Modern zamanları yaşamak yalnızca yenilenmiş zaman ve mekânı ifade etmiyor ne yazık ki. Değişim yalnızca coğrafyalarda, yapay malzemelerde, teknolojide, olmuyor. Zamanın hızla akıyor olması, modern hayatın bizi ardında koşturması, yoruldum demeye dahi vakit bulamayışımız, durmadan yeni bir işe el atışımız, buna kendimizi mecbur hissedişimiz, hasılı varlığımızı bu dünya ile heder edişimiz, dünyamızı dünyamıza zebûn edişimizle bitmiyor iş. Bitmiyor zira fikirler ahiretimize de haddinden fazla müdahil oluyor.
Modern zamanlar yeni fikirlerin türediği, dünyada hayatı idame ettirebilmek adına yeni sistemlerin geliştirildiği hengâmda sürüp gidiyor. Ve ne yazık ki bu kargaşa bizim ahiretimize taalluk eden meseleleri de es geçmiyor, ahiret hayatımızı tehlikeye atıyor.
Ne zaman böyle değildi ki diye sormak mümkün. Hz Peygamber (aleyhisselam) döneminde daha yalancı peygamberler çıkıvermişti ortaya. İlk dört büyük halife döneminde de çetrefilli karmaşalara sahne oldu tarihimiz. İrtidad edenler, isyana kalkışanlar, iki sahabe topluluğu arasında çıkan savaşlar, ashabın büyüklerine uluhiyet atfeme hadiseleri, hariciye fırkasınınn teşekkülü, halifelerin şehid edilmesi vakaları…
Son halife döneminden başlayarak devam eden kargaşalar, Kerbela vakasında Hz. Peygamber (aleyhisselam)‘ın mübarek torunlarının zalimce şehid edilmesi dahi bir veçhesi ile hep yeni türemiş fikirlerin birer neticesi değil mi?
Hemen sonrasına, selef dönemine bakınca yine yeni ‘fikirler’ karşılar bizi. İtikad’a taalluk eden batıl görüşleri ile Kaderiyye, Cebriyye, Mutezile, Mürcie, Cehmiyye… Ya da asırlar boyu yürüyüşünü sürdürecek olan, ümmeti vadet çağrıları ile adeta kandıran ve uyutan, buna mukabil sahabenin en büyüklerine hakareti itikâdî bir vecibe telakki eden, en küçüğünden büyüğüne her kıymette eserinde bunu itikâdî bir umde olarak sunan Şia çıkar tarih sahnesine.
Aradan geçen asırlar yeni fikirlerin teşekkülünü beraberinde getirir. İbn Teymiyye (v.1328) görünür bu defa teşbih ve tecsime yol açan batıl görüşlerin, Allah’ın münezzeh oluşu hakikatini inciten halleriyle. Yolunu takip ettirir talebesi İbn Kayyım (v.1350). Zaman zamanı kovalar da hortlar yeniden İbn Teymiyye görüşleri Muhammed b. Abdulvehhab (v. 1792) ile, Hicaz’da. Daha da ziyadeleşir kareler kendisini selefe nisbet edenlerin ‘selefî-vehhabi’ tablosunda.
Her biri ilim ehli olma iddiasındaydı. Birçokları öyleydi de, hakikât!
Bunca problemin türeyişi, seslerin bunca gür çıkışı karşısında dik duranlar ehl-i sünnetin ulu ruhları, hakikat adına binler canı feda etmekten imtina etmeyen kararlılığıyla ulema kadrosu vardı.
Gerek sahabe döneminde, gerek selefin ilk dönemlerinde ulemanın müteşabih nasslara bakışı detaydan ve ne olduğunu anlamaya çok fazla kafa yorarak meselenin bulandırılmasına müsaade etmeden ‘işittik itaat ettik’, ‘öyle buyrulmuşsa haktır, keyfiyetine dair sual sormak bidattir’ şeklinde idi.
Örneğin İmam Malik (v.795) Hazretlerine ‘Allah’ın arşa istiva etmesi‘nden sual edildiğinde, “istiva haktır, keyfiyeti meçhuldür, böyle sorular sormaksa bid’attir” buyurması daha sonraki asırlarda teşbih ve tecsim ekolünün savunduğu fikrin daha o zamandan yayılmasına mani olmak gayretinde olduğunu gösteriyordu
Batıl fikirlerin yayılmasına karşı konuşulmasını dahi engellemek gayreti bir yere kadar vazife ifa edebilmiş, bir vakitten sonra farklı silahlarla silahlanmak icab eder olmuştu. İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde birbirinden farklı fitnelerin kaynadığı, bundan sebep de metodların farklılaştığını söylemek durumundayız. Örneğin Kûfe’de tebliğ ve irşad vazifesi ifa eden İmam Azam Ebu Hanife‘nin çözüm bulmak zorunda olduğu meselelerle Medineli Fakih İmam Malik hazretlerinin çözüme kavuşturması gereken meseleler aynı değildi. Zamanın değişmesi ve bir kısım gelişmelerin yaşanması, toplumlar arası münasebetlerin getirdiği yenilikler ve batılın rağbet görür olması Ehl-i Sünnetin propaganda ve müdafaa mekanizmasını değiştirmesine sebep oluyordu.
