Ağlamaklı bir eda ile sana yalvarıyorum Genç kardeşim!

Hâli pür melalimize dair derin düşünceler sardı sinemi…

Ağlamaklı bir hale gelen zihnim yoruldu… Dertleşmek istedim…  O kadar…

Geceler ve gündüzlerce anlatılsa kâfi gelmez zannındayım.  Dert modern zamanlar, dert biz… Dert değişikliğimiz…

Bir usul-i fıkıh bahsi idi beni buraya sürükleyen. Maslahatın (içinde bulunulan hâl) icma’ya (ortak karar vermeye) tesiri üzerine değerlendirme yapan müellif, maslahat tesirini yitirince icmanın da hükmünü kaybedeceğini söylüyordu. Örnek olarak beni dertlendiren meseleyi nakletmiş ve eskiden kişinin baba-oğul-koca ve kardeş gibi akrabalarının şahitliği geçerli sayılırken sonraki devirlerde insanlardaki güvenirlilik azaldığından bunun geçerli olmayacağına dair (yani maslahat icabı) icma vuku bulmuş, ümmetin müçtehidleri fikir birliği sağlamışlardır diyordu. Ve ekliyordu müellif; ilerleyen zamanlarda daha uzak akrabaların da şahitliğinin geçerli olmaması yine hal icabı olarak gerekebilir. !

Hadi yürekleriniz tir tir titremesin şimdi! Ne haldeyiz diye düşünmesin ömrünü ne için tükettiğini dahi hesap etmeyi aklına getirmeyen modern zihinlerimiz.

Kalplerimize en son ne zaman yöneldik diye sorgulamayalım kendimizi mesela.  En son ne vakit kendimize işe yarar bir fetva ararken, düştüğümüz durumdan beter halde olanları düşündüğümüzü sormayalım!

Sakın…

“Sahi ne oldu da biz bu hale geldik?” demeyelim hiç!

“Sabahın erken saatlerinden, gecenin geç saatlerine kadar kendimizce okumalar yapan, Hakk’ın müdafaası için klavye patlatan, hakkı haykırmak için avazı çıktığı kadar bağıran, batıllara savurduğumuz reddiyelerle derin nefesler alma hakkını kendinde gören, öyle her yiğidin altından kalkamayacağı müşkil meseleleri halletmenin verdiği gururu hakkıyla yaşayan!

Durun hele ne olur, yetmez mi bu kadar?

Bu satırların sonuna ne vakit ekleyeceğiz cebinde tesbihini saklayarak binler zikir etmenin kattığı tevazuyu? Ne vakit ekleyeceğiz gece Rabbin huzurunda dik durmuşluğun verdiği dinçliği gün boyu yaşadığımızı?

Ne vakit ekleyeceğiz seher vaktinde ettiğimiz dua ile bir müminin yüzünde gülümsemelere vesile olduğumuz umudunun parlattığı gözlerle gün boyu huzur yaşamayı?

Öfkemize sebep olan bir mümine “Allah seni ıslah etsin kardeşim” diyerek kapattığımız tartışmayı tatlıya bağlamayı ne vakit öğreneceğiz?

Ne vakit öğreneceğiz kırmamayı, tatlı konuşmayı, tenkidin dozunu ayarlamayı, haklılığımızı ispat etmek için değil, bir insanı kazanmak için çırpınmayı?

Biz ne vakit başkasının cahilliğinden sebep meydana gelmiş bir hatanın hesabını sormak yerine kendi nefis muhasebemizi yapmayı öğreneceğiz?

Ne zaman öğreneceğiz kitapları okumuş olmanın değil, onları bir bir yaşamış olmanın ahiretimizi kurtaracağını?

Ne zaman fark edeceğiz kardeşçe yanımıza yanaşmışları sadece “bizden” olmadığı, hatalarımızı söylediği için kovduğumuzu, kızdığımızı?

Hangi vakit başımıza gelen musibetlerin kendi hatamızdan sebep olduğunu anlayacağız?

Hangi vakit Cehennem azabını cahillerin değil de, bildiği ile amel etmeyenlerin daha çok hak ettiğini “öğreneceğiz”? (biliyoruz değil mi?)

Ne vakit cesur pozlar atmak için klavyeyi tuşlamaktan, kalemi tutmaktan korkacağız? Mesuliyetten, günahlara pay sahibi olmaktan ne vakit ürkeceğiz?

