Muzaffer Oluruz Küffârın Küfründen Kuvvetli Olduğunda İmânımız

Muzaffer Oluruz Küffârın Küfründen Kuvvetli Olduğunda İmânımız

Hak-Bâtıl mücadelesinin kökleri, ilk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Adem Aleyhisselâm’ın ailesine kadar dayanan, İnsanlık Tarihi kadar eski bir mücadeledir. Elbette ki, içerisinde bulunduğumuz şu imtihan dünyasında imtihanın, adaletli bir imtihan olabilmesi için kimi zaman Hakk’ın tarafından bulunan zümrenin mağlup olup, bâtılın temsilcilerinin de galip gelmesi lazımdır. Nitekim tarih boyunca da bu, böyle olmuştur. Kimi zaman Hak, bâtıla galebe çalmış, kimi zaman ise Hak tarafı zayıflayıp, bâtılın temsilcilerine mağlup olmuştur. Bu, Hak-Bâtıl galebe nöbetleşmesi olarak kısaca formüle edebileceğimiz netice hakikatte asla ve asla Hakk’ın, bâtıla mağlubiyeti değildir. Hakk’ın yanında/yönünde olan tarafın –bugün de olduğu gibi- birtakım eksiklikler sebebiyle direncinin ve mukavemetinin bâtılı temsil eden tarafa göre daha zayıf kalmasından ibarettir.

Hak-Bâtıl mücadelesinin su ve köpüğün birbiriyle münasebeti noktasında mesellendirildiği ve bâtılın, suyun üzerindeki köpük gibi olup da kısa bir süre sonra yok olup gideceğini ve Hakk’ın-hakikâtin aslolan kuvvetiyle birlikte tekrar sahneleneceğini haber veren âyet-i kerîme[1] ile Hakk’ın geldiği anda bâtılın zâil olacağını, sönüp yok olacağını haber veren âyet-i kerime[2] ve benzer manaya delalet eden âyet-i kerîmeler[3] bu hususu açıkça ortaya koymaktadır.

Sırası gelmişken araya girerek sözünü ettiğimiz bâtıla karşı mağlubiyetin, Hakk’ı, mağlubiyetin gerçekleştiği vetirede temsil eden zümredeki çözülmeden kaynaklandığını, altını çizerek belirtmeliyiz. Konunun bu yönü ileride ayrıca detaylandırılacaktır.

Konuya biraz daha yakından baktığımız vakit, adaletin söz konusu tecellisinin: ‘’…günleri, biz insanlar arasında dönüp dolaştırırız…’’[4] âyet-i kerimesiyle birlikte daha çarpıcı bir şekilde ortaya konulduğunu görürüz. Öyle ki, vakıanın çarpıcı bir şekilde önümüze sürdüğü bu tarihi tecrübe, birçok âlim ve filozofun da bu konuyu derinlemesine ele alarak izaha girişmesine ve hatta üzerine birtakım teoriler bina edilmesine de sebep olmuştur.

Örneğin; İbn Haldûn, Tavırlar nazariyesi olarak takdim edilen teorisinde bir toplumun tarih içerisindeki seyrini: zafer, mutlakiyet, refah, barış ve israf olarak beş aşamalı bir zeminde ele alır ve tıpkı bir organizmanın doğma, büyüme ve ölme şeklindeki tarihi seyrine benzer bir şekilde açıklar. Bu model, daha çok ‘’organizmacı yükseliş ve çöküş kuramı’’ şeklinde bir şemsiye kavram olarak karşımıza çıkar. Bunu böylece İbn Haldun ve Onun izini takip edenler dışında Arnold Toynbee (ö. m.1975) gibi batılı sosyologlar da –‘’Medeniyetlerin Çöküşü Teorisi’’ adıyla- benimsemişlerdir. Bu kavramın gölgesindeki anlayışa göre, söz konusu toplumlar, aralarındaki çözülmenin şiddeti oranında dağılmaya dolayısıyla mağlup olmaya, başkalarının hâkimiyeti altına girme olumsuzluğuna maruz kalırlar.