Bu hususta İmam Azam Ebu Hanife‘nin kelâmî söylemlerine karşı “Ya imam bu bid’attir, Allah Rasulü ve Sahabe zamanında bu tür ilimler yok idi. Bunları nereden çıkarıyorsunuz ?” sualine Ebu Hanife’nin (rh.a) verdiği şu cevap meselenin izahı açısından dikkate şayandır:
“Onlar (Sahabe-i Kiram) savaşta olmadıkları için kılıç taşımak zorunda olmayan kimselere benzer. Bizse savaşta olduğu için kılıç kuşanmak zorunda olan kimselere benzeriz.”
Evet, kendi dünyasında hakikati yaşamaya çekilmek bir noktaya kadar mümkündür. Hakikatin tahrifi için çalışanların gayretleri, hakikatin yayılması için çalışanlardan fazla olunca ve dahi batıl hakka galebe çalmaya başlayınca Hakikat yolcuları dahi bundan mes’ul olur. Bu mesuliyetin farkında olan ulu ruhlar meydana inmişler, agoraya çıkmışlar, batıl karşısına dikilmişler, sessizliklerini bozarak adeta şöyle haykırmışlardır:
“Nerede âlemlerin Rabbine mekân isnad edenler, nerede Kitabullaha mahlûktur diyenler, nerede teşbih ve tecsim ehli, nerede kadere karşı güç yetireceğini ya da kaderin cebir olduğu davasını güdenler. Çıksınlar meydana. İlimler konuşsun. Hakikatin nuru tebellür etsin cihana. Batılın köpük mesabesinde olduğunu görsün tüm dünya, batıl ehlinin zelil oluşunu seyretsin âlem…”
Bu sesleniş fedakârlıkla birleşmiş, memleketler aşılmış, münazaralara sahne olmuş İslam coğrafyası.
İbn Küllâb (v.854) gibi âlimler Halife Me’mun’un huzurunda Mutezilî âlimlerle münazaraya girişmiş, Kur’an’ın mahlûk olduğu görüşüne karşı Kadim olduğu hakikatini ilk olarak o savunmuştur.[1] Sonraları görüşleri özellikle İmam Eş’ari (v. 935) tarafından benimsenmiş, Eş’ari ekolü içersinde erimiştir.[2]
Fedakârlık ve hakkı üstün tutma gayretlerini anlatan tablolar sayfalarca uzatılabilir. Peki ya şimdi?
Değişen çok fazla bir şey yok. Benzer roller sahneleniyor yeniden. Şeytanın telkinleri ile düşünen insanoğlu nefsinin fısıltılarına kulak kabartıyor. Hakikati baltalamak vazifesini ifa edenler olduğu gibi kadim Ehl-i Sünnet ulemayı kendine rehber edinmişlerde bulunuyor. İsimler değişmiş, ilmi müktesebata hâkimiyet azalmış o kadar!
Asırlar geçmiş, tarihin tozlu raflarından batıl fikirleri indirenler onları “yeni” göstermek için cilalamış, zehri ilaç olarak sunmuş, insanları hasta kılmıştır. Evet, Modern İslam Düşüncesi’nin akıl hocalarının dahi dillendirmeye cesaret edemediği akıl almaz sapkınlıkları bir kenara bırakırsak çok büyük bir kısmı tarihte Ehl-i Sünnet ulema tarafından cevabını almış, batıllığı ispatlanmış görüşlerdir. Farkları, ölçsüz cesaret, usulsüzlük ve bunların bir neticesi olarak “karmaşa”. Kimin, nerede, nasıl konumlandırılacağı kocaman bir muamma!
Yapılacak şey tarihi tekerrür ettirmekten başkası değil. Kadim ulemanın ışığını önüne alanlar, kararmış gözleri kör edinceye dek karşılarında duracak. Hakkı haykırmak vazifesini ifa metodu yalnızca söylemek değil, reddetmek, ifşa etmek şeklinde tezahür edecek.
Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk dönemine kadar İslam Alimleri’nin izlediği usul de bundan pek farklı değildi. Gerek mezkûr dönem, gerek daha önceki ulemadan bize miras eserlerin nicesi “Reddiye” türünden oluşu, bu gerçeğin bir delili olsa gerektir.
Dipnotlar:
[1] TDV İslam Ansiklopedisi, İbn Küllâb
[2] İmam Maturidî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, Hülya Alper, 42
Cevapla