluk ve kuvvette bir nesildir bize lazım olan.
Dipnotlar
Not: Bu yazı, aslında çok daha uzun ve belli çevrelerin ideolojik tavırlarının yanlışlığını konu alan bir yazı olmasına rağmen yeni bir başlık ile bu şekilde sunulmasından fayda hasıl olacağını düşünmemiz sebebiyle iktibas edilmiştir.
[1] Tartışmaya açık olmakla birlikte, dört başı mamur bir şekilde ortaya konulmuş olan ya da konulduğu iddia edilen dünya görüşlerinden birini fikrî olarak benimsememiş bir vaziyette, yalnızca taassupla ve fanatiklikle benimseyip bağnazlıkla propagandaya dökmüş olan kişi ya da kişiler.
[2] Ebubekir Sifil, Vahdetin Biricik Zemini, http://www.habervaktim.com/yazar/68606/vahdetin-biricik-zemini.html
[1] Bu mes’ele, kimi muhakkiklere göre, feraiz ile birlikte fıkhın en çetrefilli meselelerinden olup, sonraki asırlarda ehline az rastlanan, fıkha vukufiyet noktasında ayırt edici bir alan olarak ifade edilmektedir. İmam Muhammed eş-Şeybânî Rahimehullah başta olmak üzere, İmam Muhammed Birgîvi ve İbn Âbidin Hazretleri konu üzerine müstakil eser vermişler, el-Ayıntâbî de bir ihtisar çalışması yapmıştır. Konunun ehemmiyetine binaen Asuman Karamustafaoğlu hoca hanımın ilgili kitabının mukaddimesindeki şu beyanları konunun ehemmiyetinin anlaşılması noktasında faydalı olacaktır:
‘’İbn-i Abidin Ğaferahullah Reddu’l-Muhtar adlı şerhinde bu konuyla ilgili olarak: “Bilmelisin ki hayız babı en çetin ve kapalı bablardandır. Bu husus adet zamanını unutan (ya da düzensizlik yaşayan) kadınla ona teferrû eden meseleler pek müşkildir. Onun için muhakkik denilen ûlema buna çok dikkat etmiştir. İmam-ı Muhammed hayız hakkında müstakil bir kitap yazmıştır. Hayız meselelerine öğrenmek en mühim vazifelerden birisidir. Çünkü temizlik; namaz, Kur’an okumak, oruç tutmak, itikaf, hacc, bülûğ, cima, boşama, iddet, istibra ve saire gibi birçok hükümler bu meseleler üzerine terettüb eder. Bu sebeble hayız meselelerini öğrenmek en büyük vazife ve farzlardan biri olmuştur.” buyurmuştur.
Hanımların özel halleri dediğimiz hayız, nifas ve istihâze (özür) meseleleri hakkında, ilk asırdan beri müçtehitlerimiz zaman zaman önemli çalışmalar yapmış ve bu konularda fıkıh kitaplarında özel bablar açmışlardır. Nitekim Hanefi mezhebinin önde gelen müçtehitlerinden Imam-ı Muhammed (rahimehullah) bir eserinde “Kitabü’l-Hayz” isimli özel bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraları İmam es- Serahsî bu eseri şerh ederken “Kitabü’l-Hayz”a büyük bir ihtimam göstererek üçüncü cildin büyük bir kısmını bu bölüme ayırmıştır.
Hayız halleri ile ilgili hükümler hanımlar için çok önemli olması hasebiyle, Muhammed bin Ali el-Birgivî bu konuda “Zuhru’l-Müteehhilin ve’n-Nisa” ismiyle özel bir risale kaleme almış ve bu eseri hazırlarken ömrünün büyük bir bölümünü hayız ilmini zapt etmeye harcadığını beyan ederek bu ilmin hem önemine hem de zorluğuna işaret etmiştir.
İbn Abidin bu risaleyi “Menhelü’l-Varidîn min bihâri’l- feyz ala Zuhri’l-Müteehhilin fi mesaili’l-hayz” isimli eseri ile geniş bir şekilde şerh etmiştir.’’ Asuman Karamustafaoğlu, Hanımlara Mahsus Fıkhi Hükümler, ‘’Mukaddime’’, Dila Yayıncılık, İstanbul
Cevapla