İbn Haldun’un tavırlar nazariyesini ayrıca, Ahmed Cevdet Paşa, Kâtip Çelebi, Müneccimbaşı ve Nâimâ gibi tarihçiler de değerlendirerek, Osmanlı İmparatorluğunun tarihi seyrini; kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve dağılma dönemleriyle örtüştürerek izaha girişmişlerdir. Ahmed Cevdet Paşa için, nesebe dayanan kavmi asabiyet ile ortak değerlere ve inanca dayanan manevi asabiyetin birleşmesi, bir devletin sağlıklı ve uzun ömürlü olmasının gerekçesidir.

Bediüzzaman Said Nursî merhum da üzerinde durduğumuz bu değişken ve dönüşken tarihi seyre Hutbe-i Şâmiye, Şualar ve Sözler’de ayrı ayrı olmak üzere Risâle-i Nûr külliyatının üç farklı yerinde bahis açıldıkça temas eder. Bu dönüşümü biraz daha somut açıklamalarla gayet anlaşılır biçimde, dört mevsimin birbiri ardınca nöbetleşe dönüşümüne bağlı olarak örnekler.

‘’Kâinatta her şey zıddıyla kaimdir’’ diyerek konuyu temellendiren Bediüzzaman merhum, Hakk’ın galip geldiği vetireyi Mü’minlerin yazı olarak nitelerken, zıttı olarak küfrün durumunu bir nev’i kış olarak nitelendirir. Ona göre bu devran, böylece sürüp gider.[5]

Bu dönüşüm süresince Hak ve batıl tarafın ahvali de tıpkı mevsimlerin özelliklerine benzer. Nasıl ki, bahar mevsimi bir ara mevsimdir ve yüzü yaza dönük olmasına bağlı olarak yazdan esintiler ihtiva etmesine rağmen bir yanı kıştan henüz çıkmış olduğundan ara ara kıştan da esintiler ihtiva eder. Bu ara mevsimlerde Hak tarafı ve Batıl tarafı için kuvvetli oldukları oranda bazen iyi günler bazense kötü günler mevzu bahis olur.

Bu devran, bu günler böylece döndürülürken bu küllî hadisede insanların payı yok mudur? Elbette bunun da sorumluluğu yine insanoğlundadır. Mü’minlerin, söz gelimi, küfre karşı mağlup bir halde, yaz mevsimini yaşarken kışa doğru sürüklenmelerinin sebepleri arasında bozulma, dağılma ve çözülme vardır. Burada üzerinde durulması gereken kelime şüphesiz; ‘’çözülme’’dir. Bu çözülme sadece salt birlik beraberliğin dağılması demek değildir. Hakk’ın emrettiği nitelikteki birlik ve beraberliğin bozulmasına bağlı bir çözülmedir. Hülasa bu çözülme; toplumsal tahribata bağlıdır.

Son tahlilde, bahsettiğimiz çözülmeyi merkeze almak suretiyle tarihi süreci elekten geçirecek olursak, Kur’ânî anlatımlarda, geçmiş milletlerin ve medeniyetlerin yükseliş ve düşüşleriyle ilgili önemli ipuçlarına rastlarız. Onların gelişmesi veya gerilemesi Allah’ın kanunlarına uyup uymamalarıyla doğrudan ilişkili olmuştur. Temel olarak, zulüm (adaletsizlik, hata, hakların çiğnenmesi) tarihteki cezalandırmaların önemli bir sebebidir.[6]

Geçmiş milletlerin ve medeniyetlerin yükseliş ve düşüşleriyle ilgili hususları daha yakından görebilmek, münhasıran İsrailoğulları’nın tarihi süreçteki başarıları, mağlubiyetleri, sürgünleri gibi hususlar bakımından, Dinler Tarihi alanında kaleme alınmış eserlerin muhtevasında mümkündür.

Mü’minlerin birlik ve beraberlik içindeyken galibiyete koşup, birlik ve beraberliği elden bırakmalarına bağlı olarak mağlubiyete doğru evirilmeleri noktasında ise müfessirler Bedir ve Uhud Gazveleri arasında bir mukayeseden yola çıkarak malumat aktarmayı tercih ederler. Bundan sonraki anlatım, tarihteki seyre göre daha ileride hayat bulmuş devlet ve medeniyetlerin kuruluş ve çöküş süreciyle devam ederek böylece sürüp gider.