Ağzına taş koyan sahabe büyüklerini, fetva vermemek için fetva soran kimseleri her defasında başkasına yönlendiren Selef ulemasını, sorulan her soruda kitap açan büyükleri anlamaya ne zaman başlayacağız?

Destek vermeyi ne zaman öğreneceğiz mesela? Sen de doğru söyledin demeyi… Bilmediğimiz şeyleri konuşmaktan kaçmayı ne zaman deneyeceğiz?

Sahabe-i Kiramı kelamî/fıkhî meselelerin değerlendirilmesinde okuduğumuz kadar, (evet en azından o kadar) ahlâki veçhesiyle de okumamız gerektiğini, bizim en büyük eksiğimizin bu olduğunu ne zaman anlayacağız?

İsmimizin üstünü örtmeyi, “dışımıza” baktığımız kadar “içimize” bakmayı, giydiklerimizin dahi mahşer günü sırtımıza yük olacağını düşünmeyi ne zaman adet edineceğiz?

Girdiğimiz meclislerde anlatan yerine dinleyen, öne çıkan yerine geride gizlenen olmayı nasıl başaracağız?

Keşfedildiğinde, kimliği açığa çıktığında, insanların hazret deyip eteğine yapıştığı zaman o memleketi terk eden gönül dostlarını anlayacak kıvama ne zaman geleceğiz?

Kendimizi de yaptıklarımızı da küçük görmeyi, tesiri için samimice Mevladan bereket istemeyi, ancak böyle yapanların yükselebildiğini “hakiki” manada bilmeyi ne zaman becereceğiz?

Siyasi çekişmeleri, hoca yarıştırmaları, beylik laflar etmeyi, iddiaya tutuşmaları… ne zaman terk edeceğiz?

Sıcak kumlarda “ehad ehad” diye bağıran Bilal-i Habeşî’yi, İslam’ın ilk kadın şehidi Sümeyye’yi, Zeyd bin Desinne’yi ne vakit üzerimizdeki hakları ile birlikte düşüneceğiz? Mahşer günü onların yüzüne bakabilmek için hangi ahlâk kırıntılarımızla meydana çıkacağımızı ne zaman sorgulayacağız?

Uykularımız ne zaman kaçacak mesela?

Bağdatlı Ahmed, Filistinli Yasir, Suriyeli Aişe ne vakit rüyalarımıza girip uyandıracak bizi “kalk ve yalvar” diyerek?

Duanın gücünü ne zaman anlayacağız?

Secdelerimiz ne zaman uzayacak? Salavatlara ne zaman daha çok sarılacağız?

Usul kitabından daha çok Kur’an-ı okumak, zihnimizi yorduğumuz satırlar yerine gözlerden yaş akıtmak ne zaman nasip olacak?

Tasavvuf müdafaasına(!) duyduğumuz iştiyak kadar tasavvufun emrettiği hâli yaşamaya gayret etmeyecek miyiz hiç?

Samimiyetimizi sosyal medyada ispat etme gayretimiz kadar yüreğimize danışmışlığımız oldu mu sahiden?

Melekler deftere “Sadece Allah rızası için yaptı” dediği kaç amel yazacak?

Sorulabilecek daha yüzlerce soru… Yüreğimizi titretmesi gereken onlarca realite… Değiştirmemiz gereken onlarca kötü huy… Edinmemiz gereken sayısız maharet. Allah ve Rasulü tarafından dikkat etmemiz emredilen yüzlerce mesele… Kalben yaşamamız gereken uçsuz bucaksız yolculuk…

Kardeşler!

Bunları yapabilmek için bırakın kağıtları, kalemleri… Bırakalım pc’leri tabletleri…

İlmihal bilmeden İbn Teymiyye tenkidine kalkmanın sana faydası yok!

Hangi şartlarda sehiv secdesinin gerekli olduğunu bilmiyorsan kader meselesini araştırmak, tartışmak sana haram (!)

Kelami tartışmaları, Ulemanın ihtilaflarını…

Bırakalım ne olur bunları…

Gidelim; yüreğimize.

Sığınalım; yüreği büyüklere.

Evet, ağlamaklı bir eda ile yalvarıyorum…

Editör
Musellem.net editörü...