Bedir ve Uhud gazvelerinin mukayesesi doğrultusundaki anlatıma kısaca temas edecek olursak; Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’ın liderliği ve rehberliğindeki Mü’minler, çok daha kötü şartlara ve katbekat az sayıda olmalarına rağmen, tarihte eşi ve benzerine az rastlanmış birlik ve beraberlik örneği sergileyerek müşrikleri bozguna uğratırken, çok daha iyi şartlarda harp etmiş oldukları Uhud’da, bir anlık çözülme sebebiyle müşkül durumlara düşmüşlerdir. Daha sonra birlik ve beraberlik tekrar sağlanmış,  Mü’minler, gazvenin başladığı anlardaki kuvvetlerini tekrar geri kazanmışlardır.

İmâmımız Ebû Hamid Gazzâlî Ğaferahullah Hazretleri’ne  (v. H.505) göre, devletle din arasında yakın ilişkiler bulunmaktadır. Din, insan toplumunun temelini oluşturur. Devlet ise dinin muhafızıdır. Bu bakımdan devlet zayıflar veya yok olursa, din de zayıflar. Hayati önemi haiz bu tespite çarpıcı bir misal olarak, Osmanlı Devleti’ni verebiliriz.

Son derece parlak günler geçiren Osmanlı İmparatorluğu, tebaasının –i’tikâdî, fikrî ve amelî- bozulmasına bağlı olarak kurumsal bozulmaya duçar olmuş ve günbegün çözülmeye uğrayarak çöküş vetiresine sürüklenmiştir. O günden bugüne en büyük sorunumuz, en başta, bu çözülmeyi, bu bozulmayı kabullenmemek, temel problemin bu olduğunu görmemek ya da görememek ve bu anlamda maalesef durum tespiti yapamamaktır.

Elmalılı Hamdi Efendi’nin bu konuyla ilgili tespitleri ise oldukça çarpıcıdır. Ona göre; Mü’minlerin imân kuvveti olduğu gibi buna mukabil, küffârın küfrüne inancında da bir kuvvet vardır. Ve söz konusu mücadele, bu iki kuvvetin birbiriyle mücadelesinden ibarettir. Ne zaman ki, Mü’minlerin imân kuvveti ve imanlarının gerektirdiği teslimiyet ve samimiyetle kitle arasındaki birlik beraberliğin kuvveti, küffârın küfrünün ve birbirleriyle olan bağlılığının kuvvetinden üstün seviyede olursa o zaman Mü’minler muzaffer olur. Aksi takdirde ise kâfirler, Mü’minler üzerine galebe çalar.[7]

Nitekim, bugün küffârın, Mü’minler üzerine galebe çaldığı ve maalesef ki onları bir şekilde yönlendirdiği, yerine göre yönettiği, kimi zaman iktidarlarını belirlediği bir dönemi yaşıyoruz. Ve kuşbakışı olarak, İslâm Dünyası ve küfür dünyasına ayrı ayrı baktığımızda, menfaatleri tamamıyla bir olmamasına karşın, İslâm Dünyasını bölüp parçalama ve üzerinde hakimiyet kurma noktasındaki gayeleri bir olması hasebiyle bu anlamda birlik beraberlik içerisinde olduklarını ve Yahudiler başta olmak üzere, Hristiyanların vesaire grupların inançlarına sıkı sıkıya bağlı olduklarını görüyoruz. Şöyle ki, muhteva olarak birbirinden farklı da olsa, ‘’beklenen mesih’’[8] kavramını, inançlarında bulunduran Yahudi ve Hristiyanlar bu inançlarında o kadar samimiler ve buna o kadar inanmış durumdalar ki, her türlü fitne fesadı yaymaları, en çetin harpleri çıkarmaları durumunda dahi, inandıkları bu kurtarıcının kendilerini gelip kurtaracağından emindirler. O kadar emindir, o kadar güvenmektedirler ki, bu uğurda hiçbir şeyden kaçmamakta ve çekinmemektedirler.

Küfür Dünyasına mukabil, İslâm Dünyasına baktığımız vakit ise, parçalara bölünmüş, aynı bölgede, birbiriyle gerek mezhep çatışması gerekse de siyasi çatışma noktasında iç savaşa sürüklenmiş, sekülerleşme ve dünyevileşmeye boyun eğmiş, bütün değerlerinden ve ahlakından neredeyse tamamen uzaklaşmış, inanca taalluk eden Nüzûl-i Mesih (Aleyhisselâm) inancı gibi bazı mesailin de üzerinde, amentü kavramıyla bütüncül olarak ifade edilmekte olan temel inanç esasları dahi tartışmaya açılmış bir dünya ile karşılaşıyoruz.

Yukarıda, yüzeysel bir biçimde resmetmeye çalıştığımız manzaraya bakıldığında, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Efendinin tespiti son derece yerinde ve vakıa tarafından da desteklenmiş görünüyor.

 Hal Çaresi

-Her şeyden evvel, kısaca özetlemeye çalışmış olduğumuz temel hata ve eksiklerimizi kabullenerek –eğer varsa- artılarıyla ve eksileriyle durum tespiti yapmamız gerekmektedir. Bu durum tespitini, hacısıyla, hocasıyla ve avamıyla, demokrasi ve mevcut yönetim sistemine karşı, ehven-i şer söylemi ve mecellenin, zaruret, zorunluluk ve ihtiyaçlar bağlamındaki külli kaidelerini kullanmak suretiyle geliştirilmiş olunan çarpık bakış açısını gözden geçirip tashih etme işi takip etmelidir. Zira bu mes’elede çıkış noktası ve söylemlerle, sergilenen tavır asla örtüşmemekte, söz konusu tavır, çıkış noktasını, fikirleri ve söylemleri tamamen aşıp sisteme angaje olma (bağlanma) boyutuna, sistemi adeta, nassların telkin ettiği tartışmasız doğru sistem olarak görmeye kadar varabilmektedir. Durum tespiti yapmamızı, eksiklerimizi fark edebilmemizi engelleyen, gözümüzün önünde adeta perde gibi duran en büyük sorunlarımızdan birisi de bugün, kısaca ifade etmeye çalışmış olduğumuz bu sorun, sisteme bakış açımızı oluşturan sorundur.

-İşe, hatayı bireyler ve fertler olarak kendimizde arayarak başlamalı, ‘’Allah Teala’nın, biz kötü olmadıkça, O’ndan yüz çevirmedikçe nimetlerini bizden kaldırmayacağı’’[9] şuuruyla, halimizi düzeltme ve belalardan, musibetlerden muhafaza olma yolunda ilk adım olarak; büyük bir pişmanlık ve üzüntüyle topyekun tevbe etmeliyiz.[10]

-Tevbeyle arınmayı, sahih bir i’tikâd inşâsı takip etmelidir. Memleketin üzerinden adeta buldozer gibi geçmiş olan inkılap hareketinin de etkisiyle müktesebatından ve âlimlerinden koparılan halkımız, inancının yerine ikame edilmek istenen, küfür düzeninin kokuşmuş malzemelerinin ve rasyonalist, modernist, seküler saldırıların tesiri, dünyevileşmenin yoğun tahribatı sebebiyle büyük bir sapma yaşamıştır. Bu sapmanın izale edilip yerine sahih bir i’tikâdın inşâsı kurumsal bir seferberlikle ancak mümkün olabilir. Yapılması gereken bir diğer öncelikli iş, ülke çapında, topyekûn bir Akaid Seferberliği başlatmaktır.

-Memleketimizde, belirli bir süre boyunca baskı uygulamış olan, insanımızın ilim ve âlimlerle münasebetini kesip aradaki mesafeyi artırmış olan dönemin neticesinde kulaktan dolma, sadece ana-babadan görme düzeyine inmiş olan ilmî seviye, amelde çarpıklığı da beraberinde getirmiştir. İş odur ki, bu çarpıklığı izâle etme sadedinde, ciddi bir ilmihal seferberliği başlatmaktır.

-Münhasıran son iki asırdaki tartışmaların kahır ekseriyetini esasında bir kavram kargaşası oluşturmaktadır. Belli ki, muhtaç olunan işlerden biri de, kavramların, tevarüs edilmiş müktesebatın muhtevasındaki anlam ve bütünlüğüne göre gözden geçirilip tashih edilmesi işi, işlemidir.

-Asrımızı adeta abluka altına almış bulunan mezhepsizlik, neo-selefîlik ve Şiî akımlara karşı, cemaat yapısının günümüzdeki zemininden daha geniş bir zemine hitap edebilecek müesseseler tesis edilmek suretiyle geniş güvenlik duvarları oluşturmalı, toplan-dağıl cemaatler yerine daimi eğitim verebilecek, kurumsal yapı doğrultusunda müteşekkil kuruluşlara ağırlık verilmelidir.

Sizler de takdir edersiniz ki, üzerinde durmuş olduğumuz hususlar ve gücümüz nispetinde ortaya koymuş olduğumuz tespitlerle hal çaresi, ayrı birer müstakil makalenin hatta birden çok kitabın konusu olmayı hak edecek keyfiyet ve kemiyette konulardır. Bizim burada yapmış olduğumuz ancak ve ancak okyanusta bir damla miktarını döküp saçmak olabilmiştir.

Son verirken, asla unutulmamalıdır ki; ‘’kim zerre miktarı iyi iş işlemişse onu, kim de zerre miktarı şer işlemişse onun mükafatını görür.’’ Dua ve sözümüzün başı olduğu gibi sonu da, Alemlerin Rabbi olan Allâh’a (Celle Celâluhû) hamddir.


Yücel Karakoç


Dipnotlar 

[1] Râd Sûresi 17. âyet-i kerîme.

[2] İsrâ Sûresi 81. âyet-i kerîme.

[3] Bakara 147, Yûnus 55, Enbiya 18, Hac 6 ve 62, Sebe Sûresi 49, Mü’min Sûresi 55-56, vb.

[4] Âl-i İmran Sûresi 140. âyet-i kerîme

[5] Şualar, Sözler, s. 291, s. 218-219, Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 43.

[6] En’am Sûresi,45. âyet-i kerîme,  A’raf Sûresi 162, 165. âyet-i kerîmeler, Enbiya Sûresi 11. âyet-i kerîme vb.

[7] Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Efendi’nin tefsirindeki şu enfes izahına burada yer vermemek şüphesiz bir eksiklik olurdu:

‘’Demek olur ki, insanlar arasında günlerin döndürülüp dolaştırılması, iman ile küfür arasında bir ıstıfâ (seçim) ile, işin sonunda müminleri yükseltme hikmetine dayanmaktadır. Herhangi bir zamanda kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile ilgilidir. Mesela kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, müminlerin hakka inanmalarının kuvveti ile karşılaştırıldığı zaman, kâfirin batıla olan imanında daha çok bir şiddet ve kuvvet varsa; o kâfirler o müminlere galip gelebilirler ki, bu galibiyet batılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa bırakmak, bir imanın, diğer imana galip gelmesi demektir. Çünkü, ilgilendiği şeye bakmaksızın mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir. Buna göre müminlerin Allah’a öyle kuvvetli bir imanları bulunması gerekir ki, kâfirlerin, esasında bir küfür ve şirk olan dünyaya ait imanları onunla ölçüldüğü zaman, ahiret karşısında dünya, hâlik (yaratıcı) karşısında mahluk (yaratık) kadar zayıf ve hükümsüz kalsın. Bu noktada “Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür.” (Zilzal, 99/7) ifadesinin de bir tecellisi vardır.’’

(Elmalılı Hamdi Efendiden iktibas sona erdi.)

[8] Mesih inancı ve farklı dinlerdeki –ve de farklı mezheplerdeki- kavramsal anlamlarına dair bknz. Mesih Maddesi / Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi C.XXIX sh.306.

[9] Enfal Sûresi 53. âyet-i kerîme

[10] Nûr Sûresi 31. âyet-i kerimeye atfen.

Yücel Karakoç
Musellem.net yazarı, yazı işleri...